|
|
................... |
|
................... |
PRO PATRİA MORİ: VATAN İÇİN ÖLMEK (ÖLDÜRMEK)
YA DA VAHŞETİN ESTETİĞİ |
Derviş Aydın Akkoç
Birikim Dergisi, 31
Temmuz 2010 |
|
|
................... |
|
................... |
“My friend, you would not tell
with such high zest
To children ardent for some desperate glory,
The old Lie; Dulce et Decorum est
Pro partria mori.”
(Wilfred Owen, 1917)
Tüm toplumlar “savaş kurbanlarını” şu ya da bu şekilde
estetize etmişlerdir. Siyasi, hukuki ya da dini bir değer
uğruna “hayatını ortaya koyan” ve ortaya koyduğu bu hayatı,
savaş esnasında yitiren kişiler ya tanrılaştırılmış ya da
kahramanlaştırılmışlardır. Gerek Antik Yunan’da gerekse Roma
İmparatorluğu’nda “vatan için ölmek” (pro patria mori) genel
siyasi düşüncenin önemli bir bileşenini oluşturuyordu. Patria,
yani vatan, Yunan’daki polis ya da Roma’daki respublica
kavramlarıyla doğrudan ilişkiliydi. Öte yandan vatan için
ölmeye, siyasi ve hukuki söylemin bir parçası olması hasebiyle
manevi bir içerik yüklenmişti. Kantorowicz’in belirttiği üzere
Antik dönemde patria salt coğrafi bir anlama sahip değildi.
Vatan kavramı daha ziyade yurttaşların (politai) içinde
yaşamlarını sürdürdükleri “evren” (kosmos) anlamında
kullanılıyordu. Bu kosmos, Yunan’da polis, Roma’daysa
respublica’da cisimleşiyordu. Bu nedenle vatan için ölmek,
aslında yurttaşların siyasi bütünlüğünü ifade eden polis ya da
respublica için ölmek demekti. Örneğin geniş bir alana yayılan
Roma İmparatorluğu kendi “bütünlüğü” içinde bir kent (polis)
olarak tasavvur ediliyordu. “Roma’nın gittiği her yer
Roma’dır” söylemi de, bu duruma atıftı. Kantorowicz’e göre,
Romalı bir asker Galya, Suriye ya da İspanya’daki bir
çarpışmada hayatını kaybettiğinde pro patria (kahraman) olarak
ölüyordu. Ne var ki, Roma İmparatorluğu bir patria, vatan
değildi. Patria’dan ziyade orbis Ramanus (Roma dünyası) vatan
kavramının yerine geçiyordu. Bir başka ifadeyle bu geniş
imparatorluğun savunulması esnasında yaşamını kaybeden
insanlar respublica Romana (Roma siyasi bütünü) adına
hayatlarını feda ediyorlardı.
Yunan’daki polis ya da Roma’daki respublica uğruna ölenlere
karşı büyük bir “saygı” duyuluyordu. Kantorowicz’e göre, bu
saygının altında yatan saik başlangıçta “ölülerin geri
döneceğine dair dini korkuyla” alakalıydı. Söz konusu dinsel
korkudan hareketle daha sonra ölülerin yarı-tanrılaştırılması
süreci yaşandı. İÖ V. yüzyılda savaş kurbanlarının
estetik-mitik kurgulanma süreci son şeklini aldı. Savaşlarda
ölenler için ilk defa “resmi mezarlar” yapılmaya başlandı.
Ölüler, mezarlar ya da törenlerle onurlandırılıyordu artık.
Epik şiirlerde, felsefi anlatılarda, dinsel söylemlerde
savaşçıların “cesaretleri”, “fedakârlıkları” ve
“kahramanlıkları” işleniyordu.
Ne var ki, bu onurlandırma pratikleri tek taraflı değildi.
Şöyle ki, resmi onurlandırma sadece zafer kazanmış güçler için
değil, mağlup güçler için de geçerliydi. Savaşta hayatını
kaybedenlere yönelik olarak karşılıklı saygı duyuluyordu.
Sözgelimi Homeros İlyada adlı eserinde kendi halkı olan
Akhaları savaşçılıkları ve erdemleri bakımından överken,
düşman güçlerin başında yer alan ve ağır bir hezimete uğrayan
Hektor’u da övüyordu. Zira düşman, düşman da olsa hâlâ
insandı. Düşmanın düşman olma hali, onun belli bir “estetik
bütünlüğe” kavuşturulmasını gerekli kılıyordu. Bu nedenle
Antik dönemde savaşçıların cesetlerine yönelik estetik bir
hassasiyet geliştirilmişti. Ölüm, belli bir kutsallık
tasarrufuyla güzelleniyordu.
Antik çağın “savaş kurbanı” ve savaşçı imgeleri, Ortaçağ’a
girişle birlikte çözülmeye başladı. İmge ikiye bölündü.
Ortaçağ’da insanlar polis ya da respublica için değil,
efendisi ya da lordu için ölüyordu bu defa. Manevi içerik, bir
başka anlam ve değerler kümesi tarafından yeniden
kurgulanıyordu. Daha sonra Hıristiyanlığın da etkisiyle vatan
için ölmek ile Tanrı için ölmek arasında bağ kuruldu. Vatan ve
Tanrı kavramları birbirlerinin muadili olarak tahayyül
ediliyordu. Kişinin hayatını “Tanrı’nın Krallığı” uğruna feda
etmesi ile dünyevi krallık uğruna feda etmesi arasında
paralellikler kuruluyordu. Ölenleri nitelemek için şehitlik
kavramını kullanmak yaygın bir hal aldı. Zamanla efendi ya da
krallar adına ölenler ile Tanrı adına ölenler arasındaki ayrım
silikleşti. Böylece Antik dönemin vatan kavramı niteliksel bir
değişim geçirdi; coğrafi anlamda ülkeye, siyasi anlamdaysa
devlete göndermede bulunmaya başladı. Vatan kavramının devlete
ve siyasi iktidara olan mesafesinin ortadan kalkmasıyla
imgenin bölünmüş yapısı yeniden birleştirilmiş oluyordu.
Dönemin sonuna doğru insanlardan hayatlarını talep eden siyasi
iktidarlar, hem Tanrı’ya hem de siyasi temsil olarak krallığa
vurgu yapıyordu.
Modern devlet paradigmasına geçişle birlikte vatan kavramının
Ortaçağ’ın sonlarında kazandığı anlam, Weber’in ifadesiyle
“büyüsünü” yitirdi. Mistik unsur olarak Tanrı kavramı vatan
kavramının çeperlerine itildi. I. ve II. Dünya Savaşlarında
vatan için ölmeye atfedilen tarihsel ve kültürel anlam, büyük
ölçüde dağıldı. Bu durum oldukça ürkütücü bir düzeye ulaştı.
Öyle ki, Kantorowicz’in gözlemiyle “bir askerin hayatını,
hayat kaybına eşdeğer herhangi bir manevi karşılık olmaksızın
istemek üzeriyiz” (Devlet Kuramı, Dost Kitabevi, s. 125).
Modernliğin ölme ve öldürme biçimlerindeki kritik eşik de,
burasıdır. Siyasi iktidarlar egemenlikleri altında olan
yurttaşlarından hayatlarını talep ederken, talepte bulunduğu
hayatların karşılığını sunma hususunda kifayetsiz kalmıştır.
Herhangi bir yeni değer yaratamamışlardır. Geleneksel şehitlik
anlayışını modern ölümlere uyarlayarak, ölümü “ulusal onur”,
“vatanseverlik” gibi söylemlerle telafi etmeye çalışmakla
yetinmektedir modern siyasi iktidarlar.
Vatan sözcüğünün modern yeniden değerlendirilmesiyle, sözcüğe
yüklenen anlamlar Antik modeldeki kullanım biçimine tuhaf bir
biçimde geri döndü. Vatan mefhumu siyasi iktidar olarak,
dünyevi devletle ilişkilenmeye başladı. Lakin Antik dönemin
düşman ve savaş kavramlarına değer bahşeden unsurlar ya
yapısal dönüşümlere uğradı ya da büsbütün ortadan kalktı.
Geleneksel yiğitlik ve kahramanlık söylemleri tuzla buz oldu.
Zira düşman kavramının insan kavramıyla olan ilişkisi kesildi.
Modern anlamlandırmada düşman, “onura” sahip değildir. Düşman,
onurdan ziyade belirleyici sıfat olarak “hayvanlık”
çağrışımlarını da barındıran kahpelikle tanımlanır. Öyle ki,
düşman terörle mücadelede olduğu gibi “düşman statüsüne” dahi
çoğu zaman sahip olmayabiliyor. Düşman cephede konuşlanır,
hayvanlarsa inlerde. Düşmanlar göğüs göğse çarpışmada
öldürülüyorken, hayvanlar inlerinde avlanıyor artık.
Bu durumun yansımasını Türkiye’deki “kirli savaşta”
gözlemleyebiliriz. Kürt Sorunu özelinde öldürülmüş
“savaşçıların” burunları ve kulakları kesiliyor; gözleri
oyuluyor. Cesetlere yapılan kötü muamelelerle cesedin temsil
ettiği düşman kuvvetler aşağılanıp, çirkinleştiriliyor. Bu
durum bir de-estetizasyon, yani çirkinleştirme süreci olarak
değerlendirilebilir. Fakat bana öyle geliyor ki tam tersi
biçimde de değerlendirilebilir. Öyle ki, modern savaş ve
düşman gerçekliğine uygun yeni bir estetiğin tedavüle
sokulduğu kanaatindeyim. Bu estetik vahşetin, çirkinliğin
estetiğidir. Öncelikle ve sadece korkuyu eksen almaktadır bu
estetik. Varlığıyla dehşet saçan, kanı donduran vahşet
estetiği modern devlet aklının tezahürüdür. Modern devlet, M.
De Sade’ın güzellik ve çirkinlik arasında yaptığı ayrımın geç
de olsa farkına vardı gibi: “güzellik basit bir şeydir,
olağandışı olan çirkinliktir. Güzellik basit anlamıyla çarpıcı
olamaz. Çirkinlik, çürümüşlük çok daha sert bir darbe yaratır,
çok daha güçlü sarsar” (Sodom, Çiviyazıları, s. 57).
Türkiye’de “çirkinliğin gücü” 1990’ların ortalarında
keşfedildi. Bugünlerde yeniden görünür hale geldi. PKK
üyelerine ait cesetlere yönelik çirkinleştirme
uygulamalarının, Kürt toplumunda “sarsıcı” ve “sert bir darbe”
yaratma amacıyla gerçekleştirildiği vakıadır. Cesetlere birer
leş muamelesi yapılarak, mücadele edilen insanların, insan
olmaktan kaynaklanan itibarları ellerinden alınıyor. Bu durum
da anlaşılırdır zira Antik dönemin karşılıklı saygı anlayışı,
yerini topyekûn bir saygısızlığa bıraktı.
Türkiye’de Kürt Sorunu özelinde Kantorowicz’in gözleminin
geçerli olduğu kanısındayım. “Herhangi bir manevi karşılık
olmaksızın” askerlerden yaşamları isteniyor. Vatan için ölme
fikri sıcaklığını, seferber edici gücünü halen muhafaza
etmektedir. Fakat mesele burada değil. Asıl sorun, vatan
kavramından anlaşılan tasavvurun belirsizliğindedir. Coğrafi
olarak vatan için mi yoksa siyasi birlik olarak “vatanın
bölünmez bütünlüğü” için mi askerlerden yaşamları talep
ediliyor? Tanıl Bora, Türk milliyetçiliğinin söylemsel olarak
vatan sözcüğüne yüklediği anlamın “haritalardan” ve
“kilometrekarelerden” ibaret olduğunu belirtiyor. Bu tespite
katılmamak mümkün değil. Harita olarak vatan, devlete dolayım
kurmanın da yegâne vasıtasıdır. Bu tasavvurda Türk kimliği
dışındaki çeşitli etnik unsurların kültürel çokluğu bir
zenginlik değil, zillet belirtisidir. Terk-i diyar etmek
zorunda bırakılanlar diyardan olduğu kadar haritalardan da
sürülmüş, silinmişlerdir.
Vatanın bölünmez bütünlüğü esprisi ile “devletin bölünmez
bütünlüğü” esprisi arasında kurulan bağda bir müphemlik söz
konusudur. Türkiye’de vatan için ölmek ya da öldürmek devlet
için ölmek ve öldürmek anlamına geliyor. Fakat hâkim ideolojik
söylem tam da bu durumu peçelemek üzere işliyor. Zira niçin ve
neden savaştığı hakkında pek bir fikri olmayan insanları,
ölmeye ve öldürmeye şartlandırmak, başka türlü mümkün
değildir. Vatan sözcüğü siyasilerin muhayyilesinde haritadan
ibaret olduğu için, terörle mücadele esnasında ormanların
yakılması gibi uygulamalardan imtina edilmiyor. Ormanların
yakılmasıyla birlikte insanların yanı sıra, hayvanların da
varlığı silinip gidiyor.
Devlet özgülünde gerçekleşen süreç, bir bakıma PKK için de
geçerli. PKK de yılları bulan bu savaşta militanlarından
hayatlarını talep ederken eski “manevi karşılıkları” epeyce
bir aşındırdı. Gerillalar niçin ölmektedirler? Bu soru aslında
Türkiye kamuoyunda bir başka önemli sorudan sonra geliyor: PKK
ne istiyor? PKK’nin siyasi talepleri, militanlarının ölme ve
öldürme gerekçesidir. PKK tarafından öne sürülen gerekçelerin
belirsizliği, dahası politik taleplerin mütemadiyen değişmesi,
sanırım Türk halkından önce Kürt halkı nezdinde kimi soruların
sorulmasına neden olacak, oluyor. Hakikaten Kürt gençleri
niçin ölüyor? Parçalanmış bir vatan imgesi olarak Kürdistan
için mi, kültürel-anayasal haklar için mi, devrim için mi,
“demokratik özerklik” için mi? Niçin bu ölmeler, öldürmeler?
Wilfred Owen’ın dizeleri bugün her zamankinden daha bir
çarpıcı. Şaire göre, vatan için ölmek (pro patria mori) “eski
bir yalandır”. Bu yalanın böyle şevkle dile getirilmemesini
talep ediyor Owen. Bilhassa da bu yalanın yaratacağı “umutsuz
şöhrete” heves eden çocuklara karşı… |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|