...................
...................
FEDERASYON ÖNERİSİ: AYNI EVDE FARKLI ODALARDA

İbrahim Mergen
Birikim Dergisi, 02 Ocak 2010

                         
...................
 
...................

Yaşanan kanlı savaşın sona ermesi adına bilhassa BDP temsilcilerinin sık sık dillendirdiği Federasyon ya da demokratik özerklik tartışması geçen ayın Birikim’inde Tanıl Bora tarafından ele alınmıştı. (i) Genel hatlarıyla yazı önerinin içeriğini ya da bağlamını fazlaca irdelemeden yaşanan tartışmaların üzerine niyet beyan ediyor ve eğer gözden kaçırmadıysam federasyonu da konuşur olduk, iyi de oldu düşüncesi ile bitiyordu. Ben yazının, Kürt sorununun çözümünü gönülden isteyen ve çözümün yolu federasyonsa bunu da rahatlıkla tartışabilecek bir anlayışla yazıldığını düşünüyorum. Dolayısı ile bu yazıda belirteceğim hususların ancak bir dost eleştirisi olarak yorumlanması ve Kürt sorunun çözümünde önemli bir moment olan federasyon önerisinin doğru zemine oturtulup tartışılmasına katkı sunmaya çalıştığımın atlanmaması temennimdir.

Yazıdan cımbızlamak istediğim ve siyaset felsefesinde önemli yer tutan bir kavram var. Bağlamından kopardığım düşünülebilir ancak yine de yazarın zihin dünyasının hangi kaynaklardan beslendiği konusunda bizlere fikir sağlayacağını düşündüğüm için bu riski göze alacağım. Yazar Kürt Özgürlük Hareketi’nin yasal alandaki en başat temsilcisi olan BDP’yi ve ‘özerklik talebinin yerinden yönetim ilkelerine bağlanması çabasını’ eleştirirken araçsal-faydacı rasyonalite kavramını kullanıyor. ‘Geçerken değinelim’ biçiminde yapılmış olan bu eleştirinin köklerinin daha geniş bir zemine oturtulduğunu düşünebiliriz elbette. Bu zeminin tarihsel muhtevası ise ‘yabancılaşmamış’ bir siyasallaşma talebine sahip olan yerelci / anarko geleneğin, Tanıl Bora tarafından ‘itirazım yok’ düzeyinde savunulmasında karşımıza çıkıyor.

Rudolf Rocker’ın serbest şehirler çağı olarak tariflediği dönemin ve daha eskisinde antik Yunan demokrasisinin barındırdıkları, özerklik ve ‘özyönetim’ içeriklerinden dolayı savunulan birer olgu olması, tüm bu dönemlerin bir tartışmasını gerektirmekle beraber Tanıl Bora’nın Rudolf Rocker aracılığı ile gündeme getirdiği bu tarihi ‘özerkliklerin’ yazıda önemlice bir özelliğinin atlandığını düşünüyorum. Bugünün ileri demokrasisi sayılacak Avrupa demokrasisinin, bahsi geçen özerk şehirler döneminde temellerinin atıldığını ve Avrupa demokrasisinin Habermas’ın araçsal akıl- iletişimsel akıl karşıtlığından ziyade Carl Shmitt’in biz-onlar ayrımından temel itkisini aldığını düşünmekteyim. Bu noktada Avrupa demokrasisinin gelişiminde karşısındakine ‘tahammül etme’ anlayışının hakim olduğu, ve dolayısı ile ‘araçsal-faydacı yaklaşıyorlar’ gibi eleştirilerin, olaylara sanki iletişimsel yaklaşmak mümkünmüşcesine ortaya atıldığında, desteksiz kalacağı kanaatindeyim. Bu noktalardan dolayı Kürt sorununa ele alırken, ‘araçsal-faydacı yaklaşıyorlar’ eleştirisini doğru ya da yanlış bulmaktan ziyade geçersiz bulduğumu belirtmek isterim.

Avrupa demokrasisi üzerinden konuyu biraz açmaya çalışalım. İrili ufaklı, kendi içerisinde siyasal bütünlük oluşturan yerellerin, Ortaçağ boyunca sürekli olarak husumet halinde bulundukları Avrupa, Standestaat döneminde dahi sürmekte olan çatışmaları sonlandırabilmeyi başarmış olmasından dolayı ‘ileri’ bir demokrasi geliştirmiştir diyebiliriz. Bu uzlaşmanın öncülleri, feodal ve vassalları arasındaki sözleşme örneklerinde de görüleceği üzere birbirini tanıma ve karşılıklı olarak sorunlar yaşamanın kimseye faydası olamayacağını kabul etme olgunluğuna dayanmaktadır. Yani Avrupa demokrasisi çatışma halinde geçen dönemi bir anlamda yorulması sebebi ile, kimi yerel iktidar odaklarının yok edilemeyeceklerini kabul ederek aşmıştır. Bu elbette doğrusal bir süreç değildir, merkezi denemelerden sonra dahi bugün bahsi geçen yerel odaklar İspanya’da, İngiltere’de, İtalya’da v.b olduğu üzere kendilerini var etmektedirler.

Buradan hareketle Avrupa demokrasisinin bugünkü krizi (mesela İslami ögelerle yaşadığı sorunlar) denilebilir ki Avrupalıların evrensel bir uzlaşma kültürü varmışcasına hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Halbuki var olan bir evrensel olgu söz konusuysa o da evrensel çatışma kültürüdür. Bu anlamda Avrupa demokrasisinin teorik savunusunu oluşturma derdi ile hareket ettiğini düşündüğüm Habermas’ın iletişimsel eylem kuramı temel hatalar barındırmaktadır. Tanıl Bora’nın Habermas’ın uzun uzun açımladığı araçsal- faydacı kavramını kullanarak eleştirdiği Kürt hareketi ise araçsal-faydacı olmaktan ziyade çatışmanın bir tarafı olarak yerel özerkliğini, dolayısı ile yok edilemez olduğunun artık anlaşılmasını talep etmektedir.

Bühler’in organon modelini yetersizlikle eleştiren Habermas, kendi çıkarı çerçevesinde hareket eden rasyonel birey yaklaşımının terk edilip yerine ancak katılımla ortaya çıkabilecek, uzlaşı hedefli eylem kavramının yerleştirilmesini istemektedir ancak ‘evrensel geçerlilik iddiaları’ üzerine temellendirdiği bu yaklaşımın Bühler’in tariflediği dil modelini ne derece aştığı ya da ondan hangi ölçüde farklılaştığı açıkçası belirgin değildir (ii). Yani insanlığın evrensel olarak aslında uzlaşmaya dönük hareket etmesi gerektiği önermesi iddia düzeyinde kalmaktadır. Dolayısı ile araçsal-faydacı olduğu farz edilen Kürt Özgürlük hareketinin hangi temel saiklerle araçsal-faydacı olduğu açıklanmalıdır. Çünkü yerinden yönetim ilkesi, tarafların, özellikle Kürtlerin hafızaları yokmuşçasına uzlaşma arayışı ile ele alınabilecek bir konu değildir. Eğer ki yerinden yönetim ilkesinin ele alınış tarzından ziyade özerklik talebine odaklanılırsa ‘yerinden yönetim ilkesine faydacı yaklaşıyorlar’ eleştirisi yerine ortaya atılan herhangi bir ilkenin ‘iyi ya da kötü ama yine de’ bir şekilde kullanılmasının altında yatan temel neden ortaya çıkacaktır.

Yani Kürt Özgürlük Hareketinin ve T.C devletinin savaşı sonlandırması tarafların ilkelere araçsal-faydacı yaklaşmak yerine iletişimsel yaklaşmaları sayesinde sağlanabilecek bir şey değildir. Tıpkı hukuk felsefesi tartışmalarında olduğu gibi ‘uzlaşı arayışındaki bir müzakere’ ya da ‘iletişimsel olarak hareket eden taraflar’ gibi tasarımlar, Rawls’ın ‘cehalet peçesi’ kurmacası kadar hipotetiktir. Ne Kürt Özgürlük Hareketi ne T.C, ilkelere tüm geçmiş yokmuşçasına her şeyi silerek ve de müzakere öncesinde herhangi bir karar almadan, kendi amaçlarını belirlemeden yaklaşamazlar. Çünkü sadece yaşanan uzun kirli savaş değil tarihin tamamı bunu engellemektedir.

Bu engellemenin nasıl bir engelleme olduğu Mouffe’nin Wittgenstein üzerinden geliştirdiği –bana kalırsa bir yerden sonra tıkandığı- çalışmalarında rahatlıkla okunabilmektedir. Kürt özgürlük hareketi ve T.C birbirleri için Shimitt’ci anlamıyla ‘onlar’ pozisyonundadır. Bu ‘Onlar’ pozisyonu çokca tartışıldığı üzere ‘Biz’ oluşumunun tetikleyicisidir. Yani yukarıya dönecek olursak olası bir demokrasinin temel dinamiği uzlaşma arayışındaki safiyane gruplar/bireyler değil aksine karşıtlıkları ile birbirini var eden ‘biz’ ve ‘onlardır’. Bu noktada Mouffe’nin P. Anderson’dan aktardığı üzere siyaset sahnesinin uzlaşmalar için mi yoksa çatışmalar için mi bir zemin olduğu sorunsalı tartışmaya en genel çerçeveyi oluşturmalıdır. (iii) Kürt sorunu konusunda bugünün ‘biz’ ve ‘onları’ yani Kürtler ve T.C elitleri, ancak bu soruya verilecek yanıttan hareket edilerek doğru analiz edilebilir. ‘Biz ve ‘onlar’ siyaset alanında karşı karşıya gelmezden evvel oluşan yaşam biçimleri, karşı karşıya gelen ‘biz’ ve ‘onların’ nesnel zeminidir. Son kertede farklı eyleme şekillerine dayanan Wittgensteincı yaşam biçimlerinin (iv) etkileşimindeki sağlıksızlık sebebi ile Kürt meselesinde son otuz senede bu iki farklı öbek maalesef Mouffe’nin meşru hasımlık olarak ele aldığı kategoriyi aşmış ve antogonizma, adıyla söyleyecek olursak gerilla savaşı biçimine bürünmüştür.

Bu noktada barış, tekrar vurgulamak istediğim üzere yerellik ilkesine olan yaklaşımların eleştirilmesinden çok daha farklı ele alışları gerektirmektedir. Çünkü farklı yaşam biçimleri söz konusuysa ve bu yaşam biçimleri birbirleri karşısında ‘biz’ ve ‘onlar’ boyutundaysa ve yıpratıcı bir silahlı mücadele evresindelerse, yapılması gereken çeşitli ilkelere yaklaşımı yermek değil taraflara yaklaşımı değiştirmektir. Ancak tarafların gerçek bir tarifi yol yordam tartışmalarından sıyrılmamızı sağlayacaktır.


Üstü Örtülü Kabûl:

Otuz senedir süren savaş ve savaşın neden olduğu yıpratıcı yaşam koşulları, ne Kürt Özgürlük Hareketini ne de T.C yi mutlak bir zafere taşımakta. Burada altı çizilmesi gereken husus bu savaşın kendisinin, olağan üstü hal uygulamalarının ya da DTP’nin var oluşunun zaten de facto olarak Kürt’lerin yoğun olarak yaşadığı bölgenin farklı bir iktidar odağı olduğunun örtülü kabülünü simgelemesidir. Halihazırda savaşın etkisini yaşamayan vatandaşlar olmadığını varsayarsak, zaten kimse memlekette tek bir iktidar merkezi olduğunu ekonomik, politik, sosyal vb. aktivitelerinde kabul etmemektedir. Dolayısı ile barış için söylenen şarkılar her ne kadar hepimiz kardeşiz, yok ayrımız gayrımız dese de kardeşler birbirlerinin iktidar alanlarını örtülü olarak kabul etmektedirler. Bu durumun akla ilk gelen göstergeleri DTP’nin bir türlü Türkiye partisine dönüşememesi ya da Kürt sorununa duyarlı sosyalistlerin birçok farklı faktörün de etkisiyle sosyalistler arasında dahi ancak zayıf bir damarı temsil etmesidir. MHP ve CHP’nin Kürt iktidar alanında tabela partisi düzeyinde bulunması zaten bilinen bir durumdur. Bu örtülü kabulleniş karşı tarafın gerçek bir kabullenişine döndüğü taktirde sorunun çözümü doğrultusunda yol alınabilir. Bu açıdan federasyon tartışması derinleştirilmelidir. Çünkü bu öneri tarafların birbirini gerçekten kabul etmesi ihtimalini içermektedir.

Tüm bu aktarımlar ışığında sormamız gereken soruyu değiştirmekte fayda görüyorum. Mesele ‘federasyon tartışması faydalı olur mu olmaz mı?’ sorusundan daha radikal biçimde ele alınmalıdır. Bugünün sorusu ‘federasyondan azı Kürt halkını tatmin eder mi etmez mi?’ olmalıdır. Çünkü açıklamaya çalıştığım gibi geçmişten beri var olagelen farklı yaşam formları meşru hasımlar olarak addedilemez bir noktadalar, binlerce cana mal olan savaş ne yazık ki iki tarafın da zihinsel dünyasının, diğer taraf ile doğal bir ilişkiye girmesini mevcut şartlar altında engellemekte. Dolayısı ile Türklerin ve Kürtlerin tekrar sağlıklı br ilişki kurabilmesinin yolu –daha makul bir öneri ortaya atılmadığı sürece- federasyon gibi görünmektedir.

Diyalog çağrıları son derece önemli elbette ve desteklenmesi gerekiyor fakat gün gibi ortada olan tarafların masaya sonuç elde etmek için gidecek olması. Yani ‘iletişimsel’ bir müzakere sürecinin daha başlamadan bitecek olması. Ancak sorunun çözümü için diyalogun işaret edilmesinde yine de fayda var. Çünkü T.C’yi temsilen masaya gidecek olan hükümetin sadece masaya oturuyor olması dahi Kürt realitesinin, Kürt iktidar alanının devlet tarafından resmen kabulü olacaktır. Bu sebeple devletin açıktan bir diyaloga ‘evet’ demesinin Kürtler açısından tek muhtemel tatmin edici adım olmasının sebebi, en azından federasyona giden sürecin başlaması olabilir.

Sonuç olarak Türkiyeli sosyalistlerin yaşananları okumakta maalesef sıkıntılar yaşadığını düşünüyorum. Savaşın sona ermesi tabi ki hepimizin temennisi. Ancak arzu edilen diyalog zemini takdir edersiniz ki sihirli değnek değil. Sol cenahta ve demokrat çevrelerde sık sık dile gelen ‘farklılıklarımızla bir arada yaşamak’ isteğinin içinin doldurulması gerekiyor. Diyalog önemli bir adım ama demokratik gelişkinliğimizin bir sonucu ya da T.C devletinin bir lütfu değil aksine bu savaşın sürdürülemez bir hal almasının sonucu. İşte bu anlamda kavga etmekten yorulmuş kardeşlerin, birbirlerinin iktidar alanını tanıması yani aynı evde ama farklı odalarda kalması, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın en gerçekçi formülü olabilir.



KAYNAKÇA:.
i) Federasyonu Düşünmek, Tanıl Bora, Birikim, Sayı 256-257
ii) On the Pragmatics of Communication p.106 - 111, J.Habermas, MIT Press, 4/2000
iii) Siyasal Üzerine,p.63, Chantal Mouffe, İletişim
iv) Philosophical Investigations, p.10, Ludwig Wittgenstein, Blackwell Publishing 2001