Yaşanan kanlı savaşın
sona ermesi adına bilhassa BDP temsilcilerinin sık sık
dillendirdiği Federasyon ya da demokratik özerklik tartışması
geçen ayın Birikim’inde Tanıl Bora tarafından ele alınmıştı.
(i) Genel hatlarıyla yazı önerinin içeriğini ya da
bağlamını fazlaca irdelemeden yaşanan tartışmaların üzerine
niyet beyan ediyor ve eğer gözden kaçırmadıysam federasyonu da
konuşur olduk, iyi de oldu düşüncesi ile bitiyordu. Ben
yazının, Kürt sorununun çözümünü gönülden isteyen ve çözümün
yolu federasyonsa bunu da rahatlıkla tartışabilecek bir
anlayışla yazıldığını düşünüyorum. Dolayısı ile bu yazıda
belirteceğim hususların ancak bir dost eleştirisi olarak
yorumlanması ve Kürt sorunun çözümünde önemli bir moment olan
federasyon önerisinin doğru zemine oturtulup tartışılmasına
katkı sunmaya çalıştığımın atlanmaması temennimdir.
Yazıdan cımbızlamak istediğim ve siyaset felsefesinde önemli
yer tutan bir kavram var. Bağlamından kopardığım düşünülebilir
ancak yine de yazarın zihin dünyasının hangi kaynaklardan
beslendiği konusunda bizlere fikir sağlayacağını düşündüğüm
için bu riski göze alacağım. Yazar Kürt Özgürlük Hareketi’nin
yasal alandaki en başat temsilcisi olan BDP’yi ve ‘özerklik
talebinin yerinden yönetim ilkelerine bağlanması çabasını’
eleştirirken araçsal-faydacı rasyonalite kavramını kullanıyor.
‘Geçerken değinelim’ biçiminde yapılmış olan bu eleştirinin
köklerinin daha geniş bir zemine oturtulduğunu düşünebiliriz
elbette. Bu zeminin tarihsel muhtevası ise ‘yabancılaşmamış’
bir siyasallaşma talebine sahip olan yerelci / anarko
geleneğin, Tanıl Bora tarafından ‘itirazım yok’ düzeyinde
savunulmasında karşımıza çıkıyor.
Rudolf Rocker’ın serbest şehirler çağı olarak tariflediği
dönemin ve daha eskisinde antik Yunan demokrasisinin
barındırdıkları, özerklik ve ‘özyönetim’ içeriklerinden dolayı
savunulan birer olgu olması, tüm bu dönemlerin bir
tartışmasını gerektirmekle beraber Tanıl Bora’nın Rudolf
Rocker aracılığı ile gündeme getirdiği bu tarihi
‘özerkliklerin’ yazıda önemlice bir özelliğinin atlandığını
düşünüyorum. Bugünün ileri demokrasisi sayılacak Avrupa
demokrasisinin, bahsi geçen özerk şehirler döneminde
temellerinin atıldığını ve Avrupa demokrasisinin Habermas’ın
araçsal akıl- iletişimsel akıl karşıtlığından ziyade Carl
Shmitt’in biz-onlar ayrımından temel itkisini aldığını
düşünmekteyim. Bu noktada Avrupa demokrasisinin gelişiminde
karşısındakine ‘tahammül etme’ anlayışının hakim olduğu, ve
dolayısı ile ‘araçsal-faydacı yaklaşıyorlar’ gibi
eleştirilerin, olaylara sanki iletişimsel yaklaşmak
mümkünmüşcesine ortaya atıldığında, desteksiz kalacağı
kanaatindeyim. Bu noktalardan dolayı Kürt sorununa ele
alırken, ‘araçsal-faydacı yaklaşıyorlar’ eleştirisini doğru ya
da yanlış bulmaktan ziyade geçersiz bulduğumu belirtmek
isterim.
Avrupa demokrasisi üzerinden konuyu biraz açmaya çalışalım.
İrili ufaklı, kendi içerisinde siyasal bütünlük oluşturan
yerellerin, Ortaçağ boyunca sürekli olarak husumet halinde
bulundukları Avrupa, Standestaat döneminde dahi sürmekte olan
çatışmaları sonlandırabilmeyi başarmış olmasından dolayı
‘ileri’ bir demokrasi geliştirmiştir diyebiliriz. Bu
uzlaşmanın öncülleri, feodal ve vassalları arasındaki sözleşme
örneklerinde de görüleceği üzere birbirini tanıma ve
karşılıklı olarak sorunlar yaşamanın kimseye faydası
olamayacağını kabul etme olgunluğuna dayanmaktadır. Yani
Avrupa demokrasisi çatışma halinde geçen dönemi bir anlamda
yorulması sebebi ile, kimi yerel iktidar odaklarının yok
edilemeyeceklerini kabul ederek aşmıştır. Bu elbette doğrusal
bir süreç değildir, merkezi denemelerden sonra dahi bugün
bahsi geçen yerel odaklar İspanya’da, İngiltere’de, İtalya’da
v.b olduğu üzere kendilerini var etmektedirler.
Buradan hareketle Avrupa demokrasisinin bugünkü krizi (mesela
İslami ögelerle yaşadığı sorunlar) denilebilir ki
Avrupalıların evrensel bir uzlaşma kültürü varmışcasına
hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Halbuki var olan bir
evrensel olgu söz konusuysa o da evrensel çatışma kültürüdür.
Bu anlamda Avrupa demokrasisinin teorik savunusunu oluşturma
derdi ile hareket ettiğini düşündüğüm Habermas’ın iletişimsel
eylem kuramı temel hatalar barındırmaktadır. Tanıl Bora’nın
Habermas’ın uzun uzun açımladığı araçsal- faydacı kavramını
kullanarak eleştirdiği Kürt hareketi ise araçsal-faydacı
olmaktan ziyade çatışmanın bir tarafı olarak yerel
özerkliğini, dolayısı ile yok edilemez olduğunun artık
anlaşılmasını talep etmektedir.
Bühler’in organon modelini yetersizlikle eleştiren Habermas,
kendi çıkarı çerçevesinde hareket eden rasyonel birey
yaklaşımının terk edilip yerine ancak katılımla ortaya
çıkabilecek, uzlaşı hedefli eylem kavramının yerleştirilmesini
istemektedir ancak ‘evrensel geçerlilik iddiaları’ üzerine
temellendirdiği bu yaklaşımın Bühler’in tariflediği dil
modelini ne derece aştığı ya da ondan hangi ölçüde
farklılaştığı açıkçası belirgin değildir
(ii). Yani insanlığın evrensel olarak aslında uzlaşmaya
dönük hareket etmesi gerektiği önermesi iddia düzeyinde
kalmaktadır. Dolayısı ile araçsal-faydacı olduğu farz edilen
Kürt Özgürlük hareketinin hangi temel saiklerle
araçsal-faydacı olduğu açıklanmalıdır. Çünkü yerinden yönetim
ilkesi, tarafların, özellikle Kürtlerin hafızaları
yokmuşçasına uzlaşma arayışı ile ele alınabilecek bir konu
değildir. Eğer ki yerinden yönetim ilkesinin ele alınış
tarzından ziyade özerklik talebine odaklanılırsa ‘yerinden
yönetim ilkesine faydacı yaklaşıyorlar’ eleştirisi yerine
ortaya atılan herhangi bir ilkenin ‘iyi ya da kötü ama yine
de’ bir şekilde kullanılmasının altında yatan temel neden
ortaya çıkacaktır.
Yani Kürt Özgürlük Hareketinin ve T.C devletinin savaşı
sonlandırması tarafların ilkelere araçsal-faydacı yaklaşmak
yerine iletişimsel yaklaşmaları sayesinde sağlanabilecek bir
şey değildir. Tıpkı hukuk felsefesi tartışmalarında olduğu
gibi ‘uzlaşı arayışındaki bir müzakere’ ya da ‘iletişimsel
olarak hareket eden taraflar’ gibi tasarımlar, Rawls’ın
‘cehalet peçesi’ kurmacası kadar hipotetiktir. Ne Kürt
Özgürlük Hareketi ne T.C, ilkelere tüm geçmiş yokmuşçasına her
şeyi silerek ve de müzakere öncesinde herhangi bir karar
almadan, kendi amaçlarını belirlemeden yaklaşamazlar. Çünkü
sadece yaşanan uzun kirli savaş değil tarihin tamamı bunu
engellemektedir.
Bu engellemenin nasıl bir engelleme olduğu Mouffe’nin
Wittgenstein üzerinden geliştirdiği –bana kalırsa bir yerden
sonra tıkandığı- çalışmalarında rahatlıkla okunabilmektedir.
Kürt özgürlük hareketi ve T.C birbirleri için Shimitt’ci
anlamıyla ‘onlar’ pozisyonundadır. Bu ‘Onlar’ pozisyonu çokca
tartışıldığı üzere ‘Biz’ oluşumunun tetikleyicisidir. Yani
yukarıya dönecek olursak olası bir demokrasinin temel dinamiği
uzlaşma arayışındaki safiyane gruplar/bireyler değil aksine
karşıtlıkları ile birbirini var eden ‘biz’ ve ‘onlardır’. Bu
noktada Mouffe’nin P. Anderson’dan aktardığı üzere siyaset
sahnesinin uzlaşmalar için mi yoksa çatışmalar için mi bir
zemin olduğu sorunsalı tartışmaya en genel çerçeveyi
oluşturmalıdır. (iii) Kürt sorunu
konusunda bugünün ‘biz’ ve ‘onları’ yani Kürtler ve T.C
elitleri, ancak bu soruya verilecek yanıttan hareket edilerek
doğru analiz edilebilir. ‘Biz ve ‘onlar’ siyaset alanında
karşı karşıya gelmezden evvel oluşan yaşam biçimleri, karşı
karşıya gelen ‘biz’ ve ‘onların’ nesnel zeminidir. Son kertede
farklı eyleme şekillerine dayanan Wittgensteincı yaşam
biçimlerinin (iv) etkileşimindeki
sağlıksızlık sebebi ile Kürt meselesinde son otuz senede bu
iki farklı öbek maalesef Mouffe’nin meşru hasımlık olarak ele
aldığı kategoriyi aşmış ve antogonizma, adıyla söyleyecek
olursak gerilla savaşı biçimine bürünmüştür.
Bu noktada barış, tekrar vurgulamak istediğim üzere yerellik
ilkesine olan yaklaşımların eleştirilmesinden çok daha farklı
ele alışları gerektirmektedir. Çünkü farklı yaşam biçimleri
söz konusuysa ve bu yaşam biçimleri birbirleri karşısında
‘biz’ ve ‘onlar’ boyutundaysa ve yıpratıcı bir silahlı
mücadele evresindelerse, yapılması gereken çeşitli ilkelere
yaklaşımı yermek değil taraflara yaklaşımı değiştirmektir.
Ancak tarafların gerçek bir tarifi yol yordam tartışmalarından
sıyrılmamızı sağlayacaktır.
Üstü Örtülü Kabûl:
Otuz senedir süren savaş ve savaşın neden olduğu yıpratıcı
yaşam koşulları, ne Kürt Özgürlük Hareketini ne de T.C yi
mutlak bir zafere taşımakta. Burada altı çizilmesi gereken
husus bu savaşın kendisinin, olağan üstü hal uygulamalarının
ya da DTP’nin var oluşunun zaten de facto olarak Kürt’lerin
yoğun olarak yaşadığı bölgenin farklı bir iktidar odağı
olduğunun örtülü kabülünü simgelemesidir. Halihazırda savaşın
etkisini yaşamayan vatandaşlar olmadığını varsayarsak, zaten
kimse memlekette tek bir iktidar merkezi olduğunu ekonomik,
politik, sosyal vb. aktivitelerinde kabul etmemektedir.
Dolayısı ile barış için söylenen şarkılar her ne kadar hepimiz
kardeşiz, yok ayrımız gayrımız dese de kardeşler birbirlerinin
iktidar alanlarını örtülü olarak kabul etmektedirler. Bu
durumun akla ilk gelen göstergeleri DTP’nin bir türlü Türkiye
partisine dönüşememesi ya da Kürt sorununa duyarlı
sosyalistlerin birçok farklı faktörün de etkisiyle
sosyalistler arasında dahi ancak zayıf bir damarı temsil
etmesidir. MHP ve CHP’nin Kürt iktidar alanında tabela partisi
düzeyinde bulunması zaten bilinen bir durumdur. Bu örtülü
kabulleniş karşı tarafın gerçek bir kabullenişine döndüğü
taktirde sorunun çözümü doğrultusunda yol alınabilir. Bu
açıdan federasyon tartışması derinleştirilmelidir. Çünkü bu
öneri tarafların birbirini gerçekten kabul etmesi ihtimalini
içermektedir.
Tüm bu aktarımlar ışığında sormamız gereken soruyu
değiştirmekte fayda görüyorum. Mesele ‘federasyon tartışması
faydalı olur mu olmaz mı?’ sorusundan daha radikal biçimde ele
alınmalıdır. Bugünün sorusu ‘federasyondan azı Kürt halkını
tatmin eder mi etmez mi?’ olmalıdır. Çünkü açıklamaya
çalıştığım gibi geçmişten beri var olagelen farklı yaşam
formları meşru hasımlar olarak addedilemez bir noktadalar,
binlerce cana mal olan savaş ne yazık ki iki tarafın da
zihinsel dünyasının, diğer taraf ile doğal bir ilişkiye
girmesini mevcut şartlar altında engellemekte. Dolayısı ile
Türklerin ve Kürtlerin tekrar sağlıklı br ilişki
kurabilmesinin yolu –daha makul bir öneri ortaya atılmadığı
sürece- federasyon gibi görünmektedir.
Diyalog çağrıları son derece önemli elbette ve desteklenmesi
gerekiyor fakat gün gibi ortada olan tarafların masaya sonuç
elde etmek için gidecek olması. Yani ‘iletişimsel’ bir
müzakere sürecinin daha başlamadan bitecek olması. Ancak
sorunun çözümü için diyalogun işaret edilmesinde yine de fayda
var. Çünkü T.C’yi temsilen masaya gidecek olan hükümetin
sadece masaya oturuyor olması dahi Kürt realitesinin, Kürt
iktidar alanının devlet tarafından resmen kabulü olacaktır. Bu
sebeple devletin açıktan bir diyaloga ‘evet’ demesinin Kürtler
açısından tek muhtemel tatmin edici adım olmasının sebebi, en
azından federasyona giden sürecin başlaması olabilir.
Sonuç olarak Türkiyeli sosyalistlerin yaşananları okumakta
maalesef sıkıntılar yaşadığını düşünüyorum. Savaşın sona
ermesi tabi ki hepimizin temennisi. Ancak arzu edilen diyalog
zemini takdir edersiniz ki sihirli değnek değil. Sol cenahta
ve demokrat çevrelerde sık sık dile gelen ‘farklılıklarımızla
bir arada yaşamak’ isteğinin içinin doldurulması gerekiyor.
Diyalog önemli bir adım ama demokratik gelişkinliğimizin bir
sonucu ya da T.C devletinin bir lütfu değil aksine bu savaşın
sürdürülemez bir hal almasının sonucu. İşte bu anlamda kavga
etmekten yorulmuş kardeşlerin, birbirlerinin iktidar alanını
tanıması yani aynı evde ama farklı odalarda kalması,
farklılıklarımızla bir arada yaşamanın en gerçekçi formülü
olabilir.
KAYNAKÇA:.
i) Federasyonu Düşünmek, Tanıl Bora, Birikim, Sayı
256-257
ii) On the Pragmatics of Communication p.106 - 111, J.Habermas,
MIT Press, 4/2000
iii) Siyasal Üzerine,p.63, Chantal Mouffe, İletişim
iv) Philosophical Investigations, p.10, Ludwig
Wittgenstein, Blackwell Publishing 2001 |