Hikayemiz Balkanlar’da Türklerin yoğun yaşadığı küçük
bir kasabada yaşanır. Kasabaya yeni atanan genç
kaymakam, Alevilerin düzenlediği aşure gününe
davetlidir. Meydanın orta yerine kurulu kazanlarda
pişirilen aşuresini yerken Alevi önderlerine “Kapalı
bir mekan seçilse daha iyi olmaz mıydı?” diye sorunca,
“Cem evimiz olsa orada yapardık, ama yok” cevabını
alır. İdealist Kaymakam törende yaptığı konuşmada bu
konuya da yer vererek “İlçemizde uzun zamandır ikinci
bir cami ihtiyacı olduğunu biliyorum. Müftü beye
danışacağım, eğer sizler de kabul ederseniz uygun bir
arsa bulalım. İkinci caminin yanına bir de Cem Evi
yaptıralım” der. Kasaba müftüsü projeyi kabul eder.
Alevi dedesi de olur verince, bazı Alevilerin karşı
çıkmasına rağmen genç kaymakam her iki kesimin ileri
gelenlerini toplantıya çağırır. Onlar da gereken maddi
yardımı yapmayı kabul ederler.
Kasabanın hemen girişinde iki dönümlük bir arsa
alınır, dozerler girer, büyük bir törenle Kaymakam,
Dede ve Müftü beraberce ilk harcı atarlar. Dört aylık
bir çalışmadan sonra çevre düzenlemesi dahil Cami ve
Cem evi binası tamamlanmıştır. İkisinin de kapısı aynı
meydana bakan, duvarları bitişik olan bu iki yapının
birbirinden tek farkı caminin minaresi ile Cem evine
asılan Hz. Ali ve Atatürk resimleridir. Aralarındaki
mesafe en fazla kırk metre olan iki kapının arasına
meydana doğru uzanan ağaç fideleri dikilmiştir.
Valinin de katıldığı, dede ile müftünün kucaklaşarak
birbirlerini kutladığı açılışta hemen herkes mutludur.
En büyük ilgi ise doğal olarak projenin sahibi genç
kaymakamadır.
Açılıştan sonra imamı atanan cami hemen işlerliğe
kavuşur. Namazdan namaza gelen cemaat imamın arkasında
namazını kılar, gider. Ha, bir de cenaze olan günler
hareketlenir cami. Cem evine gelince, dede cem
günlerinde veya cenazelerde görevini yapmasına
yapıyordur elbette. Gel görelim ki Alevilerin ezici
çoğunluğu Cem evini sadece bir ibadethane değil, aynı
zamanda bir kültür evi ve paylaşma ortamı olarak
gördüklerinden işleri bir türlü bitmek bilmez. Cem
evine önce bir başkan atanır. Bu kişi, günde üç kez
çıkacak yemekten bina temizliğine kadar tüm idari
işlerden sorumludur. Bir hafta sonra emekli bir
öğretmen de Kültür ve Gençlik sorumlusu olmayı kabul
eder. Yavaş yavaş Cem evi işleri de düzene girmiştir…
İlk Tartışma: Dualar Türkçe mi, Arapça mı
Olmalı?
Bir gün cami imamı, “Acep bu aleviler cenazelerini
nasıl kaldırıyorlar” diye merak ederek cem evindeki
bir cenazeye katılır. Cenazede dede tüm konuşmaları ve
duaları Türkçe yapmaktadır. Daha sonra dede ile
görüşen imam dualar Türkçe mi, Arapça mı okunmalı
tartışmasını sürdürür. Dede olaya yumuşak yaklaşsa da,
tartışmaya tanık olan Cem evi kültür sorumlusunun
“Kardeşim sen hangi dilden vaaz verirsen ver, ama bize
karışma” sözleri üzerine imam tartışmayı keser.
“Gavur Posteri” Sorunu
Aleviler bir sabah Cem evine geldiklerinde caminin ön
kısmına tahtadan bir baraka kurulduğunu görürler. Bu
dükkancıkta dini kitapların yanı sıra küçük dua
kitapçıkları, nazar boncukları, Arapça dualar yazılı
posterler, çeşitli tarikat ve cemaatlere ait dergiler
satışa sunulmuştur. Cem evi gençleri de “Biz niye
açmayalım?” diyerek hemen toplanırlar. Gelirin
yarısının Cem evine verilmesi şartıyla Hikmet adlı
genç görevlendirilir. Bir hafta sonra kitap standı
açılmıştır. Hacıbektaş’ı Veli, Pir Sultan Abdal, Yunus
Emre’yi anlatan kitaplar, çeşitli yazarların
Alevilikle ilgili kitapları, birçok sol görüşlü
yazarın kitapları yan yana dizilir. Ve tabi ki
Hazret-i Ali, Mustafa Kemal, Deniz Gezmiş, Aşık
Mahsuni Şerif, Yılmaz Güney, Nazım Hikmet ve Che
Guevera posterleri. Bir gün cami cemaatinden gri
pardösülü, yeşil takkeli otuz yaşlarında bir kişi
kitaplığın önüne dikilir. Bazılarını alıp sayfalarına
göz gezdirir. Daha sonra posterleri süzmeye başlar.
Kısık gözleri Che’ye takılıp kalır. Kitap sorumlusu
Hikmet de kaş altından onu izlemektedir.
Grili, parmağıyla göstererek sorar “Hepsini anladık
da, şu neci oluyor?” Hikmet ya sabır çekip cevaplar
“Adı Che, bir Latin Amerika devrimcisi”. “Gavur diyon
yani, ibadet yerine asmak günah değil mi?” demesiyle,
Hikmet’in onu kolundan tutup caminin önündeki barakaya
sürüklemesi bir olur. “Ulan biz senin burada sattığın
Arap yobazının kitaplarını soruyor muyuz? Defol git
işine!”. Grili gider ama on dakika sonra üç kişiyle
geri gelir. Önce Che’nin, sonra Deniz’in, Nazım’ın
hatta hırslarını alamayıp Mustafa Kemal’in posterleri
de yırtılıp yere atılır. Bu arada direnen Hikmet de
birkaç yumruk yemiştir. Cem evinden çıkıp manzarayı
gören gençler de caminin önündeki kitap barakasını
darmadağın ederler. Araya dede, müftü, kaymakam girer
ve olay çok büyümeden durdurulur. Sonuçta taraflar
kitaplıkların kaldırılmasında anlaşırlar.
Ramazan Geldi, Hoş Geldi
Kapıların arasına dikilen ağaçlar ve büyük çiçek
saksıları, iki cemaatin birbirini doğrudan görmesini
biraz önlemekle beraber konuşmalar ister istemez
duyulmakta, içilen sigaraların dumanı
hissedilmektedir. Bir ramazan günü içerde sigara
içilmediği için cem evi kapısının önündeki taburelerde
oturmuş çaylarını yudumlayıp sigara tüttüren aleviler
cami cemaatinden bazı kişilerin uyarısına maruz kalır.
“Ayıptır, bari ramazanda yapmayın”. Gençten biri
yanıtlar “Sana ne, biz sizin gibi gizli gizli
yemeyiz”. Biraz itiş kakış olsa da araya girenler
kavganın büyümesini önlemeyi başarırlar.
“Biz Ağlarken Siz Cümbüş Yapıyorsunuz”
Şimdiye kadarki olaylarda hep sağduyu kazanmıştı. Ama
anlatacağım bu olayda birkaç kişinin kafası gözü
yarıldı. Camide cenaze vardı. Cenaze sahibi varlıklı
biri olmalı ki, kalabalık hayliydi. Cem evinde ise
semah ekibinin haftalık çalışması vardı. Cem
evindekiler dışarıda olup bitenlerden habersiz, saz
eşliğinde çalınan “Haydar Haydar, ben yana yana”
türküsü eşliğinde semah dönüyorlardı. Sazı çalan bazen
aşka gelerek sesinin perdesini ayarlayamıyor, camide
ise ağıtlar gözyaşlarına karışıyordu. İmam bu sese
aşina olduğu için cenaze namazına başlamadan evvel
kendi kendine “Tövbe yarabbi tövbe” diye mırıldanarak
namazı başlattı. Zaten ne olduysa cenaze namazı
bittikten sonra oldu. Bir gurup sanki anlaşmış gibi
doğruca Cem evine yöneldi.“Kafir oğlu kafirler, biz
burada ağlarken siz cümbüş oynatıyorsunuz” deyip, önce
saz çalan ozana sonra da semahçılara saldırdılar. Kim
eline ne geçirdiyse birbirine vuruyor, sazlar
kafalarda parçalanıyordu. Bu arada imamın
örgütlemesiyle araya girenler, durumu biraz
yatıştırdı. Ama her iki taraftan da yaralı çoktu. Bu
arada olayı duyan aleviler de akın akın Cem evi önünde
toplanmaya başlamıştı. Özellikle Cem evi içindeki
tahribatı görenlerin bir kısmı misilleme bile
önerdiler. Polis arabaları Cami ve cem evi önünde
geniş güvenlik önlemleri almış, yetki alanları
olmamasına rağmen çok sayıda jandarma da gelmişti.
Kaymakam her kesimin önderleriyle acil bir toplantı
yaptı. Can kaybı önlenmişti ama her iki taraf ta
tetikteydi ve “Bu iş olmaz” diyenlerin sayısı gittikçe
artıyordu.
Sonunda Olan Boncuk’a Oldu
Cem evinde günde üç öğün yemekten çalışanlar dışında
birçok gariban da nasipleniyordu. Üstelik Canali
lakaplı gencin önerisiyle artan yemekler de sokak
hayvanlarına veriliyordu. Cami cemaatinin bir kısmı
şafiydi. Onların inancına göre köpeğin girdiği eve
melekler girmez, dahası namaz kılarken önünden köpek
geçerse namazları bozulurdu. Bu nedenle cami önünden
sürekli kovulan köpekler genellikle cem evi önünde
toplaşır, cami tarafına pek geçmezlerdi. Aleviler de
bu durumu bildiklerinden köpeklerin diğer tarafa
geçmemesi için çaba sarf ediyorlardı.
Bir sabah Cem evine gelen Canali beyaz bir köpeğin
kapının önünde yattığını görür. Başını okşar, seslenir
ama köpek yarı baygın haldedir. Aç olabileceğini
düşünen genç koşarak yiyecek bir şeyler getirir ve
yatan köpeğe eliyle yedirir. Yanılmamıştır. Beyaz
köpek karnı doyunca ayağa kalkar ve ön patilerini
Canali’nin omzuna koyarak sanki teşekkür eder. Bu
arada köpeğin hamile olduğunu da fark eden genç adını
Beyaz koyar. Geldiğinin haftasına üç yavru doğuran
Beyaz artık cem evinin maskotu olmuştur.
Beyaz’ı ve yavrularını en çok sevenlerden biri de
imamın ilkokula giden kızı Elif’tir. Paydos zili çalar
çalmaz soluğu Beyaz’ın yanında alan Elif, annesinin
çantasına koyduğu yiyecekleri bile onlarla
paylaşmakta, ismini kendisinin koyduğu Boncuk’u
kucağına alıp gezdirmektedir. Hatta bir kez evine bile
götürür. İmam çocuğu üzmemek için bir süre bekledikten
sonra şu uyarıyı yapar “Sakın herkesin önünde köpeği
sevme, kucağına alma ve caminin önüne getirme”. Ama
artık çok geçtir. Çünkü Boncuk da artık Elif’e
bağlanmıştır. Okuldan dönüş saatini iple çekmekte,
uzaktan görünür görünmez de yerinden fırlayıp eteğine
yapışmakta, oyunlar yapmaktadır. İmamın evi caminin
bitişiğindedir. Hatta kolaylık sağlamak için evin bir
kapısı da caminin içine açılmıştır. İmam çoğu kez bu
kapıyı kullandığından Elif de öğrenmiştir.
Bir gün eve erken Elif Boncuk’a görünmeden kestirme
yoldan, yani cami kapısından içeri girer. Namaz
kılmakta olan cemaatin arka tarafından dolanıp evine
girer. Ama ne yazık ki Boncuk onu görmüş ve aynı
yoldan peşine takılmıştır. Arkadaşını bulmaktan başka
bir derdi olmayan küçük köpek namaz kılanların
arasında dolaşmaktadır. Dolaştıkça da homurtular
artmaktadır. Namaz bozulmuş, günaha girilmiştir. O
zaman vurun günahkara! İmam ve bazılarının “Günahtır,
yazıktır” yalvarmalarını duyan olmaz. Acımasız
tekmeler Boncuk bebeğin gözüne, yüzüne, karnına
inmektedir. O anda en büyük sevap, namazlarını bozan
bu “şeytanı” Allahın evinden uzaklaştırmaktır.
Boncuk’un cansız bedenini cami kapısında ilk gören
Beyaz oldu. İnleyerek yavrusunu yalamaktan başka
elinden bir şey gelmiyordu. Elif’in çığlıklarına koşan
annesi bayılan çocuğunu kucaklayıp, ağlayarak evine
götürür. Gürültüleri duyup dışarı fırlayan Canali
Boncuğu ve başından ayrılmayan Beyaz’ı görünce kendini
kaybeder. Cem evine geri dönüp mutfaktaki bıçağı kapar
gelir. “Yezit oğlu yezitler bunu da mı yaptınız”
diyerek cemaatin üstüne yürür. Olası şüpheli gördüğü
gri pardösülülerden birine bıçağı saplar. Onlar da
Canali’nin üstüne çullanırlar. Sonuçta Canali ve
bıçakladığı kişi ağır yaralı olarak aynı ambulansla
hastaneye yetiştirilir. Çıkan arbedede birçok kişi de
yaralanmıştır.
Artık yolun sonuna gelinmiş, başta Kaymakam olmak
üzere dedesinden müftüsüne herkes “Cami ve Cem evi bir
arada olmamalı” düşüncesinde birleşmişti. Hepimizin en
masumu Boncuk’a mezar olan ikili yapı dozerle yıkıldı.
Cem evi başka yere, cami başka yere taşındı ve o
arsaya güzel bir park yapıldı.
Şimdi o parkta Aleviler, Sünniler, çocuklar ve sokak
hayvanları bir arada ve özgürce dolaşıyor.
|