II. Mahmut’un Hayriye
Tüccarları fermanı (1) ile ekonomik aktör olarak sahneye
çıkartılmaya çalışılan Müslüman - Türk’ün, II. Jöntürk/Kemalist
iktidar dönemindeki cisimleşmesini çeşitli veçhelerden
inceleyen Murat Koraltürk Erken cumhuriyet döneminde
Ekonominin Türkleştirilmesi (2) adlı çalışması ile
gayrimüslimlerin ekonomik yaşamdan yasalara aykırı zor ve
insanlık dışı sert önlemlerle kazınmasını ve yerine
Müslüman-Türk’ün geçirilmesini çok net bir şekilde dile
getirir.
II. Hamid döneminde uygulamaya konulan Birlik ve Selamet
Projesi ile ümmet tarifinden dışlanan Gayrimüslimler için
selamet bir daha geri gelmemek üzere ortadan kaldırılma
sürecinin son halkası olan Kemalist dönem uygulamaları
Koraltürk’ün çalışmasında özlü bir şekilde ortaya
konulmaktadır. Hamid’in ümmet tarifinde yer almayanlar
Kemalist dönemde de vatandaş tarifi içinde yer
almayacaklardır.
Her türlü zor ve şiddetle tarihsel topraklarından kazınan bu
unsurlar giderken geride bıraktıkları ekonomik değerler
Müslüman-Türkler tarafından el konulurken, işgücü piyasasından
da dışlanan bu unsurların yerine de Müslüman-Türk unsurlar
yerleştirilmektedir.
Zaten İttihatçılar (1. Jöntürk) da dahil olmak üzere tüm
Osmanlı yönetici sınıfının imparatorluğu bir arada tutabilmek
için geliştirdiği tüm düşünceler daima hakim etnisitenin
tartışmasız egemenliği olarak anlaşılmıştır. ‘Millet -i
Osmaniye’ terkibinin açık karşılığı Türk’tür. (3)
Diğer unsurlar dışlanır. Bu dışlama Kemalist iktidar
sürecinde billurlaşır. (4)
Koraltürk, bu billurlaşmayı üç başlık halinde ve on iki alt
başlıktaki örnek olaylarla çeşitli yönleriyle inceler: Göç ve
ekonominin Türkleştirilmesi, Sermayenin Türkleştirilmesi,
İşgücü ve mesleklerin Türkleştirilmesi. Koraltürk, incelediği
örnek olayları bir yap-bozun parçaları gibi birleştirerek
bütünü fotoğraflarken, Örnek olaylarla resmettiği bu süreç,
iktidar adına yaşanan insanlık dışı uygulamaların istisnai
tedbirler olmadığını gayrimüslimlere karşı uygulamaların
köklerini, Ayhan Aktar’ın deyimiyle uygulamaların soyağacını
gözler önüne seriyor.
İncelemede Milli İktisat yerine
ekonominin Türkleştirilmesi terimi
tercih edilmiştir. Koraltürk’ün tercihini incelemeye sunuşu
ile katkıda bulunan Ayhan Aktar şu kelimelerle özetler:
“Bir bakıma, Milli İktisat kavramı İttihatçıların ve onların
devamı olan Kemalistlerin kendi ekonomik tercihlerini
simgeleyen yansız veya kanser terminolojisi ile izah edersek
selim bir kavramdır. Kavramın habis ve yıkıcı tarafı ilk anda
kendini ele vermez, ilk bakışta, milli iktisat politikalarının
anti-emperyalist ve yabancı sermayeye karşı özellikleri dikkat
çeker. Azınlık mensubu tüccara ve üreticiye karşı bir
ayrımcılık içeren boyutu göze çarpmayabilir. Ekonominin
Türkleştirilmesi kavramı ise akademik anlamda doğru bir
kavramdır. Cumhuriyet tarihi içinde azınlık mensuplarının
ekonomik hayattan tasfiye olmalarına yol açan yasal veya yasa
dışı tüm tedbirlerin toplamını ifade eder. Eğer yaşanan
sürecin adını koymak istersek, ekonominin Türkleştirilmesi
doğru, tarafsız ve bilimsel bir adlandırma olacaktır.”
Aktar, ayrıca Ziya Gökalp’ın Yeni Hayat ve Yeni kıymetler adlı
makalesinden örnekler vererek, tasfiye/kazıma sürecinin
ideolojik temelini vurgular: “Ziya Gökalp, Türkiye'deki
gayrimüslimleri Latin Amerika tipi komprador burjuvazi (5)
tipinde bir ekonomik örgütlenme modeli içinde görmekte ve aynı
zamanda dini bir ayrım olan Müslim-gayrimüslim ayrımının,
dinsel olmaktan öte kültürel farklılıklar düzeyinde de ele
alınmasını gerektiğinin altını çizmektedir. Kısacası,
Türkleştirme politikalarının temeli, kültürel plandaki
farklılıkların da bir grubun tasfiyesi ile birlikte ortadan
kaldırılması ve Müslüman Türk unsurun egemenliği altında
yeknesak, homojen ve etnik-dini ba-kımdan birbirine benzer
bireylerden oluşan bir toplum yaratılmasıdır.Murat
Koraltürk'ün bu kitapta yan yana getirdiği yazılarını dikkatli
bir biçimde okuduğumuz zaman, Cumhuriyet'in ilk yıllarında
ekonominin Türkleştirilmesi sürecinde siyasi iktidarın kendi
yurttaşlarına karşı uygulamış olduğu politikaların aynı
zamanda nüfusun homojenleştirilmesi amacını da taşıdığını
görüyoruz. Hedef, uzun vadede esas olarak Müslüman-Türk
unsurun egemenliği altında işleyen bir ekonomik düzen
yaratmaktır.”
Osmanlı'da, Müslümanlar bürokratik
burjuvaziyi oluştururken azınlıklar da ticaret burjuvazisini
oluşturması ve ayrı kutuplara düşmeleri, 1908 Jön-Türk Burjuva
Devriminin tuhaflığıdır, bundan sonraki tarih bu ‘garabetin’
ortadan kaldırılmasının tarihi olacaktır. Türk bürokratik
burjuvazisi devrimi yaptığında, ittifak kuracağı ‘yerli’
ticaret ve sanayi burjuvazisi yoktur, ‘milli’ler burjuva
devrimini yaparken, burjuvalar ‘gayri milli’dir, ‘milli’
unsurlardan oluşmamaktadır (burada meşruiyetini Batı’da ya da
Batıcılıkta arayan bürokratik burjuvazinin ne kadar ‘milli’
olabileceğini tartışmıyoruz!). Türk burjuva devrimi, diğer
burjuva devrimlerinde olduğu gibi ittifak kuracağı milli
unsurlardan oluşan ‘milli’ burjuvazisi olamadığından bunu
kendi eliyle yetiştirecek yani kısaca Bürokratik burjuvazi
Gayrimüslim burjuvaziyi yok ederek yerine kendi geçerek
iktidarını tehdit edebilecek bir unsuru ortadan kaldıracaktır.
(6) Kısaca Müslüman-Türk bürokratik burjuvazi ticaret ve
sanayi burjuvazisine dönüşecektir. Koraltürk’ün çalışmasında
uygulamaların iktidara yönelik yüzünü açıkça görebilmekteyiz.
Bürokratik burjuvazinin iktidarına tehdit olarak gördüğü
Gayrimüslim ticaret ve sanayi burjuvazisini süreç içinde
etkisizleştirerek yok etmesi bir iktidar mücadelesi olup,
dönemin sosyal formasyonuna denk gelir. Bu bakımdan
Müslüman-Türk unsurun egemenliği altında işleyen ekonomik
düzen bir sonuçtur. Bu sonuç devletin niteliği ile ilgilidir.
Bu nedenle devletin niteliğini, politik kertenin önemini,
yönetici politik sınıfın ideolojisini dikkate almayan
tahlillerin bir kıymet-i harbiyesi olamaz. Bu tür bir yaklaşım
veya yok sayma da, kaçınılmaz olarak 1. ve 2. Savaş sırasında
üretim ve dağıtım zincirinin dinamitleyen 1915 Soykırımı ve
Varlık Vergisi uygulamalarının ekonomik akıl dışılığını ve yok
ediciliğini anlamaya imkân vermez. Zira sistem hakkında
bütünleyici bir anlayışın yokluğunda, sisteme ve/veya onun
kimi veçhelerine dair tahlillerin inandırıcılığı
tartışmalıdır. Tabiî bizzat bu uygulamaların misyonu ve işlevi
de... (7)
Marx'ın ünlü eseri Kapital’in
birinci cildinin birinci bölümünün başlığı meta fetişizmidir.
Bununla Marx kapitalist toplumun sırrını açığa çıkarmak
istemiştir. O sır, kapitalizmin ekonomiye dayanması,
ekonominin de tüm diğer sosyal veçheleri belirlemesi, sosyal
formasyonda asıl belirleyici olanın ekonomik kerte olmasıyla
ilgilidir. Eğer biri haraca dayalı pre-kapitalist üretim
tarzıyla ilgili bir kitap yazmaya girişmiş olsaydı, eserin adı
Kapital yerine iktidar, birinci bölümün başlığı da Meta
fetişizmi yerine İktidar fetişizmi olurdu." (8) Samir Amin'in
bu tespiti son derecede önemlidir ve nasıl burjuva toplumu
ekonomik belirleyiciliğe dayanıyorsa, pre-kapitalist dönemin
Avrupa dışındaki sınıflı toplumları da başlı başına bir
ekonomik rol üstlenmiş bulunan devletin (siyasal kertenin)
belirleyiciliğine dayanıyordu. Öyleyse pre-kapitalist dönemin
toplumlarının ve/veya onun kalıntılarının anlaşılması için
siyasal veçhenin anlaşılması, haraca dayalı sosyal formasyonun
sırrının açığa çıkarılmasının önkoşuludur. Meta fetişizmiyle
ilgili olarak Marx, İlk bakışta meta, çok önemsiz ve kolayca
anlaşılır bir şey gibi gelir. Oysa metanın tahlili, aslında
onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip
bir şey olduğunu göstermiştir (9)diyor.
Marx'ın bu saptamasını hatırlatan Fikret Başkaya, Türkiye'deki
iktidarın yapısına, iktidar fetişizmine dikkat çekiyor ve eski
rejimle bir kopuşun yaşanmadığını vurgular:1923 sonrasında
Türkiye'de geçerli rejim, retoriğe rağmen, imparatorluktan bir
kopuşun sonucu olmadığı için, haraca dayalı sosyal formasyona
özgü nitelikler, belirleyicilikler de etkili olmaya devam
etti. Bugün de devam ediyor." (10)
Uygulamaları bu pencereden görmek olguların açıklamalarında ve
akıl ve insanlık dışılığını açıklamamıza imkân verecektir.
Uygulamaları iktisadi pencereden iktisadi akıl çerçevesinden
görüp açıklamaya çalışmak yanıltıcıdır. İktisadi önlemler bir
iktisadi akıl çerçevesinde alınmamıştır. Zaten alınması da bu
melez iktisadi formasyon içinde düşünülemezdir. Uygulamaların
iktisadi görünüm altında olması bizi şaşırtmamalıdır.
Uygulamalar ve önlemler tam anlamıyla iktisat dışıdır. İktidar
tarafından doğrudan doğruya “ gayrimüslimler potansiyel
tehlike olarak görülmüş ve ekonomi gibi önleyici yöntemler
ile, askerlik hizmeti gibi cezai tedbirler aracılığıyla onları
bertaraf etmek gerekmiştir. Burada şunu bir kez daha
belirtmekte fayda var: o dönemde askerlik rejim karşıtlarını
cezalandırmak ya da caydırmak için devletin elinde en güçlü
silah gibi algılanmaktadır.” (11) Bu bakımdan ekonominin
Türkleşmesini bir sonuç olarak düşünmemiz gerekir.
Bürokratik burjuvazi iktidar adına kendisine rakip olabilecek
her şeyi yok etmekte bir an bile tereddüt etmeyecektir.
Rejimde bir kopuşun yaşanmaması 1. Jöntürk döneminde yarım
kalan işler 2. Jöntürk dönemin ana politikası olarak
uygulamaya konulur. Kısaca Osmanlı’nın dış fetihlerden gelen
alışkanlığıyla, iç fetihle, - Holocaust için Taner Akçam’ın
kullandığı kavramı ödünç (12) alıp ifade edersek - bu kez “ana
evi”ni ziyaret etmiştir.
Şunun altını çizmekte yarar var; Osmanlı yöneticileri hiçbir
şekilde gayrimüslimleri vatandaşı olarak görmemiş, haklarını
tanımamıştır. Ki ardılları da aynı tavrı günümüze kadar
sürdüreceklerdir. Osmanlı Millet Nizamnamesi Üsküdar’ın
ötesine gitmez. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında her dinden ve
milliyetten üye varken, Ankara’da toplanan ilk meclise
(kendilerini destekleyen gayrimüslim kişiler olmasına rağmen)
hiç gayrimüslim üyenin çağrılmadığını da belirtelim. Meclis
sadece Müslümanlara açıktır. Kemalistler başından itibaren
gayrimüslimleri yurttaşı olarak görmemektedirler. Rıza Nur,
Lozan’da mübadele fırsatı çıktığında tüm Gayrimüslimleri ülke
dışına sürmek istemişse de bunları kabul edecek ülke bulamamış
olduğunu esefle ifade etmektedir. Bu bakımdan bünyesine
yabancı saydığı unsurları yok etmek gayet doğal bir şeymiş
gibi algılanır.
Bu bakımdan, Müslüman-Türk sermayenin oluşturulmasının bu
hukuk, ahlak ve insanlık dışı bir süreç olarak
gerçekleştirilmesinin sonuçlarından biri de bu uygulamaların
bölüşüme de etki eden bir ahlak dışılık eşlik ediyor.
Koraltürk, etnik temizlik politikası ve Gayri Müslim anasırın
bu coğrafyadan kazınmasına dair uygulamaların sürekliliğini “
(E)rken Cumhuriyet döneminde ekonominin Türkleştirilmesi
uygulamalarının benzerlerine İkinci Meşrutiyet döneminde de
rastlanır. İttihatçılar-Kemalistler veya İkinci
Meşrutiyet-erken Cumhuriyet dönemleri arasında genel olarak
iktisat politikaları açısından bakıldığında gözlemlenen
sürekliliğin ekonomiyi Türkleştirme bağlamında da
gözlemlendiğini ifade etmek gerekir… (E)rken cumhuriyet
döneminde, ikinci Meşrutiyet döneminde ulaşılan hedeflerden
daha büyüğüne ulaşıldığı söylenebilir. Sözleriyle ifade
ederken, sistematik politikanın önemli anlarını ve bu uzun
süreç içindeki önemli kırılma noktalarına işaret eder:
“Yitirilen topraklardan göç eden Müslüman nüfusun iskânı,
1915'te Ermeni nüfusun tehciri ve 1923'te Türk-Yunan nüfus
mübadelesi gibi girişimler Türkiye nüfusunun etnik ve dinsel
kompozisyonunda önemli değişiklikler yarattı. 1912'de
gayrimüslimlerin bugünkü Türkiye sınırları dâhilinde yaşayan
nüfus içindeki oranı %20 iken, yaşanan savaşlar ve göçler
sonrasında Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımı olan 1927
sayımı sonucuna göre, Hıristiyanların ülke nüfusu içindeki
payı %2,64'e geriledi. Gayrimüslim nüfusun sayıca ve oranca
azalmasına karşın, kalanları öncelikle Türkiye'yi terk etmeye
zorlayan, kalacakları ise iyice etkisiz kılacak demografi
mühendisliği uygulamalarına başvuruldu. Gayrimüslimleri baskı,
sindirme ve yıldırma ile gözlerini korkutarak ülkeyi terk
etmeye zorlayan ve şiddeti de kapsayan bu tür olayların en
bilinenleri, 1934 Trakya Olayları ve 1955 6-7 Eylül
Olayları'dır. Her türlü zor kullanımına karşın Türkiye'de
yaşamayı sürdürmek isteyen gayrimüslimler Vatandaş Türkçe
Konuş! kampanyası ve Varlık Vergisi
uygulaması gibi kültürel ve ekonomik Türkleştirme
uygulamalarına maruz kaldılar.”
İncelemesine Osmanlı’nın son dönem politika ve uygulamalarının
özetlenmesiyle başlayan Koraltürk, bu uygulamanın sonuçlarını
özetler:
“Doğu Trakya ve Batı Anadolu'da yaşayan Rumlar, İttihat ve
Terakki Cemiyeti'nin yerel örgütleri ve Teşkilat-ı Mahsusa'nın
ortak operasyonu ile Yunanistan'a göçe zorlandı (13)… Osmanlı
devleti, birinci Dünya Savaşı sırasında gayrimüslim unsurlata
karşı geniş çaplı bir tehcir uyguladı. Bu uygulamanın yasal
temelini 27 Mayıs 1915 tarihli tehcir kanunu oluşturdu. Buna
göre sahillerdeki Rum köylüleri iç bölgelere yerleştirildi.
Ermeni tehciri ise hazırlanan ayrı bir talimatname
çerçevesinde gerçekleştirildi. Bir diğer gayrimüslim unsur
olan Yahudiler, yoğun olarak bulundukları Filistin'den ihraç
edildiler. Diğer gayrimüslim unsurlardan Nasturiler,
Süryaniler ve Keldaniler de tehcir edildiler… Gidenlerin sahip
oldukları servetin el değiştirmesi de hedefti. Tehcir edilen
Ermenilerin bıraktıkları mallara ilişkin olarak 26 Eylül
1915'te bir kanun çıktı. Rum mallarına ilişkin ise 21 Şubat
1916 tarihli bir talimatname hazırlandı… Aynı zamanda
bırakılan mallar milli iktisat anlayışına uygun olarak el
değiştirdi.”
Koraltürk’ün alıntıladığı Ahmet Refik Altınay sözleri sürecin
veciz özeti gibidir: “İttihatçılar da kendilerine muhalif
muharrirleri öldürürler. Rumları ve Ermenileri de aynı
felakete duçar eylemeyi düşünürlerdi. Boykotajlar, milli
ticaretler bu düşüncenin mukaddimesi gibiydi... Fakat milli
ticaret, Türk unsurunun saadetine medar olmaktan ziyade
felaketini hazırlamıştı. Cemiyet müntesiblerinin ticarete
atılması ise artık münakaşalarda, müzayedelerde ortaklıklar
vücude getiriyor, zavallı millet harbin en acı felaketleri
içinde kesesini boşaltmak mecburiyetinde bulunuyordu.” Bu
olguyu Talat da yalanlamaz: “Anadolu'da milli şirketler
tarafından yönetildiği için milli bir servet oluşturan, servet
birikmesine rağmen gerektiği gibi gelişmeyen ve normal bir
şekilde uygulanmayan bu teşebbüsler, çeşitli itiraz ve
eleştirilere yol açmıştır. Vatandaşlara refah sağlama
ilkesini, (Esnaf dernekleri) kurucularının -dolayısıyla
bile olsa- hiçbir çıkar düşünmemeleri pekiştiriyordu. Ancak
sonraları aynı ilke sayesinde kimi kişilerin yakın akrabaları
ve dostları, ticaretle hiçbir ilişkileri olmadığı halde, büyük
servetler elde ettiler ve bu da halkın bütün güvenini sarstı.”
Çok dikkat çekmeyen ve fazla üzerinde durulmamış ve işlenmemiş
dışlayıcı politikaların nirengi noktalarını ve söylemi ele
alan Koraltürk politikadaki sürekliliği vurgular. Bu söylem ve
uygulamaların gelecek süreçteki sert politikaların
ipuçlarıdır. Ayrıca milli mücadelenin örgütlenmesi Ermeni ve
Rum tehlikesi ve bu üzerine kurulmuş karakteri gelecek sürece
yansır. Konsolos Horton’un raporunda işaret ettiği gibi
İzmir’e giren ordu ‘Ermeniler’i yok etmek ve boş zamanlarda da
Rumlar’la ilgilenmek üzere belli bir plan dahilinde hareket
edilir. (14) “Dindaşlığa dayalı etnik çoğulculuğu veri olarak
alan Milli Mücadele, Anadolu'da yaşayan ve ortak paydası
İslâmiyet olan çeşitli etnik toplulukların İtilaf Devletleri
ve bu devletlerin yardımıyla Anadolu'da bir Ermeni devleti
kurmak ve Anadolu'yu Yunanistan'ın bir parçası haline getirmek
isteyen Ermeni ve Rumların çabalarına karşı bir tepki
hareketidir.” Milli mücadeleyi örgütleyen korku Ermeni ve
Rumların geri gelme korkusudur. Gelecek dönem politikaları da
kalanların/bakiyelerin yok edilmesi üzerine kurulması
şaşırtıcı değildir. Koraltürk’e göre,
“Milli Mücadelenin zaman zaman itilaf Devletlerine karşı
söyleminden daha sert bir söylemi Ermeniler ve Rumlara yönelik
geliştirdiği ifade edilebilir. Bu söylemde öne çıkan
konulardan birisi Osmanlı İmparatorluğu'nda gayrimüslimlerin,
Müslümanların sefaletine rağmen zenginleştikleri görüşüdür.Bu
söyleme göre Müslümanlar askerlik hizmetini yerine
getirirlerken canlarını dahi yitirirler, gayrimüslimler ise
sayıca artma imkânı bulmakta ve askerlik yerine çalışma
hayatında yol aldıkları için zenginleşmektedirler.”
Kullanılan dil yapılacakların aynasıdır. Mebusların meclis
konuşmalarından örnekler verir, Daha 1921 gibi milli
mücadelenin ilk yıllarında, hıristıyanların amele taburlarında
sonuçlanacak askerlik serüveni ile ilgili meclis
görüşmelerinde kullanılan dil nefret söyleminin örnekleridir:
Kütahya Mebusu “Cemil (Altay) Bey'e göre Millet-i
İslâmiye'nin vatanın muhâfaza-i istiklâl ve mevcudiyeti
uğrunda hayât ve servetini feda ederken teba'a-i Osmâniye’den
bulunan milel-i Hıristiyâniye'nin müdâfa'a-i vatan kaydından
âzâde bir hâlde teksîr-i nüfûs ve tezyîd-i nüfuza çalışmaları
vatandaşlık şeref ve haysiyetiyle kâbil-i te'lîf
olamayacağından bi't-tabf i bu gibi umûr-ı nâfi'a ve hidemât-ı
vataniyeye şitâb ekmekten bir veçhile geri durmayacakları
cihetle teklîf-i mezkûr hakîkaten becâ ve şâyân-ı kabul
görülmekte...dir.
Bu öneri hayat geçmez ancak “Milli Mücadele sırasında Ankara
Hükümetinin egemen olduğu topraklar üzerinde yaşayan
gayrimüslimlerin durumu zorlaşır. Onlara duyulan öfke ve şüphe
somut sonuçlar doğurur. 1921'de Ankara Hükümeti cephe hattında
bulunan gayrimüslimlerin önlem olarak cephe gerisine sevk
edilmesine karar verir.” Hıristiyanların topraklarından
sökülüp ikinci bir sürgünü gerçekleşir.
Çorum Mebusu Haşim (Apaydın) Bey yalnızca
Hıristiyanların değil Musevilerin de bu kanun kapsamına
alınmasını önerir. Sonra müzakereye geçilir. Canik mebusu
Nafiz (Özalp) Bey milel-i Hıristiyâne'nin de Türkler
gibi taht-ı silâha alınması ve bunların da kânunda musarrah
olduğu üzere, gayr-ı mü-sellah kısmında istihdamı lâzım gelir.
sözleriyle Hıristiyanların silahsız bir şekilde askerlik
yapmaları görüşünü savunur.Bu görüş ile gayrimüslimlere karşı
duyulan güvensizlik bir kez daha kendini gösterir.” Sonuçta
milli mücadele yıllarına Hıristiyan erkekler yük hayvanı
olarak geçireceklerdir. Ayvalık doğumlu çağdaş Elen
edebiyatının güçlü kalemi İlias Venezis 31328 numara olarak
geçirdiği bu yıllarını anlattığı özyaşam öyküsü Esaretin
Günlüğü Numara 31328 bu amele taburlarını resmeder.
Ankara ve onun İstanbul’daki temsilcileri daha Ankara hükümeti
kontrolü ele geçirmeden İstanbul’daki Gayrimüslimler ile
ilgili fişlemeler yapılmıştır. ”1 Kasım 1922'de İstanbul'un
fiilen Milli hükümetin eline geçmesinden evvel M.M.
Teşkilatının temas murahhası olarak çalışırken, teşkilatımıza
girmiş tüccarlar ve iş adamlarıyla sıkı bir temas kurmuştum.
Maksadım zafer olup İstanbul Milli hükümetin eline geçer
geçmez, İstanbul'da Türk tüccarını bir araya toplayacak bir
dernek kurmaktı. Önce maskelenmiş bir ön teşkilatla çalışmaya
karar verdik. Bu teşkilatın adı Türkiye İktisadi İstihbarat ve
Neşriyat Merkezi' idi. On kadar tüccarı biner lira ile ortak
yaparak on bin lira sermayeli bir anonim şirket kurmuştum.
Şirket 1922 yılı Haziran başında faaliyete geçti. Türk Ticaret
Salnamesi' adlı bir eser yayınlamak bahanesiyle İstanbul'un
bütün yazıhanelerine adamlarımızı dolaştırmakta, ne kadar
Türk-Müslüman tüccarı, ne kadar diğerleri olduğunu tespit
etmekteydik.” Ahmet Hamdi Başar’dan alıntılanan bu sözler,
Jöntürklerin politikasının sürekliliğini ifade eder.
Meclis konuşmalarından yapılan örneklemeler, milliyetçilik ,
ırkçılık ve nefret söylemi arasında salınmaktadır:
“Erzurum Mebusu (Mehmet) Salih (Yeşiloğlu) Efendi,
…Yahudilere karşı açıkça ayrımcı, kuşkucu ve dışlayıcı bir dil
benimser. Salih Efendi konuşmasında şunları söyler: Anadolu'da
yaşayan gayr-ı müslimlerden her ferd kendi ırkdaşlarımız gibi
dâ'ima hüsn-i mu'âmeleye mazhar olmuşlardır. Binâ'enaleyh
bunlardan hıyanet edenler kendi fi'illerinin cezalarını kendi
elleri ile çekmişlerdir. Bu Musevi Cemâ'ati-ne gelince; biz
onlara onlar bize hüsn-i mu'âmele gösteren bu kavim gerçi
memleketimiz iktisadiyâtı ile fazla oynadıklarına memnun
olmadığımız hâlde sükûnetlerinden ve sakin bir hâlde vakit
geçirdiklerinden dolayı kendilerine hüsn-i mu'âmele ediyoruz.
Ancak bunları vaktiyle İspanyollar keserek, kovarak
emvallerini zabt ederek ispanya'dan atmışlardır. Biz Türkler
bir atıfet olmak üzere oradan kaçanları içimize aldık. Birkaç
asırdan beri içimizde yaşıyorlar. Yalnız bir şeyi ma'a'1-esef
arz edeyim ki, efendiler, bu cema'ât iki asırdan beri içimizde
yaşadığı hâlde kendilerini ispanya'dan kovan insanların
lisânlarını, ya'ni, İspanyolcayı lisân-ı mâder olarak
kullanıyorlar ve hâlâ lisânlarını terk etmemişlerdir ve
Türkçeyi öğrenmeyi istemiyorlar ve öğrenmemişlerdir...”
Kambiyo piyasasında ve borsada Türklerin zayıflığını dile
getiren Aksaray mebusu Besim Atalay, konuşmasında bir taşla
birkaç kuş vurmanın hesabındadır. Atalay’ın sözleri bir süre
sonra gündeme alınacak olan Osmanlı Bankasını da hedef
tahtasına koyar:
“Besim Atalay, ‘Efendiler! İktisadiyâtın can damarı olan
kambiyoda Rumlar, Ermeniler, Yahudiler hâ-kim oldukça
memleketin iktisadiyâtında, tâm bir salâh ümîd etmek boştur...
Vâkı'a Bank-ı Osmanî, ben Türk tüccarına kredi yapıyorum
diyor. Arkadaşlar: buna ben o kadar fazla i'timâd edemiyorum.
Evet, Türk tüccarına kredi yapıyor. On bin liralık bir adama
beş yüz lira, bir kredi midir rica ederim? Bu bi'1-akis
ayağını bağlamaktır… Sonra Anadolu'da bugün Rum kalmamak
üzeredir ve inşallah yalnız Türk kalacaktır. Meclis-i Âlînin
himmeti ve Allah'ın inâyetiyle… Buradan ben mâlımı doğrudan
doğruya Londra'ya gönderir, satarsam şüphesiz daha fazla kâr
edeceğim. Neden bu parayı İstanbul'daki Rumlara, Ermenilere
kazandırayım…. bi'1-hassa borsa millileştirilmelidir. Memleke-timizde
en büyük bir tehlike vardır Arkadaşlar, Yahudi tehlikesi.
Bugün paramız bunların ellerinde oynuyor...’ sözleriyle
‘Yahudi tehlikesine’ dikkat çeker… Gümüşhane Mebusu Cemal
Hüsnü (Taray) Bey'in konuşmasındaki ‘Türkiye'nin inkilâb
devresinde ticâreti bir sınıftan diğer bir sınıfa, bir ırktan
diğerine geçmektedir.’ ifadesi dikkat çekicidir.”
Sermayeyi Türkleştirme söylemi ve uygulamalarını meşru
göstermeye yarayan çabalardan biri de Türkiye yurttaşı
gayrimüslimlerin "yabancı" ya da "öteki" olarak
tanımlanmasıdır.
“Buna dair bir örneği 1924 yılı bütçe kanunu görüşmeleri
sırasında 1 Nisan 1924'te Karahisar-ı Şarki Mebusu İsmail
(Şükrü Çelikay) Bey'in şu açıklamalarında bulmak mümkündür.
‘Avrupa ile iktisâden olan münâsebetimizi iki nokta-i nazardan
mütâla'a etmek lâzım geliyor, muhakeme etmek icâbediyor.
Birisi ithalât diğeri ihracâttır. İthâl ettiğimiz eşyanın %
90'nı biz Türkler sarf ettiğimiz hâlde ma'a'1-esef bunun
vasıtalığını yapanlar Türkler değil Hıristiyanlardır…
(V)âsıta olan ellerin ma'a'l-esef bizden olmamalarındandır.
İşte vâsıta olan ellerin bizden olamamaları ve bunların sû'-i
niyeti, bir çok mahsulâtımızı ambarlarda çürütmeye sebebiyet
veriyor...’ Yukarıda örnekleri verilen Milli Mücadele dönemi
ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında TBMM zabıtlarından derlenmiş
ifadelerin temsil ettiği gayrimüslim karşıtı milliyetçi
söylem, bu yıllardan başlayarak devam eden sermayeyi
Türkleştirme uygulamalarının dayandığı anlayışı ortaya koyması
açısından önem taşır.”
Türkleştirme örnekleri olarak verilen Türklerin iktidarı alma
süreçlerine denk gelen; İstanbul ve Edirne ticaret ve Sanayi
Odalarının millileştirilmesi, Avukatlık kanunu ile
gayrimüslimlerin adalet mekanizmasından uzaklaştırılması, bazı
mesleklerin bunlar tarafından yerine getirilmesinin önlenmesi…
gibi uygulamalar gayrimüslimler açısından selametin ebediyen
ortadan kalktığını ve egemen zümrece kullanılan dilin yanında
Mübadele sonrasında Rumlardan kalan mal varlıklarının talan
edilmesi sürecinin bir bakıma gelecek yıllarda ki 6-7 Eylül
1955 pogromu, Varlık vergisi, 1964 kovulmaları… gibi
uygulamaların habercisi olduğunu söylemek abartılı bir ifade
değildir. Mübadele’de ki talanla ilgili Koraltürk’ün
değerlendirmeleri yapılacakların aynasıdır: “Gerek basında
gerek TBMM'de yağmacı ve işgalcilerin kimlikleri genellikle
açıkça ifade edilmemekle birlikte, örnekleri dile getirildiği
üzere terk edilmiş malların yağması ve işgali sabittir.
Faillerin çoğu kez kimlikleri açıklanmasa da eşraftan mebusa,
hemen her kesimden insan bu olayların içinde yer alır.
Hükümetin bu tür olayları engellemekte yetersiz kalmasında ise
yegâne neden bürokratik mekanizmadaki aksaklıklar ve otorite
boşluğu değildir. Yağmacı ve işgalcileri cesaretlendiren
muzaffer ruh halini ve ülkenin içinde bulunduğu milliyetçi
atmosferi görmek gerekir. Bu atmosfer gayrimüslim unsurlara
karşı şiddetli bir dışlayıcı tavrı hâkim kılar. Örneğin
iktisat Vekili Mahmut Esat (Bozkurt) Bey işgalden
kurtarılmış bölgelerin durumu ile ilgili olarak 30 Aralık
1922'de TBMM'de yaptığı konuşmada memleketin hukuken, târîhen,
siyâseten sahibi Türkler olduğu gibi iktisâden de bu
memleketin hakîki sahihleri olduklarını göstermişlerdir.
demektedir. Mahmut Esat Bey sıradan bir devlet adamı değildir.
Bu nedenle gayrimüslimlere ilişkin değerlendirmesi aynı
zamanda üyesi olduğu hükümetin de gayrimüslim unsurlara ve
onların iktisadi yaşam içindeki yerlerine ilişkin bakış
açısını yansıtır… Başka bir ifade ile ülkenin aslî unsurları
kendi ülkelerini yeniden fethetmektedirler.” Yukarıda da
söylendiği gibi dış talan imkanı kalmayan talancı bu kez ana
evini ziyaret etmiştir.
DİPNOTLAR:
1) İkinci Mahmut döneminde Müslüman tüccarların gelişmesi
için bazı önlemler alınmış, Müslümanlara da bazı imtiyazlar
verilmiş ve İstanbul, İzmir, Bursa, Halep ve Şam gibi
vilayetlerde kontenjanlar ayrılarak avantajlar sağlanmışsa da
Müslüman tüccarlar bu avantajlardan faydalanamayarak durumu
lehlerine çevirememişlerdir.
2) Murat Koraltürk Erken Cumhuriyet Dönemide Ekonominin
Türkleştirilmesi, İletişim, 2011.
3) Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu İmge
2002 s 101
4) Osmanlı yöneticileri, İdeolojik arka planda Türkçü
olmalarına karşın bunu ifade edemediler, Osmanlıcılık onların
kamuflaj malzemesiydi. İttihatçılar dağılan imparatorluğu bir
arada tutmak, dağılmasını engellemek iddiasıyla yönetime el
koyduklarında, Türkçülük diğer milliyetleri dışlayacağından
açıktan Türkçülüğü savunamadılar. Fakat tüm bu Türkçü ve
İslamcı eğilimlerine rağmen imparatorluğun tüm unsurları ile
birlikte yaşamını devam ettirmesi gerektiğine olan inanç
devletin kurtarılması (siz bunu ayrıcalıklı geleneksel
sınıfın, ayrıcalıklarını kaybetmemek çabası olarak okuyun)
fikri bu eğilimlerin Osmanlıcı bir kılıf altında sunulmasını
gerektirmiştir. Bu konuda cumhuriyeti kuranların eli çok
rahattır, çünkü ortada kurtarılacak imparatorluk kalmamıştır.
5) Burada Türk solunun da içine düştüğü bir yanlış
algılamaya dikkat çekmekte ve açıklamakta fayda var,
Gayrimüslim burjuvaziyi komprador olarak nitelemenin maddi
temeli yoktur. Gayrimüslim tacirlerin Batılı tacirlerle
rekabetten doğan çelişkileri de vardır. Kapitalist ilişkilerin
İmparatorluğun diğer bölgelerine oranla daha fazla geliştiği
ve ihracata yönelik üretimin yoğun olduğu Ege Bölgesinde
yabancı tacirlerle yerli Gayrimüslim tacirlerin şiddetli
rekabet ve çatışma örneklerine ilişkin belgeler de mevcuttur,
Batılı konsoloslar Rum ve Ermeni tüccarların rekabetlerinden
rahatsızlık duymaktadırlar ve birçok kez kendi bakanlıklarına
yerli Rum ve Ermeni tacirlerden şikâyette bulunmuşlardır.
Hatta pazar egemenliği mücadelesinin cinayete kadar vardığı
durumlara da şahit olmaktayız (Orhan Kurmuş, Emperyalizmin
Türkiye’ye Girişi Bilim Y. 1977 s 212-221)
6) 18.ve 19. yüzyıl Osmanlı toplumunun yaşadığı temel
değişim, bir bürokratik burjuvazi ile ticaret burjuvazisinin
doğuşudur. Bu burjuvazinin göze çarpan özelliği, kaynakları
sultanın egemenliğinden ilk kez çekip almasıdır. Kaynaklar iki
türlüydü: Birincisi, Batı tipi eğitimle oluşan beşeri kaynak,
(Batı tipi eğitim sultana bağlılık yerine soyut bir Osmanlı
devletine bağlılık fikri geliştirerek bu kurumlarda yetişen
öğrenciler tahayyül ettikleri devlet ve toplumu yaşadıkları
ortamda göremeyince, İmparatorluğu reforme etmeye başladılar.
Osmanlı toplumu ve devletini yenilemeyi amaçlayan bürokratik
burjuvazi böylece filizlenmiştir), İkincisi Batıyla ticari
ilişki kurmuş olan azınlık tacirlerinin, önde gelen Batılı
güçlerin yasal koruyuculuğu altına girmesiyle zenginleşen
ticaret burjuvazisi, kendi ekonomik kaynakları üzerinde tek
söz sahibi oldu. Bu iki grup (bürokratik burjuvazi ile
gayrimüslim ticaret burjuvazisi) birlikte Osmanlı
burjuvazisini oluşturabilirlerdi fakat etnik ve dinsel
çizgilerin ayrıştırdığı Osmanlı toplumsal yapısı içinde farklı
yerlerde konumlanmalarından ötürü bu parçalı yapı devam etti.(
Fatma Müge Göcek, Burjuvazinin Yükselişi ve Düşüşü Çev.
İbrahim Yıldız Ayraç 1999s 104)
7) A.Sait Çetinoğlu, Varlık Vergisi 1942-44, Ekonomik
ve Kültürel Jenocid, BelgeY. 2009, s 22
8) Samir Amin, Peace, National and Regkmal Security and
Development Same Reflexions on the African Expeıience,
Altematives XIV (1989), s. 215-229.
9) Karl Marx. Kapital, 1. Cilt, çev: Alaattin Bilgi,
Sol Yayınları, Ankara, 1978, s. 86. Akt. Fikret Başkaya,
Yediyüz, Osmanlı Beyliğinden 28 Şubata: Bir Devlet Geleneğinin
Anatomisi, Ütopya Yayınları, 1999, s. 285-286.
10) Fikret Başkaya, Yediyüz, Osmanlı Beyliğinden 28
Şubata: Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi, Ütopya Yayınları,
1999, s. 287
11) Samim Akgönül, Türkiye Rumları, ulus-devlet
Çağından küreselleşme Çağına bir Azınlığın Yok Oluş süreci,
çev. Ceylan Gürman, İletişim, 2007 s 105.
12) Ümit Kurt, “Türk’ün Büyük, biçare Irkı” Taner
Akçam’ın önsözü, İletişim 2012, s 17
13) Aynı politikalar 1934’te Trakya’dan Yahudilerin
sürülmesinde, 1929-35 yıllarında ise Anadolu’daki kalabilen ve
geri dönebilme sansına kavuşabilen Ermeniler için uygulanarak
Suriye’ye sürgün edileceklerdir.
14) Majorie Housepian Dobkin’in, Bir Kentin Yıkılması,
1922 İzmir’i Belge Y. 2012 |