Moliére’in bir
sözü var, diyor ki: “Birini ne kadar
severseniz, ona o kadar az dalkavukluk
edersiniz. Gerçek sevginin kanıtı,
eleştiriyi esirgememektir.” Bence bu söz,
dostlarımızla ilişkilerimiz için olduğu
kadar, ülkemizle, yurdumuzla, ulusumuzla
bağlarımız için de geçerli. Milliyetçilik
ile yurtseverliği birbirinden ayırt eden
özelliklerden biri de bu olsa gerek.
Milliyetçi, kendi ulusunu tüm uluslardan
üstün görür, kendi ulusuna eleştiri
yönelteni hain sayar, kendi ulusu
dışındaki her şey ona yabancı, dahası
düşmandır. Oysa bir insanın yurdunu
gerçekten sevmesinin kanıtlarından biri
de, ondan eleştiriyi esirgememesidir.
Eleştiri, tarihsel değişimin
gerçekleşmesindeki en önemli etkenlerden
biri. Eleştirel düşünce, özgürlüğün en
sağlam güvencesi belki de. Edebiyat ise,
eleştirel düşüncenin onsuz edilemez bir
parçası. Neden derseniz, nitelikli
edebiyat yapıtlarının hemen tümünde
köktenci bir yaklaşım egemendir; gerçek
edebiyat, önümüze yaşadığımız dünyayla,
bireyin varoluşuyla, toplumsal yaşamla
ilgili köktenci sorular sermeden edemez.
Şiir yazmak, roman yazmak, öykü yazmak,
yazgılarına boyun eğenlerin, yaşadıkları
yaşamdan hoşnut olanların işi değildir.
Aynı şey nitelikli edebiyatın okurları
için de geçerlidir. Edebiyat ruhun
başkaldırısını besler; var olanla ne
yetinir, ne de uzlaşır. Mario Vargas
Llosa’nın deyişiyle, iyi edebiyat, gerçek
edebiyat her zaman yıkıcı, boyuneğmez ve
asidir. Var olana bir meydan okumadır.
Nobel Edebiyat Ödülü’ne bu gözle
baktığımda, ödüle değer bulunan pek çok
yazarın, edebiyatın eleştirel damarından
geldiğini görüyorum.
NOBELİN MUHALİFLERİ
1950
yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan
İngiliz mantıkçı ve düşünür Bertrand
Russell, matematiksel mantık alanındaki
çalışmalarının yanı sıra toplumsal ve
siyasal kampanyalara öncülük etmiş, barışı
ve nükleer silahsızlanmayı savunmuştu.
I.Dünya Savaşı sırasındaki pasifist
etkinlikleri yüzünden 1916’da 100 sterlin
para cezasına çarptırılmış, Trinity
College’daki öğretim üyeliği görevinden
atılmış, 1918’de 6 ay hapis yatmıştı.
Yıllar sonra da ABD’nin Vietnam
politikasına şiddetle karşı çıkacak,
Russell Mahkemesi diye bilinen
Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ni
toplayacaktı.
1958’de Nobel verilen
Boris Pasternak, toplumcu gerçekçilik gibi
resmi sanat akımlarıyla arasındaki
uçurumun giderek büyümesi sonucunda
şiirlerini yayınlayamaz duruma gelmişti.
Devrimin acımasız ortamı ve sonrasındaki
göç, tinsel yalnızlık ve aşk üstüne epik
bir roman niteliğindeki Doktor Jivago
yasaklanmış; Nobel Ödülü’nin verilmesi
üzerine SSCB’de Pasternak’a karşı yoğun
bir saldırı kampanyası başlatılmıştı.
1962’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer
görülen John Steinbeck, Bitmeyen Kavga ve
Azap Üzümleri gibi romanlarıyla tarım
işçilerinin acıması çalışma ve yaşam
koşullarından yola çıkarak ABD’nin toplum
düzenine en keskin eleştirileri
yöneltmişti.
1967’nin Nobel’li
yazarı Miguel İngel Asturias’tı.
Guatemalalı şair ve romancı Asturias, uzun
yıllar sürgünde yaşamış, Maya mistisizmini
toplumcu bir başkaldırı doğrultusunda
destansı bir anlatımla harmanlayan
yapıtlarında halkının toplumsal ve manevi
özlemlerini dile getirmişti.
1970’te Nobel en derin muhaliflerden
birine, Rus yazar Aleksandr Soljenitsin’e
verilmişti. Stalin döneminin çalışma
kamplarındaki bir tutsağın günlük yaşamını
anlatan İvan Denisoviç’in Yaşamında Bir
Gün ve gizli polis adına araştırmalar
yürüten bilim adamlarının ikilemlerini
konu edinen İlk Çember’in yazarı,
yapıtlarının yasaklandığı SSCB’ye bir daha
alınmayacağından çekinerek Stockholm’deki
ödül törenine katılmamıştı.
1971’de
Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen
Şilili şair Pablo Neruda, uzun yıllar
sürgünde yaşamıştı. Salvador Allende’nin
askeri darbede öldürülmesinden birkaç gün
sonra, 23 Eylül 1973’te öldüğünde evinde
göz hapsinde tutuluyordu.
1972’nin
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Heinrich
Böll’ün yapıtlarını kuşatan temel öğeler,
I.Dünya savaşı sonrasının yokluk yılları
ile II.Dünya Savaşı ve sonrasıydı. Ama
Böll, en keskin eleştirilerini 1970’lerin
Alman toplumuna yöneltecekti. Katharina
Blum’un Çiğnenen Onuru’nda, basın
özgürlüğünün yalan haber vermekle bağdaşıp
bağdaşmayacağı, artık bireyi aşan, toplumu
ve düzeni ilgilendiren bir sorun olarak
tartışılır. Teröristlerin izlenmesiyle
ilintili olarak yaratılan anti-demokratik
baskılar ele alınırken, öykünün ana
izleğini de basına, polis ve yargı
düzeneğine yöneltilen eleştiriler
oluşturur. Böll’ün son romanlarından
Özenli Kuşatma ise, polis devleti modeline
yöneltilmiş bir taşlamadır.
IRK AYRIMININ YIKICILIĞI
1991’de Nobel Edebiyat Ödülü yanılmıyorsam
ilk kez bir Güney Afrikalı yazara
verilmişti. Nadine Gordimer, ırk ayrımının
en sert muhaliflerinden biriydi.
Öykülerinde ırk ayrımının Güney
Afrikalıların yaşamı üstündeki yıkıcı
etkisini anlatmıştı.
1997, Nobel’in
belki de en çok tartışıldığı yıllardan
biri olmuştu. Birçoklarınca “hafif”
bulunan İtalyan oyun yazarı Dario Fo,
ülkesinin en köktenci yazarlarından
biriydi; Katolik Kilisesi’nce birçok kez
sansüre uğramıştı.
2000 yılında,
Nobel Edebiyat ödülü ilk kez bir Çinli
yazarın, romancı, oyun yazarı ve
eleştirmen Gao Xingjian’ın olmuştu.
1987’de siyasal göçmen olarak Fransa’ya
yerleşen, daha sonra da Fransız uyruğuna
geçen Gao, 1989’daki Tiananmen olaylarını
temel alan Kaçaklar adlı oyunu
yayımlanınca Çin hükümeti tarafından
“istenmeyen adam” ilan edilmiş, yapıtları
yasaklanmıştı.
Macar yazar Imre
Kertész, II.Dünya Savaşı sırasında başka
Macar Yahudileriyle birlikte toplama
kamplarına gönderilmiş, savaş sonrasında
da komünistlerin baskılarıyla
karşılaşmıştı. 1960’ların ortalarında
tamamladığı ilk romanı Kadersizlik’in
1990’da Almanca’da yayımlanmasıyla ünü
Avrupa’da yayılmaya başlayan Kertész,
2002’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü almıştı.
Yapıtlarında Macaristan’daki toplama
kamplarında da Yahudi soykırımı
uygulandığını anlattığı için Macar
hükümetince bugün hala hoş karşılanmıyor,
dışlanıyor.
Nobel Edebiyat Ödülü
2003 yılında J.M.Coetzee’ye verildiğinde,
Nadine Gordimer’dan çok da uzun olmayan
bir süre sonra ikinci kez bir Güney
Afrikalı yazar verildiği için epeyce
eleştirilmişti. Ne ki, Coetzee de
sömürgeciliğin toplumdaki etkilerini konu
alan romanlarıyla tanınıyordu. Texas
Üniversitesi’nden doktora derecesini
aldıktan sonra, apartheid’a karşı olmakla
birlikte Güney Afrika’ya dönmüş, Michael
K. Nasıl Yaşadı ve Utanç adlı romanlarıyla
Booker ödülü’nü iki kez kazanan ilk yazar
olmuş, Utanç’ın Güney Afrika’da tepkilere
neden olması üzerine Avustralya’ya
yerleşmişti.
Nobel Edebiyat Ödülü,
2004’te, ülkesi dışında pek az tanınan,
ama aşırı sağın yükselişine karşı kararlı
bir tutum takınan Avusturyalı romancı ve
oyun yazarı Elfriede Jelinek’e verilmişti.
Saydığım örnekler, ilk ağızda
aklıma gelenler. Nobel Edebiyat Ödülü’nü
alanların tümü olmasa da önemli bir
bölümü, kendi devletlerinin resmi
politikalarıyla uzlaşmayan, bu
uzlaşmazlıklarını yapıtlarında dolaysızca
yansıtmasalar da yaşananlar karşısındaki
tutumlarıyla ortaya koymaktan çekinmeyen
yazarlardan oluşuyor. Yalnızca aydın
olmanın değil, yurdunu gerçekten sevmenin
ölçütlerinden biri de egemen anlayışları
sorgulamak, toplumun yaşadığı çelişkiler
ve ikilemlerle yüzleşmeye, resmi
politikaları eleştirmeye cesaret etmek.
2006 Nobel Edebiyat Ödülü, Türk
yazar Orhan Pamuk’a hiç kuşkusuz salt
edebiyat dışındaki tutumlarından ötürü
verilmedi. 1980’lerin başından bu yana,
Cevdet Bey ve Oğulları’dan Beyaz Kale’ye,
Kara Kitap’tan Yeni Hayat’a, Benim Adım
Kırmızı’dan İstanbul’a, yapıtlarında
“doğduğu kentin hüzünlü ruhunun arayışı
içinde, kültürlerin çatışması ve iç içe
örülüşü için yeni simgeler keşfettiği”
gerekçesiyle verildi. Ama Pamuk’un bunu
başarmasında, yaşadığı topluma sorgulayan
gözlerle bakabilmesinin büyük payı vardı.
İyi yazar, doğası gereği, devletin
yazarı değildir. O yüzden, Pamuk’un
cumhurbaşkanımız tarafından kutlanmamasını
doğal karşılıyorum.
|