“Gezegenin üzerinde bir hayalet
geziniyor: Yabancı düşmanlığı
hayaleti.”
Z. Bauman
Bu topraklar bir sürgün edilme
operasyonu daha yaşadı, hem de “Kürt
açılımlarının”, “demokratik
açılım”ların, “milli birlik”,
“kardeşlik” projelerinin allanıp
pullandığı ve havada uçuştuğu ama bir
türlü meyve vermediği bu günlerde:
Selendili Romanların Sürgünü. Bu
topraklarda gerçekleşen ilk sürgün
değil bu. Tabi ki bu toprakların
sürgün ve yerinden edilme
operasyonlarının tarihi ne yeni ne de
birkaç münferit olayla sınırlıdır. Bu
tür sürgün edilme olaylarının Osmanlı
Devletinin dağılmasından itibaren
bugüne kadar hız ve ivme kazandığını
ve bu hız ve iveme ile Anadolu’yu
oluşturan kadim nüfusun, büyük bir
politik ve ekonomik keyfiyet ile
neredeyse bir hallaç pamuğu gibi
oradan oraya atıldığını ve yüce
devletlilerin uygun gördüğü iskan
bölgelerine yerleştirildiğini
rahatlıkla söyleyebiliriz.[1]
Bir insanlık trajedisi ve faciası
olarak sürgün ya da yerinden
edilme/göç ettirilme, iktidarı elinde
bulunduran ya da iktidara esas rengini
veren ve toplumsal yapıda
hacimli/dominant bir yer işgal eden
topluluk veya o topluluğun iktidarın
nimetlerini elinde bulunduran
yetkilileri tarafından, bir toplumsal
grubun yaşadıkları bir bölgeden başka
bir bölgeye bedensel, ekonomik,
dinsel, siyasi ve psikolojik baskıyla
göç ettirilmesi ve
yerleştirilmesi durumudur. Bu
toplumsal bir facia olarak anılması
gereken sosyolojik durum, ulusal
sınırlar içinde gerçekleştiği gibi
uluslararası da gerçekleşebilir. Biz,
bu yazıda ulusal sınırlar içinde
gerçekleşen sürgün/yerinden edilme
olgusunu ele alalım. Ulusal sınırlar
içinde gerçekleşen bu olaylar için
kabul edilen uluslararası tanıma göre,
zorla ya da mecbur kalarak evlerinden
veya sürekli yaşamakta oldukları
yerlerden, özellikle silahlı
çatışmaların etkilerinden, genel
olarak şiddet içeren durumlardan,
insan hakları ihlallerinden veya doğal
ya da insan kaynaklı felaketlerden
korunmak için, uluslar arası kabul
görmüş devlet sınırlarını geçmeksizin
kaçan ya da bu yerleri terk eden kişi
veya bu tip kişilerden oluşan gruplara
“ülke içinde yerlerinden olmuş
kişiler” denilmektedir.[2]
Özellikle şiddet içeren durumlar ve
insan hakları ihlalleri sonucunda
ortaya bir “çözüm” olarak çıkan
göç/sürgün olgusu, göçü yaşamış ya da
ona tabi tutulmuş toplulukların ve
bireylerin belleğinde derin yaralar
açan bir özelliğe sahiptir.
Modern toplumların oluşumu, neredeyse
göç ve sürgünlerin tarihi olarak da
okunmayı gerektirir. Modern dönemde,
toplumlar ve devletler, içlerinde
yabancı olarak
gördükleri/algıladıkları nüfus
unsurlarından arınma gibi imha/yıkım
pratikleri geliştirmişlerdir. Modern
toplumda ve modern devlette
yabancıların ve yabancılığın kültürel
ve/veya fiziksel imhası yaratıcı
bir yıkımdır; yıkmak fakat aynı
zamanda yeniden inşa etmek; bozmak
fakat aynı zamanda da tesviye etmek…
Bu süregiden düzen-inşası, ulus-inşası
ve devlet inşası çabalarının ayrılmaz
bir parçasıdır.[3]
Modernlik, özellikle kendi
evlatlarından biri olan ırkçılığı ve
milliyetçiliği, insanlığın başına bela
eden bir dönemdir. Bu özelliğinden
dolayı adına modernite denilen bu
dönem, daha baştan itibaren büyük
miktarlarda insan artıkları üretti ve
üretmeye devam ediyor.[4]
Bu artık üretme işleminde ilk sırayı
milliyetçilik alır ve bu özellikten
Türk milliyetçiliği muaf tutulamaz.
Türkiye’de milliyetçilik bir siyasi
proje olarak İttihat ve Terakki ile bu
toplumda kök salmış modern bir
olgudur. O zamandan günümüze değin
Türk milliyetçiliği farklı renkler
alsa bile özünde taşıdığı temel
karakteristik yapısından genel olarak
hiçbir şey kaybetmemiştir. İttihatçı
Türk milliyetçiliğinin operasyonel
hali, derin devlet tahakkümündeki
eylem hali, etnik bir kaygı/karakter
taşımaktadır.[5]
Bu temel karakteristik özellik,
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş
aşamasından günümüze değin kimi zaman
açık kimi zaman da örtük bir biçimde
işlerlikte kalmış/tutulmuştur. Sonuç
olarak resmi düzlemde Türk
milliyetçiliği sivil milliyetçilik
rengi taşısa da derinliklerinde etnik
milliyetçilik rengi hakimdir.[6]
Türkiye’de milliyetçiliğin asal
öznesi olan Türk, Anadolulu ve
Sünni-Müslüman olan bireylerden
teşekkül eder. Türkiye’de Türk olmanın
somut faydaları vardır. Zira Türkler
milletin asli üyeleridir ve sadık
vatandaşlar olarak görülürler; bu
şekilde algılanmak, ülke halkının
gerçek bir parçası olmanın
anahtarıdır. Türk olarak görülmemekse
kusurlu bir vatandaş olarak
damgalanmaya yol açar.[7]
Çünkü hala yaşamakta olan İttihatçı
tasavvurda esas özne “Anadolu’nun
gürbüz çocukları”, yani Türklerdir.[8]
Kendilerini Türk olarak gören
“Anadolu’nun gürbüz çocukları”,
yaratılan millet duygusunun onlara
sunduğu “hayali cemaatleri”nin güvenli
rahminde/kollarında yaşarlar. İçinde
olunan güvenli hale/duruma yönelen bir
tehdit hissedildiği/yaratıldığı vakit,
“Anadolu’nun gürbüz çocukları” birden
kaplanlaşabilir ve varolan tehditleri
bertaraf etmek için
gerekli olan şiddet sarmalını
üretebilir. Bu üretimin gerçekleşmesi
için, neredeyse yüzyıldır
tedrisatından geçtiği milliyetçi,
militarist ve özcü toplumsallaşma
süreçlerinin yaratıcısı ve aynı
zamanda taşıyıcısı olan hasım ve
düşman üretici genel
topluma/kitleye/güruha dahil olmaktan
mutlu olurlar ve bununla da gurur
duyarlar. Çünkü, düşmanı ve hasımı
icat eden topluluktur, cemaattir.
“Öteki olarak adlandıracağı o
karşı-imgeye ihtiyacı vardır. O
nedenle dünyayı iki yarıya ayırmaya ve
kendisinden farklı olanı devreden
çıkarmaya çabalar. İçeridekiler
kendilerini iyilerden, seçilmişlerden
addeder; medeni olanlar onlardır,
soyludurlar, dürüsttürler,
doğrudurlar. Ama ötekiler var ya,
onlar vahşidirler, barbardırlar,
küffardır, “kirli”dir onlar, haneye
tecavüze yeltenenlerdir, “kimseye bir
faydası olmayanlar”dır.[9]
Türkiye’de bu tip bir algı dünyası ile
donanan/toplumsallaşan birey, dahil
olduğu ana bütünün ona sunduğu
onaylanmış, denenmiş arınmacı, yıkıcı
ve yok sayıcı eylem bütünleri ile
hareket edecektir. Çünkü, kendini her
türlü toplumsal ilişkinin dışında
tahayyül edebilecek ve varolabilecek
özerk birey yoktur: Kuşkusuz birey
toplumsal iktidarın bir sonucudur.[10]
Bu tespit, Türkiye’deki özellikle son
zamanlarda neredeyse gündelik bir
rutin halini alarak artan
milliyetçileşme, muhafazakarlaşma ve
faşistleşmenin, bu topraklardaki
işlerlik kazanan ve kazandırılan,
demokratik özelliklerinden neredeyse
arındırılmış toplumsallaşma
pratiğinden ayrı düşünülmemesi
gerekliliğini bize hatırlatıyor. Çünkü
bir toplumu oluşturan bireylerdeki
öteki üzerine olan yargılar ve
stereotipleri ona karşı üretilecek
eylem kiplerini, o bireyin içinde yer
aldığı toplumun ideolojik bağlamından
ayrı düşünmemek gerekir.
SELENDİ SÜRGÜNÜNDE HORTLAYAN ZİHNİYET
Türkiye coğrafyasında kökleri 10.
yüzyıla kadar giden, hatta tarihteki
en eski yerleşim merkezleri İstanbul
olan, Osmanlı’nın “buçuk millet”
saydığı Romanlar halk arasında
genellikle göçebe, üstü başı pis, işi
gücü olmayan, devamlı bir işten
hoşlanmayan, içki içen, müzik çalıp
göbek atan, sokaklarda ve barlarda
çiçek satarak geçinen, dilencilik
yapan, gürültücü tipler olarak
tanımlanır.[11]
Üstelik toplumda yaygın olan bu
negatif tanımlamanın tarihi yeni
değildir. Bu durumun örneklerini
Osmanlının son dönemlerinde de
görebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu’nda
göçebe halde yaşamakta olan
Çingenelerin yanı sıra, Balkanlar’dan
kovulan Müslüman muhacirler arasına
katılıp gelen Çingeneler de vardı.
İttihat ve Terakki hükümeti, göçebe ve
aşiretlerin iskan projesini hayata
geçirirken, Anadolu’nun içlerinde
göçebe olarak yaşayan Çingenelerin de
iskanını gerçekleştirmeye çalışmıştı.[12] Günümüzde
de negatif olarak tanımlanan
topluluğun iskan siyaseti uygulanmaya
devam etmektedir. Uygulanan bu iskan
siyaseti bir arınma/artıklardan
kurtulma siyaseti olarak
okunabilecek bir yapıya sahiptir.
Nasıl mı? Bu topraklarda yüzyıldır
yaşanan şu olaylar bunu düşünmek için
yeterlidir sanırım: 1915 Ermeni
Sürgünü, 1924 Nüfus Mübadelesi,
1926-34 Kürtleri İskan Kanunu, 1934
Trakya Olayları, Dersim Sürgünü, 6-7
Eylül 1955 Olayları, 1978 Maraş
Olayları, 1980 Çorum Olayları, 1993
Sivas Katliamı, köy yakmalar … ve
Selendi Sürgünü.
Selendi de yaşanan linç ve onun
sonrasında ortaya bir çözüm olarak
çıkan sürgün olayın kabaca gelişimi
şöyledir: Manisa'nın Selendi ilçesinde
yılbaşı gecesi kahvehanedeki
ayrımcılıkla başlayan gerginlik, 5
Ocak 2010 gecesi Romanlara karşı ırkçı
saldırıya dönüştü. Roman
mahallesindeki aileler, 15'i çocuk,
20'si kadın 74 kişi, Selendi’den
Gördes ilçesine gönderildi; geceyi
buradaki Roman ailelerin yanında
geçirdiler.[13]
Sonrası ise malum! Olayları yaşayan ve
Selendi’yi terk etmek zorunda kalan
Romanların anlattıkları ve
anlatılanların düşündürdükleri ise çok
vahim: ‘Olay günü halk Belediye
Başkanının anonsuyla toplandı.
Otomobil ezen dozer belediyenindi.
Olaylarda silah da atıldı. Baskıların
geçmişi bir yıl öncesine uzanıyor.[14]
ve olay gerçekleşiyor. Resmi
makamların “olaya el atması”ndan sonra
olayı yaşayan bir kadın; “Bazı
kağıtlar çıkardılar. Ben okuma yazma
bilmiyorum. Vali bey diyor ki ben sizi
koruyamam. Gideceksiniz diyor.”[15]
Sonrası ise resmi gaflar, insanlık
ayıpları, tarihin tekerrürleri…
“Yerli Selendililerin” şu ifadeleri bu
toraklardaki yüzyıllık refleksin bir
işareti değil midir: “Yani kim
anasına, dinine, camisine
küfrettirir…”[16]
İşlenen her büyük insanlık suçunun
bildik meşruiyet arayışı! Ancak, büyük
suçların büyük fikirlere ihtiyacı
yoktur. İnsanlığa karşı işlenen suçlar
gayet aşağı güdülere bağlanabilir:
Cinayet işlemekten zevk almak,
yağmalama hevesi, kıskançlık haset.
Irkçı sloganlar ve milliyetçi
ideolojiler genellikle eylemi
tetikleyen saikler olarak değil,
eylemden sonra ona meşruiyet sağlayan
düşünsel çatılar olarak çıkarlar
karşımıza.[17]
Selendili bir vatandaşın açıklaması
ise çok manidar; “Biz Roman düşmanı
değiliz ama bunlar başka Roman” ve
ekliyor, “Bak benim bile böyle bir
evim yok”.[18]
Aynı kapitalist, yağmacı ve milliyetçi
haset mantığın, 1915 Olayları, Varlık
Vergisi, 6-7 Eylül Olayları gibi
facialarda işletildiğini görmek
mümkün. Ancak herkes bilir ki,
Romanlar bu coğrafyanın kentlerinde en
fakir, en sahipsiz ve en mülksüz grubu
teşkil etmekle kalmayıp, hemen hemen
diğer tüm kentlilerden farklı olarak
hiçbir sosyal güvenceleri[19]
olmayan topluluklar kümesidir.
Romanlar, modern toplumun negatif
özelliklerden dolayı, toplumumuzun
yabancıları/artıklarıdır ve onlardan
elbirliği ile arınılması gerekir!
İÇİMİZDEKİ YABANCIYI KUSMAK
Selendi’de Romanların yaşadığı bu
olaylar, İttihat Terakki’den bu yana
oluşturulmaya çalışılan, ötekine
düşman, saf toplum olma hayallerinin
doğal mirasçısı olan her türden
milliyetçilik cemaatlerinin toplumsal
dünyayı cehenneme çevirme eğiliminin
doğal sonucudur. Türkiye’deki bugüne
kadar oluşturulmuş milliyetçilik
cemaatleri, toplumsal bir olayda hemen
yığın/kitle/güruh olma özelliğine
sahiptir ve bu özellik toplumda bir
“onur” olarak sunulur. Ancak bütün
yığın üyeleri potansiyel olarak daima
kıyımcıdır, çünkü topluluğu
yozlaştıran, çürüten, lekeli, saf
olmayan öğelerden, kargaşaya
sürükleyen hainlerden temizlemeyi
hayal eder.[20]
Bu temizlik düşü için de devreye
şiddet ve linç gibi insanlık onurunu
yok eden eylemler girer. Çünkü şiddet
uygulamak insana o kadar zevkli gelir
ki, hiçbir kanunu dinlemez.[21]
Amacı ne olursa olsun, yığının/güruhun
uyguladığı her türden şiddet bir
linçtir. Linç, kalabalığın azlığı
çiğnemesidir-bazen tek birisini.
Korunmasız, çaresiz durumdakine
saldırmaktır. Köşeye kıstırılmış
olana, kuşatılmış olana çullanmak...
Yerdekine bir tekme savurmak..
Bireysel sorumluluk üstlenmeden,
kalabalığın koynuna sığınmış, ‘anonim’
bir cürümün gölgesine saklanarak…[22]
Çünkü topluluğu yozlaştıran, çürüten,
lekeli, saf olmayan ve onu kargaşaya
sürükleyen hain olan kurban, bir günah
keçisidir.[23]
Günah keçisi arayışı, şiddetin
sıradanlaştığı toplumlarda daha yaygın
ve onaylanmış bir eğilimdir. Şiddettin
sıradanlaştığı bir toplumsal yapıda,
ortaya çıkan her türden toplumsal
olayda linççi, infazcı bulmak hiç de
zor değildir. Normal insanlar birden
kitleye/güruha/nefere dönüşür. Bu tip
olaylarda failler her türden ahlaki
ölçütü elbirliğiyle kendileri için bir
meşruiyet payandası olarak
kullanabilirler. Vatan, millet,
bayrak, din, namus vb. gibi simgesel
sosyalleşme araçları hemen imdada
yetişir ve failleri/kendilerini
aklamaya başlar. Çoğu zaman da bu
aklamaya devlet yetkilileri de
katılmayı, devlet adamı
babacanlığıyla ve zevkle
yaparlar.
İnsana dair tüm ümitleri boşa
çıkartanlar aslında her yerde ve her
zaman küçük bir azınlıktan ibarettir.
Bu öngörülemeyen ve her türden
açıklamaya direnen azınlık şiddete
başvurma özgürlüğüne sahiptir.[24]
Şiddete başvurma özgürlüğüne sahip
olanlarda yabancı ve öteki düşmanlığı
gibi patolojik duygu durumları her an
patlamaya hazır bir biçimde zulada
bekler, çoğu zaman da kimi ideolojik
öbekler tarafından bir tehdit olarak
kullanılır. Yabancı, öteki ve farklı
olana yönelik bu negatif algılar ve
ona karşı geliştirilen tepkilerin
genel adına toplumsal fobiler demek,
sanırım yanlış olmaz. Zenofobik ve
miksofobik (melezlik fobisi) paranoya
kendi kendinden beslenir ve kendi
kendine gerçekleşen bir kehanet olarak
işler. Yabancıların temsil ettikleri
tehlikeye karşı radikal bir çare
olarak ayrımcılık sunulur ve kabul
edilirse, o zaman, onlarla birlikte
oturmak her gün biraz daha güçleşir.[25]
Bu toplumda, “bir arada yaşama
tecrübesini, yüzyıllarca yaşatmış,
adalet ve insan haklarını en üst
düzeyde korumuş bir kültür ve
medeniyetin mirasçısı olan toplumuz”
masalı son olarak Selendi’de yaşanan
gerçeklerin üstünü örtemez! Yaşanan
olaylar da gösteriyor ki, bir arada
yaşama terbiyesi bu topraklarda rafa
kaldırılmış bir nostaljik düş
nesnesidir ya da bir arada yaşayamama
terbiyesizliğidir!
Bugün Türkiye’de İslamcısından
milliyetçisine, solcusundan
ulusalcısına ve liberaline kadar
elbirliği ile yaratılmaya çalışılan ve
sürekli ölçeği genişletilen her türden
milliyetçilik anlayışı, sürekli
saf/arı bir toplum arayışı içindedir.
Bu zamana kadar işlerlikte olan,
yüzyıllık saf/arı toplum arayışına en
olumlu cevap, genellikle Orta
Anadolu’dan ve muhafazakarlaşma ve
milliyetçileşme eğilimi içinde olan
kuzey ve güney sahil kentlerinden
gelmekteyken, şimdi bu kervana batı
bölgelerimizde bulunan kentler de
dahil olmuştur.[26]
Bu coğrafi alanlar, millet olma
fiilinde, genellikle günahkar ve
yıkıcı toplumsal eylemlerin geçmişte
olduğu gibi bugün de sahipleri
olmuşlardır. Bu toprakların
insanlarının, Ermenilerin, Rumların,
Yahudilerin ve buna ilaveten Kürtlerin
ve Alevilerin şimdilerde de Romanların
yaşadığı trajedilerde, kendilerinin
inkar etmeye bile utanacağı(?) büyük
katkıları vardır.
Bu toprakların kadim nüfusu olan
Ermenileri ölüme yollayan, Rumları
Yunanistan’a Yahudileri Aşkale’ye
süren, Kürtleri Dersim’de kıyıma
uğratan ve onları süren, Alevileri
Sivas'ta yakan zihniyet bugün de
Romanlara saldırmış ve bu durum, “şaşılacak
bir şey yok” ya da “vatandaşın
haklı tepkisi” aymazlığı olarak
kalmamalı. Çünkü bu aymazlık, doğrudan
devlet yetkililerinin telaffuz etmekte
neredeyse cinsel bir haz duyduğu “tek
din, tek millet, tek devlet” benzeri
sloganlarla kitleleri yıkıma ve linç
güruhuna çevirmeye hizmet ediyor. Ki,
linç, en aşikar medeniyet kaybıdır.
Linçin sıradanlaştığı, kolektif bir
utanç yaratmadığı, infial
uyandırmadığı bir toplum, toplum olma
vasfını yitiriyor demektir.[27]
Bu vasfın yitirilmesinde vitrini
dolduranlar ise, milliyetçileşmeyi ve
bir linç güruhu olmayı bir insanlık
onuruymuş gibi taşıyan fanatik
kıyımcılardır. Kıyımcılar kendi
nedenlerinin mükemmelliğine her zaman
inanırlar, ama aslında nedensiz
nefret ederler.[28]
Ama ifade edilen nedenler, onların
değerleridir. Ancak
unutulmamalıdır ki vatan, millet, din,
ahlak vb. gibi bütün diğer değerler
insan haysiyetine hizmet ettikleri ve
bunun davasını sürdürdükleri ölçüde
değerdir
[29] yoksa, kitleleri aldatmak için
uydurulmuş koca birer yalandan başka
bir şey olamazlar.
Bir toplumu oluşturan bütün toplumsal
grup üyelerinin, kendi dışında olan
öteki grupla kurdukları insani bir
ilişki yoksa, o grupta insanlık da
yoktur. Çünkü toplumsallık “dilek
olarak” vardır.[30]
Eğer bu dileğin gerçekleşmesi için
gerekli insani adımlar atılmıyorsa,
toplum da varolamaz. Başka insanlarda
insanlığı öldürerek hayatta kalmaya
çalışan kişi, kendi insanlığının
ölümünden sonra hayatta kalmış
demektir.[31]
Son yaşanan olaylar sonucunda
neredeyse bu toplumda insanlık,
kendinden ve kendi ekonomik ve siyasi
çıkarlarının ötesine geçmeyen bir
durum halini almaya başlamış ve
vicdandan arınmıştır. Yaşadığımız
dünyanın ve toplumun vicdanı rafa
kaldırmadan daha çok insanileşmesi
için, daha farklı
toplumsallaşma/insanlaşma pratiklerini
hayata geçirmesi gerekir. Bunun için
ilk önce, bir toplum ve insan olarak
geçmişimizle ve hatalarımızla
yüzleşmemiz, ötekini/yabancıyı
kusmayan ve mağdur olanı kendine
dahil eden ve ötekilerin de içinde
adil ve onurlu bir biçimde varolduğu
bir toplumsallığı yaratmamız gerekir.
Aksi halde, bir toplum olarak
insanilikten arınmış bir
külteden/güruhtan başka bir şey
olamayız.
DİPNOTLAR:
[1]
Bu konuda Fuat Dündar’ın İttihat ve
Terakki’nin Müslümanları İskan
Siyaseti (2007), ve Modern Türkiye’nin
Şifresi (2008) adlı çalışmalara
bakılabilir. Çok uzağa gitmenize gerek
yok İç Anadolu bölgesinde bulunan
köylerin etnik-dini yapısına bakmanız
ya da konuşulan dile/şivelere kulak
kabartmanız yeterlidir.
[2] TGYONA,
Türkiye’de Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus
Araştırması, H.Ü. Nüfus Etütleri
Enstitüsü, 2006. s.24.
[3]
Zygmunt Bauman, Pstmodernlik ve
Hoşnutsuzlukları, Çev. İsmail Türkmen,
Ayrıntı Yay. 2000. s.32.
[4]
Zygmunt Bauman, Akışkan Aşk, Çev. Işık
Ergüden, Versus Yay. 2009. s.161.
[5]
Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin
Şifresi, İletişim Yay. 2008, s.441.
[6]
Dündar (2008), a.g.e. s.441.
[7]
Soner Çağaptay, Türkiye’de İslam,
Laiklik ve Milliyetçilik: Türk
Kimdir?, Çev. Özgür Bircan, İstanbul
Bilgi Üniv. Yay. 2009, s.1.
[8]
Dündar(2008), a.g.e.s.437.
[9]
Wolfgang Sofsky, Dehşetli Zamanlar,
Çev. Dilek Zaptçıoğlu, İletişim Yay.
2009, s.79. Özelikle bu çalışma
şiddeti ve doğasını anlama noktasında
ufuk açıcı bir çalışmadır.
[10]
Michel Bourse, Melezliğe Övgü, Çev.
Işık Ergüden, Ayrıntı Yay. 2009, s.96.
[11]
Binnaz Toprak, İ. Bozan, T. Morgül, N.
Şener, Türkiye’de Farklı Olmak, B.Ü.
Bilimsel Araştırmalar Projesi,
İstanbul, 2008, s.101. Ayrıca ilgili
proje, Metis Yayınları’ndan 2009’da
aynı adla kitap olarak çıkmıştır.
[12]
Fuat Dündar, İttihat ve
Terakki’nin Müslümanları İskan
Siyaseti, İletişim Yay. 200, s.127.
Ayrıca devam eden sayfalarda
Çingeneler konusunda uygulanan iskan
politikalarının değişkenliğini ve
resmi makamların onlara bakışını
izleyebilirsiniz. Bu bakışın resmi
makamların “devletlü katında” hala
canlı olduğunu, Selendi de yaşanan
olaylara bakarak aşılamadığını
göreceksiniz.
[13]Tolga
Korkut, Manisa'da Ayrımcılık
Romanlara Irkçı Saldırıya Dönüştü,
http://bianet.org/ Erişim:10.01.2010.
[14]
Ertan Kılıç, ‘Belediye başkanı
anons yaptı, dozerler de geldi’,
Radikal, 08/01/2010.
[15]
‘Vurun cingenelere’ diyorlardı,
Radikal, 08/01/2010.
[16]
Sadık Güleç, “Çocukluk arkadaşımın
evini basmaya gittim”, Taraf,
10/01/2010.
[17]
Sofsky (2009), a.g.e. s.24.
[18]
Güleç (2010), a.g.y. Taraf.
[19]
Toprak vd.. (2008), a.g.e. s.101.
[20]
René Girard, Günah Keçisi, Çev. Işık
Ergüden, Kanat Yay. 2005, s.22.
[21]
Sofsky (2009), a.g.e. s.12.
[22]
Tanıl Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi,
Birikim Yay. 2008, s.8.
[23]
Girard (2008), a.g.e. s.276.
[24]
Sofsky (2009), a.g.e. s.26.
[25]
Bauman (2009), a.g.e. s.149.
[26]
DTP konvoyunu taşlayan İzmir,
arkadaşlarının haksız yere gözaltına
alındığını protesto etmek isteyen bir
grup genci linç etmek isteyen Edirne
gibi.
[27]
Bora (2008), a.g.e. s.10
[28]
Girard (2005), a.g.e. s.143.
[29]
Bauman (2009), a.g.e.s.109.
[30]
Bourse (2009), a.g.e. s.182.
[31]
Bauman (2009), a.g.e. s.109.
KAYNAK:
http://birikimdergisi.com/birikim
|