Bebeklikten söz etmiyorum,
beyefendi!
Karyoladan düşmekten de değil.
Bir karakolda, mesela.
Siz yine başbakansınız mesela
o sırada.
Bir
“kahraman”
bir “çete”
dediğiniz kimi
polis, 2010 Haziran başında, henüz 28 yaşında, mimar
Onur Yaser Can’ı
gözaltına aldı.
Pardon, gözaltı bile değil.
Ailesine haber verilmedi,
Avukat istenmedi.
Ama nezarete kondu.
Çırılçıplak soyuldu. Cinsel tacize maruz kaldı.
Çıkışta doktor raporu bile
aynı polislerin huzurunda hazırlandı.
(Hıdır
Tok’un
Başka Haber’deki
hakikaten başka türlü haberi!)
İfadesiyle defalarca oynandı.
Kağıt üstünde ne kadar hukuk
kuralı varsa hepsi çiğnendi.
Kendisi şöyle aktarmış orada
başına gelenleri:
“Gözaltında
çırılçıplak soyuldum. Duvara yaslanmamı söylediler.
Bir süre çömelerek bekletildim. Tokatlandım,
aşağılandım. İfademden farklı ifadeler imzalatıldı.”
Sonra bir daha çağırmışlar
karakola.
Haberdeki
anlatımla, “Çırılçıplak
soyulduğu karakola bir daha gitmektense çırılçıplak
soyundu…”
Ve kendini öylece, devlet
tacizine karşı bu kez kendi iradesiyle kaldığı
çırılçıplaklığıyla, yaşadıkları apartmanın
penceresinden boşluğa attı.
Hemen ölmedi. Ambulans bir
türlü gelemedi. Hastane hastane dolaştırıldı son
nefesini vermeden önce.
Yani yaşarken işkence, ölürken
işkence.
Siz o sırada başbakansınız
mesela.
Sonra ne mi oldu?
11 ay sonunda o polisler
hakkında işkenceden takipsizlik kararı verildi.
Savcı, tanıdık.
Hani kendi
oğullarınıza işkencesiz, tacizsiz, çırılçıplak
soymadan; sadece paranın rengi vesilesiyle dokununca
“Hain, çete, haşhaşi,
örgüt, paralel devlet” diyerek hukuku, HSYK’yı, adliyeleri, emniyeti,
istihbaratı altüst ettiğiniz savcılardan biri.
“Başkasının oğlu”
olunca, çırılçıplak soyulunca, olunca ne kelime,
ölünce, böyle bir fırtına kopmuyor, bir deprem
olmuyor, hükümet sinirlenmiyor,
Ô savcı var ya, o savcı”
demiyor haliyle.
Tamam,
“oğullar ölmesin”
diyen bir karış barışımız
ellerinizden öper de, bakın yerde yatan onca evladın
bedenine:
20-25-30 diye, Havuz Kuru’yla
üç-beş kuruş 1 trilyon diye sayarken kimi oğullar…
Kimi de işkence izleri, sopa
darbeleri, mermi delikleri, kapsül sillesiyle
çırılçıplak!
Sonra daha ne mi oldu?
Polisler hakkında evrakta
sahtecilikten dava açıldı.
İki polis mahkum oldu. İyi
halden indirildi, şu bu.
O duruşmalarda
anne Hatice Can,
sanki son nefesiyle, son
sesiyle
demiş ki:
“Bebekliğinden
itibaren ailesinden tek kötü ses duymadan, bir fiske
dahi vurulmadan büyütülen mimar, müzisyen, heykeltıraş
bir genci çırılçıplak soydular, aşağıladılar. Kamera
kayıtları da ortada yok.”
O sırada da, misal, siz
başbakansınız.
Daha daha sonra ne mi oldu?
Önceki gün,
günlerden pazarken, oğullarınızın, danışmanlarınızın,
adamlarınızın, rezalarınızın, rızalarınızın, biteviye
heves ve nefeslerinizin “montaj-dublaj-arbitraj”
sesleri üzerimize üzerimize sızarken,
gümbür gümbür azarken…
Hatice
Can, hani bir daha
çırılçıplak soyulmamak için karakolda, çırılçıplak
atlayıp da boşluğa, kendi canını alan gencin annesi;
İntihar edip kendi canını da
verdi bu adalet düzenine!
Siz tabii, o esnada yine
başbakansınız…
Bağırıyorsunuz,
“Çocuklarımız”
diye…
Bağırıyorsunuz,
“İnsanın mahremi”
diye…
Bağırıyorsunuz,
“Çocuğu olmayan anlamaz”
diye...
Bağırıyorsunuz
kısık sesle, “Oğlum
anlamadın mı”
diye!
Belki şimdi
artık merak edersiniz o oğlun da adını; unutmayın,
“not etsin oğlunuz”
diye…
Yazıvereyim bir kez daha, şu
köşeye:
Adı Onur’du…
Soyadı Can.
Canını verdi… Onuru
baki kaldı!
Hiç unutmayın, aklınızdan hiç
çıkmasın…
Hafızanıza bir kazınsın:
Bir anaydı, onun da
bir oğlu vardı…
Bir canı kaldı…
Belki biraz
utanırsınız diye…
Onu da kendi aldı.
Şimdi saymaya, sıfırlamaya
devam edebilirsiniz:
20… 25
30… 40!
|