İlk gençliğimin en sevdiğim
delilerinden biri olan, lakin zehirlenerek öldürülen deli Ramo’nun
anısına…
Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini epeydir pek
okumuyorum; şöylece bir göz atıp hemen “kaçıyorum” mayınlarla dolu
bu netameli araziden. Hikâyelerde anlatılanlar, tüm çıplaklığıyla
resmedilenler yıkıcı bir gerçeklik etkisine sahip: Kadın
cinayetleri, toplu tecavüzler, linç teşebbüsleri, satırlı baltalı
katliamlar, hayvanlara yapılıp edilen eziyetler, çocuk
istismarları… Medyanın haberleri servis etme biçimi elbette
ziyadesiyle pornografik, bakışlarımı kaçırmamın en önemli
nedenlerinden biri bu “teknik” veçheyle ilgili. Dayanamıyorum,
boğulacakmış gibi oluyorum, behemehâl kaçıyorum... Firar etme
hususunda sanırım pek yalnız sayılmam, şöyle ki benimle aynı
davranışı sergileyen, yani bu karanlık, puslu alanlardan inceden
sıvışan, bakışlarını çekip alan ve neden sonra sükûnete gömülen
yabana atılmayacak bir çoğunluk var.
Bu yazıda haberlere
konu olan kurbanları ve cellâtları sorunsallaştırmak istemiyorum;
daha ziyade -işin içine kendimi de katarak- bu kaçaklar kitlesine
ilişkin kanaatlerimi -toplum kavramına istinaden- paylaşmak
istiyorum. Zihnimi uzun zamandır hakikaten kemiren mevzu şu:
Nereden kaçıyoruz sorusu kadar önemli olan bir başka soru(n) da
nereye kaçıyoruz sorusudur. Barbarlıktan medeniyete, karanlıktan
aydınlığa, kabalıktan inceliğe yahut zarafete mi? Kuvvetle
muhtemel böyle olduğunu düşünüyoruz. Bizlerden uzaklarda cereyan
eden, bizle hiçbir surette ilişkisi olmadığını düşündüğümüz
eylemlerden “insanlık” adına şikâyetçi oluyor, eylemlerin
faillerini ayıplıyor; ilk elden eğitim, çalışma koşullarında
iyileşme, daha fazla cezai önlem talep ediyoruz siyasi
yöneticilerimizden, daha doğrusu “koruyucu” devlet babamızdan…
Öyle ya, kimi yapısal dönüşümler tesis edilirse, mesela ceza
yasalarında sertlik uyarınca reformlara gidilirse, işsiz güçsüzler
takımına -lağım çukurlarında bile olsa- çeşitli işler tahsis
edilirse toplumu kasıp kavuran şu baş belası suçlar da azalacaktır
kanaatindeyizdir. Bu beylik fikirleri düşünürken nasıl da
amansızca modern, yani yalancı ve riyakârızdır oysa!
Medeniyetimizdeki barbarlığı, inceliklerimizdeki kabalıkları,
kibar eylemlerimizdeki şiddeti peçelemenin en iyi yolu, barbarlığı
hayatın kenarlarında/tenhalarında konuşlandırmak, ona uzaktan
bakmak, kimi olaylar nüksettiğinde yerli yersiz dehşete düşmek,
kendimizdeki evcil barbarlığı görünmezleştirmektir bana kalırsa.
Bireysel olduğu kadar toplumsal olarak da bu işi çok iyi
yapıyoruz; hele de şu okumuşlar cenahı, yani Tomris Uyar’ın
“dilbilirler kalabalığı” dediği mürekkep yalamışlar kesimi, bu
işin en mahirlerindendir. Oysa toplumun birbiriyle bağlantılı iki
yüzü bulunmaktadır: şeffaf, sıcak, güzel, ideal ve cazip olanın
arka yüzünde durmaksızın işleyen dağınık, soğuk ve korkutucu bir
başka yüz daha vardır, üçüncü sayfa haberlerinin de içinde yer
aldığı çirkin yüzden söz ediyorum.
TOPLUMA
MUSALLAT OLMUŞ “HAYALETLER”
“İnsan” ve hatta
siyaset anlayışlarımızı ekseriyetle görünenden hareketle kurarız.
Görünenin ardındakiler, yani şu tanımsız istisnalarsa
anlayışlarımıza, değer yargılarımıza çomak sokan, onları
pervasızca askıya alan unsurlardır: sapkınlar, yersiz yurtsuzlar,
caniler, azılı suçlular, fahişeler, kumarbazlar, hırsızlar,
teröristler, dilenciler, tecavüzcüler, tinerciler, alkolikler,
uyuşturucu bağımlıları…
İnsana ilişkin muhtelif
tahayyüllerimizde ve buralardan süzülüp gelen dünya görüşlerimizde
bu unsurlara yer vermemiz nadirattandır. Sözgelimi demokrasi
barbarlıkla değil, medeniyetle meşgul olmak, medeni insanı özne
olarak ele almak zorundadır. Toplumun salgıladığı tüm bu
yabani/karanlık unsurlar demos’un bir parçası mıdır sorusu haliyle
havada asılı kalır? Hülasa toplumsal hayatın ücralarında ikamet
eden tekmil varoluşları kategorik olarak hiçleştirme, hesap dışı
bırakma eğilimindeyizdir.
Ahlakî kategorilerin
kantarına vurarak mahkûm ettiğimiz, siyaseten tanım dışı addedip
iktisadiyata yahut Michel Foucault’nun yerinde tabiriyle “böcek
sınıflandırır gibi insanları sınıflandıran” küstah sosyolojiye
havale ettiğimiz, tüm bu nedenlerle de bakmadığımız bu kesimler,
içinde yaşadığımız toplumun ayrılmaz bir parçasıdır. Tıpkı
“bizler” gibi “onlar” da mevcut toplumsal ilişkilerin ürünüdürler.
Ne var ki, bizlerin bu insanlara bakmaması, gerçekte bu insanlara
bakılmadığı anlamına gelmez. Neyse ki, bizler adına bu
meşakkatli/iğrenç külfeti omuzlayanlar var, hijyeni esas alan
burjuva toplumumuzda. Marx 1844 El Yazmaları’nda, Foucault’dan çok
önce, bakışlarımızı kaçırdığımız bu yabani insanlara –insan bile
olmayan varlıklara- esasında kimlerin nasıl baktığını şu parlak
gözlemlerle ifade etmiştir:
…Politik iktisat işsiz işçiyi,
emek ilişkisi dışında olduğu sürece tanımaz. Hırsız, dolandırıcı,
dilenci, işsiz adam; aç, sefil ve suç işleyen çalışan-kişi,
politik iktisadın gözü bunları görmez, başka gözler görür, örneğin
doktor, yargıç, mezar kazıcı ve şehir kâhyası, vb; böyle kişiler
politik iktisat dünyasının dışında kalan hayaletlerdir. (1)
Marx’ın “hayalet” mecazı ürkütücülüğü, defetme arzusunu
karşılaması açısından toplum dışındakilere yaklaşımımızı
tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde açık etmektedir.
Sınır ötesinde varlıklarını sürdüren bu kesimler topluma dadadan
hayaletlerdir. Bu hayaletler ancak muayyen bir ilişkinin
(emek-değer ilişkisinin) içine çekildiğinde bakışa mazhar
olabilirler. Bunun dışında kaldıklarında hiçbir anlamları
bulunmaz. Ama her halükarda birer tehdittirler. Bu hayaletlere
politik iktisat asla kıymet vermiyor, yani bakmıyordur ama
başkalarının gözü bakıyordur onlara: doktorlar, yargıçlar, mezar
kazıcıları… Burjuva siyasal iktidarı bakmaya, takip etmeye,
damgalamaya, kovuşturmaya, tecrit ve ıslah etmeye
konuşlandırdığı/saldığı bu şebekeler (eğitilmiş uzmanlar ordusu)
olmaksızın hayaletlerle asla baş edemez.
Marx’tan çok
sonra Michel Foucault neredeyse tüm çalışmalarını bu bakışların
sahiplerine hasretmiştir: ceza infaz memurları, hemşireler,
polisler, doktorlar, çocuk bakıcıları, klinik çalışanları,
mühendisler, avukatlar, öğretmenler, ustabaşılar… Modern burjuva
toplumumuzun çarklarını döndüren asli dişlilerdir bunlar. Foucault
tıbbın ve hukukun iç içe geçerek iktidar ilişkilerinin kurumsal
temellerini nasıl oluşturduğunu, hukukun “suç” kategorisinin,
psikolojinin “norm” kategorisiyle paralel işleyerek toplumsal
hayatı sözümona “normal olan” ölçüsünde nasıl ve hangi süreçlerden
geçerek disiplin altına aldığını muazzam bir titizlikle ifşa
etmiştir.
Uzunca bir süre siyaset dışı kalan toplumsal
kesimler de böylelikle siyasete dahil edilmişlerdir zira toplumun
selametini sürekli huzursuz eden, orta sınıf kent sakinlerinin
uykularını kaçıran korkutucu hayaletler üzerinde işleyen iktidar
mekanizmaları vardır. Şayet bugün kuşatıcı bir eşitlik ve
demokrasiden söz edeceksek, mahut hayaletleri kesinlikle hesaba
katmak zorundayızdır. Kaldı ki, şu durumu da teslim etmek gerek:
hayaletler tarihsel olarak orta sınıfa uzak ama buna mukabil aşağı
sınıflara yakındırlar. Burjuva sınıfına hayalet olarak görünen
yabancılar esasında proletarya nazarında çok aşinadırlar.
Gün yirmi dört saat onlarla aynı mekânlarda yaşar, ahbaplık eder,
aynı basık havayı solurlar. Marx’ın sözünü ettiği “aç ve sefil
çalışan-kişiler” çeşitli “suç”lara fazlasıyla yatkındırlar.
Sözgelimi 19. yüzyılın İngiltere’sinde proletaryanın erkek
cinslerinin ek işleri hırsızlık, kadınlarınınsa fahişeliktir.
Ayyaşlık en çok proletaryayı kırıp geçirmiştir. Dün olduğu gibi
bugün de böyledir bu. Burjuvazinin ahlakçı yazarlarından olan
Charkes Dickens’ın Büyük Umutlar’da, proletaryayı ahlaksız/edepsiz
canlılar olarak resmetmesi, gönül indirerek de olsa, yani midesi
bulanarak onlara ahlaki yasaları vaaz etmesi boşuna değil.
Proleterler hapishane, fabrika, tımarhane gibi kurumlarda
yasal yollardan öğütülürken, dört başı mamur ahlaki söylemlerle de
kuşatılmışlardır. İyilik ve Kötülük mefhumları proletarya
(emekçiler) nezdinde hükmünü yitirmiştir. Burjuvaziyi çileden
çıkaran da bu olmuştur. Zaten çevreleme/kontrol altına alma
ekseninde yürürlüğe sokulan tüm iktidar uygulamaları bu hakikate
işaret eder: hayaletleri (sefil fukaralar sürüsünü) üreten geniş
toplumsal kesim proletaryadan, çalışan ama aç ve sefil
kalabalıklardan başkası değildir.
HAYALETLERİ
TAKİP EDEN BAŞKA GÖZLER VE TOPLUMSAL YÜZLEŞME
Karl Marx’ın çalışmalarında “geçerken” sözünü ettiği,
Foucault’nunsa kapitalizmin beden siyaseti anlayışına istinaden
iskeletini çıkardığı hayaletleri takibata alan resmi gözlerin yanı
sıra, ihmal edilmemesi gereken başka gözler de vardır ama. Üstat
Marx anlaşılan bu sıra dışı gözleri unutmuş, çekinmeden ekleyelim:
edebiyatçılar. Hayaletleri dert edinen, iç dünyalarını merakla
kurcalayan, varlıklarını ustalıkla dile getiren edebiyatçılar
denilince, aklıma ister istemez Dostoyevski geliyor.
Modern burjuva iktidarının “sınıflandırıcı” mantığının dışında
kalarak hayaletleri tematikleştiren/söylemselleştiren, edebi
eserlerinde onları çeşitli yönleriyle arzı endam ettiren
Dostoyevski’de, “toplumun posası” olarak nitelendirilenlere karşı
çok ciddi bir merak/alaka vardır. Bu yoğun alakada Dostoyevski’nin
politik nedenlerden ötürü dört yıl Sibirya’da ceza çekmesinin
önemli bir etkisi var. Kapatıldığı cezalandırma mekânında
“suç”lularla içli dışlı olmuş, kimsenin bakmadığı hayaletlere ayık
ve sürekli işleyen bir bilinçle uzun süre bakmıştır Dostoyevski.
Dostoyevski’nin karanlığa olan bitmeyen merakıyla ilgili
olarak Edward Hallett Carr’ın gözlemi bence taşı gediğine
oturtuyor. Carr, Dostoyevski’nin edebi üretimini içinden kesen
hayaletlerle ilgili olarak evvela Nietzsche’nin sözünü ödünç alır:
“Canavarlarla boğuşan kişi canavarlaşmamak için uyanık olmalıdır
zira bir cehenneme uzun süre baktığınızda cehennem de sizin
ruhunuza bakar.” Marksist tarihçi Carr, Nietzsche’nin bu hakikatli
sözü uyarınca Dostoyevski’yi anlamaya çalışır ve tartışmaya açık
kimi çıkarımlarda bulunur: Dostoyevski Omsk’daki hapishanede dört
yıl, insan topluluğunun doğal ilişkilerinin, yükümlülüklerinin
yasak edildiği, toplumun dışına atılmış insanlarla, hemen hemen
insanlık dışı bir varoluş düzeyine dönmüş varlıklarla birlikte
yaşadı. Bedenden ayrılmış insan tutkusunun kaba öğelerinin
kaynaştığı, hoşlandığı cehenneme gözünü dikip baktı ve cehennem
onun ruhuna kaçtı.
Hapishaneye girdiğinde belki de anormal
bir insandı ama dışarı çıktığında, çarpıklaşmış bakışı başka bir
odağa uyma yeteneğini yitirdi. Dostoyevski’nin romanlarında normal
insanlar, hapishanede olduğu gibi pek azdır. Artık onun dünyasında
normal boyutlardaki insanlar yaşamıyordu; canilerin ve ermişlerin,
olağanüstü kötü ya da erdemli insanların dünyasıydı bu. (2) Carr
saptamalarında sonuna kadar haklıdır. Dostoyevski’nin
eserlerindeki karakterler hiçbir surette “normal” addedilen
insanlardan değillerdir artık. Sözgelimi Raskolnikov entelektüel
bir katildir; ayaklarına kapanıp gözyaşlarına boğulduğu sevgilisi
Sonya ise vakur bir fahişedir; Sonya’nın babası itilip kakılan
zavallı bir ayyaştır; Prens Mişkin dünyada sinekler kadar yer
bulamamış bir budaladır…
Tüm bu toplum dışı varlıklarda
Dostoyevski âdeta metafizik/ilahi bir cevherin izini sürer.
Dostoyevski soylulara, kibar çevrelere, okumuşlara karşı nefretle
yüklüdür, son derece asabidir. Zira hayaletlerle mukayese
edildiğinde şık kıyafetlerinin, pürüzsüz dillerinin, yumuşak
derilerinin altında sakladıkları, açık etmekten çekindikleri çok
daha korkunç bir vahşet potansiyeline sahiptirler. Bu tahripkâr
potansiyeli dışa vuramadıkları, bundan korktukları için
kibardırlar. Gelgelelim hayaletlerin böyle bir kaygısı bulunmaz;
burjuvalara nazaran çok daha cesurdurlar, şiddetin inceltilmişine
değil, doğrudan olanına temayül ederler ve bu nedenle çok daha
dürüsttürler.
Öte yandan, “öldürmeyeceksin” yasasını
gözlerini kırpmadan ihlal etmiş, “çalmayacaksın” kuralını
fütursuzca bozmuşlardır… Eylemlerinde meşruiyet arayışında
değillerdir üstelik. İşte tam da bu kural bozmadan, sınırları
aşmadan ötürüdür ki, Dostoyevski toplum dışına itilmişlere –siyasi
açarları da olan- büyük bir sevgi/merhamet yatırımında
bulunmuştur. Edebiyat, söylemini ister istemez ahlak felsefesinin
toprağından üretir. (3) Ne var ki, Dostoyevski bilhassa “suç”
özelinde İyilik ve Kötülük kategorilerini tersine çevirir ve
eleştirel oklarını ahlakın “korkak” öznelerine büker.
Dostoyevski kurbanlara olduğu kadar cellâtlara da aynı müşfik
saiklerle yaklaşır.
Karamazov Kardeşler’de hapishanedeki
bir mahkûmdan kısacık söz ederken maneviyatında olağanüstü
patlamalar gerçekleşir. Buna göre, mahkûm vakti zamanında çocuk
boğazlamış bir canidir. Lakin zamanla bambaşka bir insana
dönüşmüştür, bütün gün boyunca hapishanenin küçücük penceresinden
sokaklardaki çocukları seyrediyordur, içi merhamet ve genişleyen
bir sevgiyle dolmuştur. Dostoyevski’nin “norm dışı” olanlara
duyduğu hususi alakası Carr’ın bahsettiği üzere “çarpık bakışının”
tezahürü müdür, doğrusu bundan pek emin değilim. Bakışının
çarpıklığından ziyade Dostoyevski hayaletlere ilişkin olarak
kanımca ontolojik bir çizgi üzerinde durmuştur. Çizgi de değil
aslında, uçurum. Dostoyevski kardeşi Michael’e yazdığı mektupta
hapishanelere tıkıştırılmış türlü suçluları şu övücü sözleriyle
anlatırken dipsiz bir uçurumun kıyısında dolanır: Hapishanede,
soyguncuların arasında dört yıl insanları tanımaya çalıştım.
Bilmem inanacak mısın? Bunca derin, güçlü, güzel tabiatlı insanlar
var ve o kaba görünüşün altında altın bulmak ne kadar sevindirici
oluyor. Bir iki değil, bir yığın böyle insan var. Bazılarına saygı
duyuyorsun, diğerleri ise gerçekten güzel kişiler. (4)
Dostoyevski modern suç ve ceza kategorilerine karşı mesafeli olup
onlara derin bir şüphe ile yaklaşırken kantarın topuzunu kaçırmış
mıdır acaba? Toplum dışına sürülmüşlerin, tecrit edilmişlerin kaba
görünüşlerinin altında saklı olan altını kazıp çıkarmak hakikaten
mümkün müdür? Üstelik böylesi bir gömülü altın var mıdır? Bu altın
hapishane koşullarında mı açığa çıkmaktadır yalnızca, toplum
içindeyken, yani henüz “suç” vuku bulmamışken bu altın nerede ve
hangi haldedir? Bu sorular elbette birer muammadır ve tam da
muamma oldukları için değerlidirler. Dostoyevski’de ahlaki
kategorilerin -yine ahlakın sınırları dahilinde kalınarak-
temellerinin aşındırılması Kötülük addedilenin esasında göreceli
olduğunu, esas İyiliğin Kötülükte mevcut olabileceği ihtimalini
telkin eder.
Dolayısıyla, edebiyat ahlakın kesin
kıstaslarla tanımladığı, hukukunsa cezalandırdığı eylemlerin
kurucu nedenlerine eğilerek bambaşka bir panorama çıkarır. Tikel
vaka, tümel olana, yani toplumsal olana doğru genişler. Nitekim
edebiyatın söyleminde “suçlu”yu sevmeye, hiç değilse onu anlamaya
zorlanırız. Bu anlama çabası içindeyken kendi gerçekliğimizle
yüzleşiriz: ayıpladığımız, kınadığımız “suç” şekilleri, dahası
onların “fikirleri” bizde de mevcuttur! Dostoyevski’ye göre,
eylemin fiiliyata dökülmesinden ziyade fikir hali daha dehşet
vericidir. Hırsla öteleyerek, dışımıza iterek bu fikirlerden ve
onların eylemde açığa çıkmış etkilerinden asla kurtulamayız. Bu
hususla, yani toplumsal ve bireysel yüzleşme halleriyle ilgili son
bir örneği de memleket sınırlarından vermek istiyorum: Yusuf
Atılgan.
Yusuf Atılgan Anayurt Oteli’nde suç ve ceza
rabıtasını tıpkı Dostoyevski’nin yaptığı gibi tersyüz eder. Ama
bir farkla: Yusuf Atılgan “norm dışı” olanlara karşı Dostoyevski
gibi sevgi yatırımlarında bulunmaz, nispeten daha mesafeli ve daha
soğuktur. Otelin kâtibi Zebercet buz gibi bir katildir; ortalıkçı
kadını boğarak öldürmüştür. Günümüzün jargonuyla söylemek
gerekirse “kadın cinayeti” işlemiştir Zebercet. Lakin Yusuf
Atılgan’ın öldürme eyleminin öncesini sunması, yani eyleme neden
olan sonsuz toplumsal ilişkiler ağını, sözgelimi gurur
incinmelerini, toplumsal hayattan koparılmışlığı, yalnızlığı,
iletişimsizliği, kapatılmışlığı gözler önüne sermesi, okurda
“katile” karşı hissedilen ahlaki önyargıları tek tek kırar.
Garip ve ürkütücü bir şekilde sevmesek bile Zebercet’i
anlamaya başlarız. Ne var ki, Yusuf Atılgan’da maksat sadece
önyargıları kırmak değildir, okurdan kendi ruhunda taşıdığı “kadın
katilliğinin” emareleriyle yüzleşmesini de ister: [Zebercet]
yeryüzünde canlı kalmanın birbakıma suç işlemeden olamayacağını
bilmeyen insanlardan çekiniyor, utanıyordu.” (5) Okur, bir başka
ifadeyle eyleme tanıklık eden özneler (toplum) asla masum
değildir; genişleyen suç çemberinin içine toplum da çekilmiştir
zira huzurla hayatta kalmak suç işlemeden mümkün değildir. Yusuf
Atılgan didaktik bir tarzda değil ama telmihlerle toplumu suç
işlemiş faillere değil, öncelikle kendisine bakmaya davet eder.
Siyasi yükleri de olan bir sorumluluk çağrısıdır bu aynı zamanda.
Kimse eyleme geçmediği için suçsuz ya da ahlakın vaaz
ettiği gibi “iyi” değildir. Yusuf Atılgan suça ilişkin bu
ontolojik yaklaşımıyla “maddeyi tine çevirme” derdine düşmüş,
iflah olmaz bir maneviyat aşığı olan son büyük metafizikçilerden
Nikos Kazancakis’le aynı yolda yürür bence: Biz şeytanları
içlerinde saklayarak onların dışarı fırlayıp kötülük, hırsızlık
yapmalarına, cinayet işlemelerine engel olan herkese iyi insan
deriz.
Aslında hepimiz kalplerimizin derinliklerinde,
Allah affetsin, cani, hırsız, katiliz! (6) Bir kabul, yüzleşme
eşiğidir burası. Kalplerimizin derinliklerinde yatan katilin,
caninin dışarı fırlamasına engel teşkil eden ahlaki yasalar, cezai
pratikler olmasa kim bilir neler neler yapacağızdır… Kazancakis’in
bu derin bakışından çıkardığı sonuçlarla hareket ettiğimizde
kendimize nasıl temiz ve dürüst bir toplum diyebiliriz ki?
BİR ADLİ VAKA VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Buraya kadar anlattıklarım şu başat sorunun etrafında dönüyor:
Memleketi/medeniyeti içten içe çürüten üçüncü sayfa haberlerindeki
olaylara, topluma çekirgeler misali tebelleş olan hayalet
sürülerine farklı açılardan, daha siyasi ve toplumsal
koordinatlardan bakabilir miyiz? Kanımca öncelikle “nasıl bir
toplum haline geldik” riyakârlığını değil de, esasında nasıl bir
toplumduk ki sorusunu cevaplamalıyız.
“Vahşet”
eylemlerinde toplum ve bireyler olarak kendimizi de görebilir
miyiz? “Temiz vicdanlarımız” el verirse hepimiz katil, suçlu ve
caniyiz diye bağırarak kendimizi ihbar edebilir miyiz? Burjuva
toplumunun kibarları, yüksek insanlık meziyetleriyle donatılmış
“yurttaşları” olarak aşağıda aktaracağım eylemin nedenlerinin ne
olabileceğini, hangi toplumsal, siyasal ve iktisadi dinamiklerden
hareketle gerçekleştirildiğini, eylemin faillerini
patolojikleştirmeden, yani klasik ahlaki sayıltıları devreye
sokmadan bir anlığına tefekkür edelim.
Eylemin
nedenlerine, bu nedenlerin nasıl ortadan kaldırılabileceğine
ilişkin nihai siyasi çözümüm elbette toplumsal devrimdir,
sosyalizmdir. Kapitalist nizamın insanın insan olma hasletlerini
ellerinden aldığı vakıadır. Eylem, sosyalizmin ve devrimin
gerekliliğini acı bir şekilde bir kez daha hatırlattı bana.
Velhasıl sinizme dönüşen ahlaki kategorilerin basıncıyla değil,
siyasi çağrışımların refakatinde toplumun vaziyetini yeniden
düşünmeliyiz demek istiyorum. Marx’a, Foucault’ya, Dostoyevski ve
Yusuf Atılgan’a müracaat ederek kendimce bir çerçeve çıkarmaya
çalıştığım için buradan sonra vakaya ilişkin yorumda
bulunmayacağım.
Şunu söyleyebilirim özetle: Muhtemelen
Karl Marx olayın toplumsal ve iktisadi temellerine eğilirdi.
Foucault toplumsal hayatı kuşatan cinsellik
tertibatlarını/söylemlerini kurumlar ve pratiklere odaklanarak
sorunsallaştırırdı. Dostoyevski kurbandan yana zarını atar ama
faillere de hapishane duvarları ardında vicdan azabı çektirir,
içlerindeki altını keşfetmek için zamanın hükmüne bel bağlardı.
Yusuf Atılgan her zamanki soğukkanlılığıyla eylemin nedenlerini
titizce izah eder, “suçu” neden sonuç ilişkisine oturtur ve
“suçluları” eleştirirken buna tanıklık edenleri (toplumu) üstü
örtülü bir şekilde zan altına alırdı.
Nihayet Kazancakis
çıkıp dobra dobra kadınlı erkekli “hepimiz katiliz!” diye
bağırırdı. Toplumun kendi gerçeğiyle samimiyetle yüzleşebilmesi
için tüm bu farklı bakış açılarını eleştirel söyleminde ihtiva
etmesi, hatta mümkünse çoğaltması gerekiyor.
* * * Mahut
olay kısa bir süre önce, Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde
yaşanmış. Kurban 43 yaşında, Ramazan Çırak adlı “akli dengesi”
yerinde olmayan bir kişi. Ramazan Çırak sabah saatlerinde ilçenin
Savaştepe Lisesi’nin bahçesinde, beton zeminde baygın vaziyette
bulunmuş. Ekipler yerde sere serpe uzanmış kişiye ilk müdahaleyi
edip onu derhal hastaneye kaldırmışlar. Lakin Ramazan Çırak çok
geçmeden hayatını kaybetmiş. Olay üzerine hemen inceleme
başlatılmış. Polis okul yakınına terk edilmiş bir motosikletten
şüphelenerek aracın sahibini aramış ve kısa sürede bulmuş.
Motosikletin sahibi olan İ. B. (28) sorguya alınmış ve sorguda
“suç”unu itiraf etmiş. İşlediği “suç” habere göre şu: İ.B. “suç”
esnasında yalnız değilmiş, yanında A. M. (29) ve M. I. (18) adlı
kişiler de varmış. Ramazan Çırak’ı motosikletle A. M.’nin evine
götürmüşler ve evde defalarca tecavüz etmişler, sadece tecavüz de
değil, aynı zamanda öldüresiye dövmüşler. Dövülmekten ve
tecavüzden baygın düşen Ramazan Çırak’ı en sonunda okul bahçesine
atıp ölüme terk etmişler. (7)
KAYNAKÇA
1)
Karl Marx, 1844 El Yazmaları, çev. Murat Belge, İstanbul: Birikim
Yayınları, 2008, s. 92. 2) Edward Hallett
Carr, Dostoyevski, çev. Ayhan Gerçeker, İstanbul: İletişim
Yayınları, 2007, s. 68. 3) Mahsum Çiçek,
“Erinç Seymen ve Düşler Gerçeğe Dönüşünce”, Birikim Güncel.
4) Edward Hallet Carr, a.g.e., s. 64.
5) Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, İstanbul: YKY,
2008, s. 96. 6) Nikos Kazancakis, Yeniden
Çarmıha Geriliş, çev. Sumru Ateşdağlı, İstanbul: Habora Yayınları,
1971, s. 226. 7) Radikal, 12.02.2013.
|