Vurgulamak
istediğim cehalet olgusu okuma yazma
bilmek, okula gitmek, kentli gibi
davranmasını öğrenmekten öte toplumun
tümüyle yaşadığı çağla bütünleşmiş
olması, ondan haberi olması anlamına
geliyor. Çağdaşlaşma belki daha doğru
bir tanımlama ama bunun toplum
tarafından kavram olarak anlaşılması,
kanımca, olanaksız.
Cehaletin bir
tek nedeni yok. Çok bileşenli,
karmaşık bir olgu. Fizyolojik
nedenlere, fakirliğe, eğitim
noksanlığına, yetişilen ortama,
ideolojiye bağlı pek çok nedeni
olabilir. Cehalet, kişi boyutunda,
tartışılacak bir konu değil.
‘Cehalet’ tüm
olumsuzlukların temelinde var olduğu
kanısında olduğum toplumsal ve temelde
hazmedilmemiş bilgiye dayalı
davranışsal, evrensel bir hastalıktır.
Toplum hasta olmadığı zaman kişisel
hastalıklar yenilebilir.
Bazı
davranışlara, eğer kamu az duyarlıysa,
rahatsızlık da denebilir. Fakat
sürekli rahatsızlık, örneğin ulaşımın
kasıtlı olmayan ölümcül sonuçları
ancak inatçı bir cehaletle
açılanabilir. Bürokrasinin cahiller
elinde toplanması bir hastalık
alametidir. Eğitimin her düzeyde
çökmesi bir hastalıktır. Bu bağlamda
kişisel etki, şiddetlendirici olsa
bile cehaletin toplumsal varlığını
yadsımak ve açıklamak için yeterli
değildir.
BOŞUNA
ÖVÜNME VE BÜYÜK GÖRME
Toplumun tarih
bağlamındaki korkutucu bilgisizliğinin
neden olduğu boşuna övünme ve kendini
büyük görme bu hastalığın önemli
arazlarından biridir. Ne zaman
toplumsal bir eksiklikten söz edilse
birtakım insanlar çıkıp falan ya da
filan konuda ne yaman olduğumuzu
anlatmaya başlıyorlar. Genelde bu
savlar bu konulardaki cehalete ve
önyargılara dayanıyor.
Türk olarak
İslam dünyasında ilk çağdaş
cumhuriyeti kurmakla övünebiliriz.
Fakat Avrupa’ya işçi gönderdik diye
övünmüyoruz. Gerçi insanlarımıza
yeteri kadar iş sağlayamıyoruz diye
dövünmemiz gerekir. En büyük ve uzun
ömürlü bir imparatorluğun kurucusu
olarak övünebiliriz, ama en büyük
İslam ordusu olarak Osmanlı ordusu ile
övünemeyiz. Çünkü bu ordu en görkemli
döneminde Hıristiyan devşirmelerden
oluşan, bir tür paralı asker
niteliğinde idi. İmparatorluğu batıran
da, zaptedilemez hale gelen
Yeniçerilerdir. Onlarla, Çanakkale’de
bizimle savaşan Fransız ve İngiliz
sömürge askerleriyle karşılaştırmak
aydınlatıcıdır.
Yeniçeri
sistemi olağanüstü bir örgütlenmedir.
Fakat bu Osmanlıların ortaçağın en
güçlü İslam ordularını çıkarmış olan
Gazneliler ve Selçuklular gibi övünme
olanağı vermez. Farsça Divanlı Yavuz
Sultan Selim, Türkçe divanlı Şah
İsmail’i yendi diye bir Türk büyüğü
olmadığı gibi, Abbasi halifesini zorla
Mısır’dan İstanbul’a getirip kendisini
halife ilan ettiği için Müslüman
büyüğü de değildir. Yavuz’un yok
ettiği Arap halifeliği Kuran’ın
Kureyş’ten olmasını söylediği
halifeliktir.
Müslümanlar
Preveze ile, Hıristiyanlar Lepanto ile
övünürler. Fakat bu çağda savaşla
övünmek ilkel bir davranıştır.
Amerikalılar Afganistan ve Irak’ta
savaşı kazandılar ama, Afganistan’ın
ya da Irak’ın durumu insanlık için
övünç verici değildir.
Osmanlılar ya
da Türkler olarak, fıkıh ya da kelam
ya da başka İslami bilimler konusunda
övünemiyoruz.
O alanda Arap
ya da İranlılarla aşık atacak kimse
yetiştirmedik.
Yetişenler de
zaten Türklere öğretmek için
yazmadılar. Anadolu Müslümanlığı bir
Ahmet Yesevi de yetiştirmedi. Bir Sufi
tarikatı kurucusu olarak Hacı Bektaş-ı
Veli’yi biliyoruz. Farsça dilli
Mevlana da Türk değil.
Yarım Türkçe
yani Osmanlıca yazan büyük divan
şairlerimiz var. Ama dünyaca ünlü
Hayyam, Firdevsi, Hafız yetiştirmedik.
El -Kindi, İbni Sina, Farabi gibi
filozof da yetiştirmedik. İslam
dünyasını allak bullak ettiğimiz için,
ne Müslüman ne de Türk büyüğü değiliz.
Fakat İslamı Hıristiyanlığa karşı
koruyan kalkan olarak çok önemli bir
tarihi konumuz var.
KİMLİK
SORUNUMUZ
Bütün bunlarda
bir kimlik sorunu var. Türkler Attila
ile Hun, Cengiz ile Moğol idiler.
Geçmişin derin boyutunda, Çin’de Wei
saltanatını kuran Topa göçerleri,
Göktürkler, Eftalitler, Hazarlar,
Kumanlar, Peçenekler, Bulgarlar,
Oğuzlar, Selçuklular, Gazneliler,
Tulunoğulları, Mısır’da Türk
Memluklar, Altınordulular göçerken
Türktür. Yerleşince o kimlikleri
değişebiliyor. Türk değildir.
Anadolu ve
Rumeli’de etnik karakterini değiştiren
Slavlar Müslüman olup Türkçe konuşmaya
başlayınca Türk olmuşlardır.
Çerkesler, Lazlar, Anadolu da
İslamlaşan Rumlar, Ermeniler Türktür.
Osmanlılar Hıristiyan gençleri
Müslüman yapıp hem Hıristiyanlara, hem
Müslümanlara karşı savaştırdı. Avrupa
dil ve tarihi konumdan dolayı onları
Türk olarak gördü.
Anaları esir
Hıristiyan olan Osmanlı sultanları,
kan bağından dolayı değil, tarihi
konumları, konuştukları dil ile Türk
sayıldılar. Kürt kökenli
cumhurbaşkanlarımız, Gürcü kökenli
başbakanlarımız, Çerkez kökenli büyük
komutanlarımız oldu.
Toplumun
tutarlı davranmamasında, Türk dilinin
başına Osmanlıca diye gelen
parçalanmanın neden olduğuna
inanıyorum. Osmanlılar Türkçe
konuştukları için Türk diye
bilindiler. Oysa Müslümandılar ama
Türk değildiler. İmparatorluğun halkı
her dil ve dinden oluşuyordu.
Çoğunluğu Türk
değildi. Türk dilinin egemenliğine
karşın nüfusun çoğunluğu Türk değildi.
Karılarını Hıristiyanlardan seçen
sultanlar da Türk olmayı düşünmediler.
DİL
KARMAŞASI
Günümüzde dil
bağlamında sürüp giden bir kargaşa
var. Tarihçiler halkın yüzlerce yıl
Beyazıt dediğine Bayezid diyor.
İstanbul’un Beyazıt meydanındaki cami
İkinci Bayezid Camisi oldu. Dille
oyamanın da cezasını çekmeye devam
ediyoruz. Biz onca yıl Hıristiyan diye
kullandığımız sözcüğü birileri
Hristiyan yaptı. Dilimizde (Hr) yok.
Türklerin uygar olmaları için, İlk
Cumhuriyet’te olduğu gibi dillerine
sahip çıkmaları gerek. Bu taklitçiliği
de sınırlayacaktır. Bu, entelektüel
gelişmenin yolunu kapatan bir
tutumdur.
Türk
düşüncesinde kavramsal açılım olmadı.
‘Mefhum’ sözcüğünü anlayan genç
kalmadı. Cumhuriyet’ten sonra ‘bilgi’
sözcüğünden türeyen 50’den fazla
sözcük üretmişiz. 500 yılda Osmanlıca
da bunları karşılayacak sözcük yok.
Biz Müslüman olduk ama Arap olmadık.
Arapça da konuşmadık. Hâlâ
Osmanlıca-Türkçe tartışması anlamsız,
olanaksız bir cehalet direnmesidir.
Osmanlıların
katılamadıkları çağdaş uygarlığa biz
Osmanlıca öğrenerek mi katılacağız?
Kısa bir süre sonra
İngilizce-Osmanlıca tartışması da
olabilir. Böyle giderse günümüzde de
düşünce kölesi olarak yaşarız.
Buna benzer
sayısız ve herkesin farkında olduğu
olgu, toplumun kendi kimliği konusunda
bile herhangi bir aydınlığa
ulaşamadığını anlatıyor. Bu
ortaöğretimi bitirmiş ya da bitirmemiş
çoğunluğun olduğu kadar yüksek öğretim
yapmış olanların da ikilemidir.
Karayolu,
araba, gökdelen, alışveriş merkezi,
cami sarmalında kendi tarihi varlığını
tanımayan bu toplumun dünyayı
öğrenmesi de olanaksızdır. Sadece
düşünce köleliği değil, bilim ve
teknoloji köleliği yaşıyoruz.
Bu da
toplumsal cehaletin ta kendisidir.
|