DEVLETİN YAZARI OLMAMAK!
Celal Üster
Radikal Kitap, 27.10.2006
                         
...................
Moliére’in bir sözü var, diyor ki: “Birini ne kadar severseniz, ona o kadar az dalkavukluk edersiniz. Gerçek sevginin kanıtı, eleştiriyi esirgememektir.” Bence bu söz, dostlarımızla ilişkilerimiz için olduğu kadar, ülkemizle, yurdumuzla, ulusumuzla bağlarımız için de geçerli. Milliyetçilik ile yurtseverliği birbirinden ayırt eden özelliklerden biri de bu olsa gerek. Milliyetçi, kendi ulusunu tüm uluslardan üstün görür, kendi ulusuna eleştiri yönelteni hain sayar, kendi ulusu dışındaki her şey ona yabancı, dahası düşmandır. Oysa bir insanın yurdunu gerçekten sevmesinin kanıtlarından biri de, ondan eleştiriyi esirgememesidir.

Eleştiri, tarihsel değişimin gerçekleşmesindeki en önemli etkenlerden biri. Eleştirel düşünce, özgürlüğün en sağlam güvencesi belki de. Edebiyat ise, eleştirel düşüncenin onsuz edilemez bir parçası. Neden derseniz, nitelikli edebiyat yapıtlarının hemen tümünde köktenci bir yaklaşım egemendir; gerçek edebiyat, önümüze yaşadığımız dünyayla, bireyin varoluşuyla, toplumsal yaşamla ilgili köktenci sorular sermeden edemez. Şiir yazmak, roman yazmak, öykü yazmak, yazgılarına boyun eğenlerin, yaşadıkları yaşamdan hoşnut olanların işi değildir. Aynı şey nitelikli edebiyatın okurları için de geçerlidir. Edebiyat ruhun başkaldırısını besler; var olanla ne yetinir, ne de uzlaşır. Mario Vargas Llosa’nın deyişiyle, iyi edebiyat, gerçek edebiyat her zaman yıkıcı, boyuneğmez ve asidir. Var olana bir meydan okumadır.

Nobel Edebiyat Ödülü’ne bu gözle baktığımda, ödüle değer bulunan pek çok yazarın, edebiyatın eleştirel damarından geldiğini görüyorum.

NOBELİN MUHALİFLERİ

1950 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan İngiliz mantıkçı ve düşünür Bertrand Russell, matematiksel mantık alanındaki çalışmalarının yanı sıra toplumsal ve siyasal kampanyalara öncülük etmiş, barışı ve nükleer silahsızlanmayı savunmuştu. I.Dünya Savaşı sırasındaki pasifist etkinlikleri yüzünden 1916’da 100 sterlin para cezasına çarptırılmış, Trinity College’daki öğretim üyeliği görevinden atılmış, 1918’de 6 ay hapis yatmıştı. Yıllar sonra da ABD’nin Vietnam politikasına şiddetle karşı çıkacak, Russell Mahkemesi diye bilinen Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ni toplayacaktı.

1958’de Nobel verilen Boris Pasternak, toplumcu gerçekçilik gibi resmi sanat akımlarıyla arasındaki uçurumun giderek büyümesi sonucunda şiirlerini yayınlayamaz duruma gelmişti. Devrimin acımasız ortamı ve sonrasındaki göç, tinsel yalnızlık ve aşk üstüne epik bir roman niteliğindeki Doktor Jivago yasaklanmış; Nobel Ödülü’nin verilmesi üzerine SSCB’de Pasternak’a karşı yoğun bir saldırı kampanyası başlatılmıştı.

1962’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen John Steinbeck, Bitmeyen Kavga ve Azap Üzümleri gibi romanlarıyla tarım işçilerinin acıması çalışma ve yaşam koşullarından yola çıkarak ABD’nin toplum düzenine en keskin eleştirileri yöneltmişti.

1967’nin Nobel’li yazarı Miguel İngel Asturias’tı. Guatemalalı şair ve romancı Asturias, uzun yıllar sürgünde yaşamış, Maya mistisizmini toplumcu bir başkaldırı doğrultusunda destansı bir anlatımla harmanlayan yapıtlarında halkının toplumsal ve manevi özlemlerini dile getirmişti.

1970’te Nobel en derin muhaliflerden birine, Rus yazar Aleksandr Soljenitsin’e verilmişti. Stalin döneminin çalışma kamplarındaki bir tutsağın günlük yaşamını anlatan İvan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün ve gizli polis adına araştırmalar yürüten bilim adamlarının ikilemlerini konu edinen İlk Çember’in yazarı, yapıtlarının yasaklandığı SSCB’ye bir daha alınmayacağından çekinerek Stockholm’deki ödül törenine katılmamıştı.

1971’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Şilili şair Pablo Neruda, uzun yıllar sürgünde yaşamıştı. Salvador Allende’nin askeri darbede öldürülmesinden birkaç gün sonra, 23 Eylül 1973’te öldüğünde evinde göz hapsinde tutuluyordu.

1972’nin Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Heinrich Böll’ün yapıtlarını kuşatan temel öğeler, I.Dünya savaşı sonrasının yokluk yılları ile II.Dünya Savaşı ve sonrasıydı. Ama Böll, en keskin eleştirilerini 1970’lerin Alman toplumuna yöneltecekti. Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru’nda, basın özgürlüğünün yalan haber vermekle bağdaşıp bağdaşmayacağı, artık bireyi aşan, toplumu ve düzeni ilgilendiren bir sorun olarak tartışılır. Teröristlerin izlenmesiyle ilintili olarak yaratılan anti-demokratik baskılar ele alınırken, öykünün ana izleğini de basına, polis ve yargı düzeneğine yöneltilen eleştiriler oluşturur. Böll’ün son romanlarından Özenli Kuşatma ise, polis devleti modeline yöneltilmiş bir taşlamadır.

IRK AYRIMININ YIKICILIĞI

1991’de Nobel Edebiyat Ödülü yanılmıyorsam ilk kez bir Güney Afrikalı yazara verilmişti. Nadine Gordimer, ırk ayrımının en sert muhaliflerinden biriydi. Öykülerinde ırk ayrımının Güney Afrikalıların yaşamı üstündeki yıkıcı etkisini anlatmıştı.

1997, Nobel’in belki de en çok tartışıldığı yıllardan biri olmuştu. Birçoklarınca “hafif” bulunan İtalyan oyun yazarı Dario Fo, ülkesinin en köktenci yazarlarından biriydi; Katolik Kilisesi’nce birçok kez sansüre uğramıştı.

2000 yılında, Nobel Edebiyat ödülü ilk kez bir Çinli yazarın, romancı, oyun yazarı ve eleştirmen Gao Xingjian’ın olmuştu. 1987’de siyasal göçmen olarak Fransa’ya yerleşen, daha sonra da Fransız uyruğuna geçen Gao, 1989’daki Tiananmen olaylarını temel alan Kaçaklar adlı oyunu yayımlanınca Çin hükümeti tarafından “istenmeyen adam” ilan edilmiş, yapıtları yasaklanmıştı.

Macar yazar Imre Kertész, II.Dünya Savaşı sırasında başka Macar Yahudileriyle birlikte toplama kamplarına gönderilmiş, savaş sonrasında da komünistlerin baskılarıyla karşılaşmıştı. 1960’ların ortalarında tamamladığı ilk romanı Kadersizlik’in 1990’da Almanca’da yayımlanmasıyla ünü Avrupa’da yayılmaya başlayan Kertész, 2002’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü almıştı. Yapıtlarında Macaristan’daki toplama kamplarında da Yahudi soykırımı uygulandığını anlattığı için Macar hükümetince bugün hala hoş karşılanmıyor, dışlanıyor.

Nobel Edebiyat Ödülü 2003 yılında J.M.Coetzee’ye verildiğinde, Nadine Gordimer’dan çok da uzun olmayan bir süre sonra ikinci kez bir Güney Afrikalı yazar verildiği için epeyce eleştirilmişti. Ne ki, Coetzee de sömürgeciliğin toplumdaki etkilerini konu alan romanlarıyla tanınıyordu. Texas Üniversitesi’nden doktora derecesini aldıktan sonra, apartheid’a karşı olmakla birlikte Güney Afrika’ya dönmüş, Michael K. Nasıl Yaşadı ve Utanç adlı romanlarıyla Booker ödülü’nü iki kez kazanan ilk yazar olmuş, Utanç’ın Güney Afrika’da tepkilere neden olması üzerine Avustralya’ya yerleşmişti.

Nobel Edebiyat Ödülü, 2004’te, ülkesi dışında pek az tanınan, ama aşırı sağın yükselişine karşı kararlı bir tutum takınan Avusturyalı romancı ve oyun yazarı Elfriede Jelinek’e verilmişti.

Saydığım örnekler, ilk ağızda aklıma gelenler. Nobel Edebiyat Ödülü’nü alanların tümü olmasa da önemli bir bölümü, kendi devletlerinin resmi politikalarıyla uzlaşmayan, bu uzlaşmazlıklarını yapıtlarında dolaysızca yansıtmasalar da yaşananlar karşısındaki tutumlarıyla ortaya koymaktan çekinmeyen yazarlardan oluşuyor. Yalnızca aydın olmanın değil, yurdunu gerçekten sevmenin ölçütlerinden biri de egemen anlayışları sorgulamak, toplumun yaşadığı çelişkiler ve ikilemlerle yüzleşmeye, resmi politikaları eleştirmeye cesaret etmek.

2006 Nobel Edebiyat Ödülü, Türk yazar Orhan Pamuk’a hiç kuşkusuz salt edebiyat dışındaki tutumlarından ötürü verilmedi. 1980’lerin başından bu yana, Cevdet Bey ve Oğulları’dan Beyaz Kale’ye, Kara Kitap’tan Yeni Hayat’a, Benim Adım Kırmızı’dan İstanbul’a, yapıtlarında “doğduğu kentin hüzünlü ruhunun arayışı içinde, kültürlerin çatışması ve iç içe örülüşü için yeni simgeler keşfettiği” gerekçesiyle verildi. Ama Pamuk’un bunu başarmasında, yaşadığı topluma sorgulayan gözlerle bakabilmesinin büyük payı vardı.

İyi yazar, doğası gereği, devletin yazarı değildir. O yüzden, Pamuk’un cumhurbaşkanımız tarafından kutlanmamasını doğal karşılıyorum.