SEVERİM SEVMEM, TERK EDERİM ETMEM, SANA NE?
Perihan Mağden
Radikal Gazetesi, 17.02.2007
                         
...................

O ne acayip laf öyle!

Kim madeni paralamış? Nerden çıkınlaştırmışlar?

İngilizce şarkılarda 'Love me or leave me' var diyelim. 'Sev beni, ya da bırak.' Ama aşkı bir durum söz konusu. Yeterince Sevilmediğine İnanan (hep öyle 1 taraf vardır) bu 'eksik bırakılmışlık' duygusuna daha fazla katlanamıyor. Madem tam sevmeyeceksin/ruhumu doyuracak kadar.

Eee, iyi çek git o zaman bütünüyle. Beni de süründürme durumları. Git ki, daha fazla parçalama yüreğimi, hadisesi.

Yani böylesine 'özel'-'iki kişiye ait' bir duygu kartopulanması olarak haddinden fazla anlıyorum bu lafı.

Ama hangi faşist ideologlar ithal ettiler tercümenlendirip? Sonra nasıl milliyetçi yığınların eline geçti? Diline düştü? Nasıl spreylendi duvarlara? Kurumsallaştı? Askeriyeleşti filan? Maçlarda bez afişlere yazılır hale geldi? Ancak iki kişilik bir ilişkinin özelinde dillendirilebilecek 1 nevi sızlanma hali, sonra nasıl bazı 'takımların' birilerine, ya da tek bir kişiye haykırabildiği bir slogana dönüştü. O korkutucu laftan 'YA SEV YA TERK ET'ten söz ediyorum. Anladınız.

Kim bunu haykıranlar? Ellerinde sevgi kantarı mı var? Ya da eczacıların/kuyumcuların kullandığı hassas tartılardan? Gramını bile tespit edebiliyorlar? Diyelim beş miligramın altında seven herkesin defolup gitmesini istiyorlar. Bekliyorlar. BU topraklardan.

Peki hakikaten kim onlar? Memleketin gerçek sahipleri mi? Çok seven kalpleri mi?

Üstün sevgileri mi onlara sevgi baremini geçemeyenleri kovma hakkını tanıyor? Maddi: mülk sahipleri mi yani onlar; manevi: kalp sahipleri mi? Tam olarak NE onlar?

'Sen kimsin ve kimi, kimin memleketinden kovuyorsun?' demek istiyorum kısaca. NE HAKLA?

Bir de bu lafı özellikle haykıranların gidecek hiçbir yerinin olmaması ilginç tabii. Diyelim Pelitli beldesinde, stadyumlarda, Yozgat'ta, Mersin'de bi yerlerde bi yerlerde birileri hayali kiracılarına bu sloganı bağırma cüretini kendinde buluyorsa, bulabiliyorsa- Bu yığınların pasaportu yok diyelim. Pasaport alsalar, vize almalarının imkânı yok. Ama vize aldıkları anda          -herhangi bir yere- topuklamaları da an meselesi. İstatistikler bunu gösteriyor. Ha bire.

Zira bu topraklarda bu sloganı haykırarak ruhlarını doyurmaya/kendilerini iyi hissetmeye çalışanların işleri yok, dolayısıyla güçleri yok, sağlık güvenceleri yok, kendilerine ait evleri yok, tarlaları yok, tahsilleri yok- yok babam yok. En can alıcısı da (bu yüzden can alıyorlar ya da almak istiyorlar belki de) GELECEKLERİ YOK. HİÇBİR gelecekleri YOK.

"Şurada şişme bi bot var. Doluşun da Yunanistan'a kaçıralım" desen, atlayıp kaçmaya çalışacak on binlercesi. Yüz binlercesi. O denli hiçbir 'şeyleri' yok. Geleceğe dair en ufak bir umutları. Yok oğlu yok.

Onun için de böylesi denetimsiz bir saygısızlıkla bu topraklara en az onlar kadar ait (ve esasında daha da ait) insanlara, bu topraklarda en az onlar kadar hak sahibi (ve esasında daha da hak sahibi) bu topraklarla en az onlar kadar ilgili (esasında çok çok daha 'ilgili' ve de 'bilgili') insanlara ciğerlerini paralayarak bu ne idüğü belirsiz sloganı haykırıyorlar. Haykırabiliyorlar işte. Maksat kendilerini azıcık iyi hissedebilsinler. Bir zerkçik. Bir miligramcık. Bir dozcuk. Yeter. Yeter.

(Sonra daha da, daha da fazlasını istemek ve haykırmak üzre zehrin. Bünye tabii- böyle.)

Ben oysa vatanımla ilişkimi en çok annemle olan ilişkime benzetirim. (Adı üstünde: Ana vatan.)

Nasıl annemi bazen çok, bazen az seversem, sevdiysem; annem nasıl bazen utandırdıysa beni, ona benzememeye ant içtiysem, yemin ettiysem ya da annem aklıyla, yüreğiyle, cömertliği ve vicdanıyla kimi zaman nasıl ezdiyse beni; ondan ne denli az olduğum için yetersizlik duygularıyla kıvrandıysam.

Aynen öyle bir aşk/nefret ilişkisidir vatanımla yaşadığım. Alabildiğine şahsi bir ilişkidir. Kimsenin müdahalesini istemem. Ve alabildiğine girift bir ilişkidir: girintili çıkıntılıdır, inişli çıkışlıdır. Ama aynen annemle olan ilişkimde olduğu gibi, hayatımın en mühim ilişkisidir. Hayatımın üstüne kurulu olduğu derttir.

Bu, benim için öyledir.

Nasıl dışardan birisi annemi sevmiyorsa, saymıyorsa o insana diş bileyebilirsem, muhtemelen bileyeceksem; anneme yapılabilecek herhangi bir saygısızlık beni derinden yaralayıp çileden çıkarabilecek ise, annem konusunda çok koruyucu ve korunmaya muhtaç isem, annemi sevip sevmeme hakkımın da yalnız ve yalnızca bana ait olduğunun bilinmesini isterim.

Severim ya da sevmem- sana ne?

Terk ederim ya da etmem- keyfim bilir:

Annemle o an içinde bulunduğum halet-i ruhiye.

Bunca inişli çıkışlı med cezirli bir ilişkide diyelim dışardan bakan tuhaf ve kör bir gözün annemle beni yargılamasını da istemem. Ve asla kabullenemem. BU benim 'özel' ilişkim. Yalnızca beni alakadar eder.

Kendi memleketimizi, kendi memleketimizde eleştirme hakkına NE kadar sahibiz? İşte mesele tamamen burada.

Zira anneleriyle hakiki bir ilişki, samimi bir sevgi bağı kuramayan çocuklar; eleştiremezler de annelerini. Onunla ilgili, rahatsız oldukları gerçekleri dillendiremezler. Oysa annem bana bu özgürlüğü sonuna kadar tanıdı. Beni sonuna kadar eleştirdi, ben de onu sonuna kadar eleştirdim, didik didikledim. Bu yakınlıkta bir ilişkidir, karşılıklı hakkımızdı bu. Samimiyetimiz evet acıtıcıydı, ama mutluluğumuzdu.

Kim daha vatansever yarışmasına çıktığımız, zorla çıkartıldığımız bu günlerde, benim için 'ana vatanımın' ne anlama geldiğinden söz etmek ihtiyacını hissettim. Yarın da başka bir milliyetçi tip paranoya olan 'Üç Beş Çıkar İçin Yurdunu/Milletini El Âleme Şikâyet Etmek'ten bahsedeceğim herhalde.

Dallandırıp budaklandıralım yani.