|
|
................... |
|
................... |
TARİH
BİLİNCİNDEN DURUM DEĞERLENDİRMESİ |
KUŞHA Faruk Özden
18 Ocak 2009
Redakte: ÇETAO Nadir Yağan |
|
|
................... |
|
................... |
Konu
hakkında yazan katılımcılarımız:
ZemskySabor,
Okur,
Tlaps,
Abadzeh,
Abzeh,
Bjintsine, Turkav81, Aytek Sey, KUŞHA Faruk Özden,
Necdet Hatam, Turgut Janxot, Adigeeale, Dönüşçü,
Yesxot, B. Atcı, Berslan, Yamtar, Kayra Kağan,
Misafir, Curey Murat (İrfan), Mugolh Yılmaz |
|
CircassianCanada Notu:
Aşağıda yayınlanan metinler Denetim Kurulu Üyelerimizce denetlenip yayına verilmiştir. |
|
Tarih bilinci başlığı ile
başlayan bir eleştiri yazısını Çerkes Kızı Ayşe'ye
götürdük ve bağladık. Ve ne de güzel eyledik...
Öncelikle diasporada profesyonel anlamda Batıray Özbek
dışında tarihçimiz yok hatta Batıray Özbek de bildiğim
kadarıyla filologdur. Geçmişte de böyleydi.
Bu gün de böyle. Rahmetli İsmail BERKOK asker,
Ömer Beygua orman mühendisi, Necdet Hatam doktor, Ali
Çürey asker, Hapi Cevdet coğrafya öğretmenidir yani
hiçbirisi profesyonel anlamda tarihçi değildir.
Hapi Cevdet Yıldız'ın küçük tarihi anekdotlarına büyük
tarihi olaylar gibi çarpıtarak yaklaşılıyor. Her
gün ya Necdet Hatam'a ya Hapi Cevdet'e bir saldırı.
Onlara saldırmakla bir şeyler elde edebileceğinizi
sanıyorsanız yanılırsınız.
Bilir misiniz 19 yy Osmanlısında her konuda yazan bir
yazar vardı: Hağur Ahmet Mithat Efendi.
Gazeteci, yazar, eleştirmen, öğretmen
vs. Romandan başlayarak, tiyatro eserinden
ders kitaplarına kadar her konuda yazmıştır.
Yazdığı tiyatro eserlerinden `Çerkes Özdenleri ` ki
tiyatro tarihine “tiyatro binasını yıktıran oyun” olarak
geçmiştir.
Ahmet Mithat Efendi niye her konuda yazma gereği
duymuştur? Çünkü yoktu. Yazdığı konularda Osmanlı
Devleti’nde yazılmış eser ya yoktu ya da yetersizdi.
O bir Kültür Donkişot’uydu desem kıyamet kopar, onun
için bir ÖNCÜ'ydü diyeceğim.
Şu gerçek ki yukarıda saydığım kişilere saldıranlar
birer Donkişot’turlar. Donkişot yel değirmenlerine
saldırırken devlere saldırdığını zannediyordu. .
.
Eleştirmek ile saldırmak arasındaki nüansın farkında
değiliz. Eleştirirken alternatifini de dile
getirmemiz gerekir. Ayrıca eleştirmek için
eleştiri yönelttiğimiz konuda yeteri kadar kültürel alt
yapıya sahip olmamız gerekir.
Rahmetli İsmail Berkok'u eleştirenlerin içinde kaç tane
ilk çağ tarihçimiz var, sıfır. Rahmetli Ömer Begua’
yı eleştirenler içinde kaç tane dilbilimci var, sıfır ki
birisi Ömer Begua’nın tezlerini “Güneş Dil Teorisi” ne
benzetir.
Veya Ali Çurey'i eleştirenler içinde kaç tane Hititolog
var, sıfır. O arkadaş Hititoloji kürsüsü olduğunun
farkındadır herhalde.
Hapi Cevdet'e saldıran Wubıhler arasında artık ölü dil
gurubuna giren Wubıhçeyi canlandırmak demeyeyim de en
azından Wubıhçe üzerine akademik çalışma yapmak isteyen
kaç kişi var?
Yanlış yapıyorlarsa eleştiririz, hatalarını gösteririz
ve doğru bildiğimizi savunuruz. Ama öyle değil,
Televole kültürü: Herkesin tanıdığı isimlere
saldır. Belki de bir yerlerde, neresi ise oralar
orası da belli değil, övünç vesilesi olur veya en basiti
kendi egomuzu tatmin!
Saygılarımla.
Kube D. Nefin
18.
01. 2009
Sayın Faruk Özden Bey,
Kendi içimizdeki entelektüel ve tavırsal çelişkilerimizi
çok isabetli örneklerle yazmışsınız. Fakat bunlar
elbette değişmeyecek. Bizler bu 'halleri' toplum
için 'iyi' olan şekle nasıl getirebiliriz?
Sanırım artık bu noktadayız. Bununla ilgili çözüm
önerilerinizi de bizimle paylaşırsanız tabii ki zevkle
okuruz.
Saygılarımla.
Kyrani
20.
01. 2009
Tarih bilincinde söylenecek bir şey yok. Tarihi
geçmişi ezilmişlikle satılmışlıkla köle ile cariye ile
özdeşleşmiş budunumsular büyük tarih sahiplerinin dolgu
malzemesidirler.
O kadar ki xabze ve saygı ile de bu tarihi geçmişi
kutsamaya kalkmak köksüzlüğün milli kimliksizliğin açık
göstergesidir. Sayın Hapi’ye niye kızıyorsunuz? Sadece
kral çıplak dediği için mi?
Özgür kalınız.
KUŞHA Faruk Özden
20.
01. 2009
Durum değerlendirmesine ek olarak Uzunyayla’ da
anlatılan bir hikayeyi aktarayım;
Köyün birinde sonbaharda bir düğün yapılır.
(Gelin alınır, düğün bitip misafirler dağıldıktan sonra
aynı köyden veya başka köyden akraba kızlar dağılmaz,
gelinin yeni çevresine alışmasına yardımcı olmak için
bir müddet daha düğün evinde kalırlardı. Bu arada geline
bir ad takılır, gelin hayat boyu sonradan takılan bu
isimle çağrılırdı.)
Evin büyük kızı veya yeğenleri evin büyüğü Dade’nin
yanına gider: "Dade geline bir ad takalım "der.
Dade: "Kendi adını kendisi taktırır siz merak
etmeyin"diye yanıt verir.
Sonbahar da koyunlara koçlar katılmış, geceleri ailenin
koyun sürüsü de kapıya gelmekte ve orda yatmaktadır.
Yeni gelin biraz hercaiydi herhalde ki kızlara şöyle der
"Gelin kızlar koçlara binelim"
Hepsi birer koça binerler.
Dış kapı ve Dade’nin kapısı açıktır. Ürken koç
sırtındaki gelinle birlikte kapısı açık odaya dalar ve
gelini Dade’nin ayaklarının dibine atar.
Dade: "Demedim mi size kendi adını kendisi taktırır. Adı
tlışu (koç binicisi) olsun"der.
Bu hikayeyi iki gün önce kendisine yapılan
davranışlardan dolayı (belki de ihtiyacı yoktur) arka
çıktığım Hapi Cevdet için aktardım.
Başka bir başlık altında kendisine yöneltilen haklı
eleştiriler devam etmektedir.
Sayın Kyrani,
Yanlış başlıktasınız zannedersem.
Anladığım kadarıyla “tarihi geçmişi ezilmişlikle
satılmışlıkla köle ve cariye ile özdeşleşmiş
budunumsu”dan kastettiğiniz Çerkeslerdir de dolgu
malzemesi olduğumuz büyük tarih sahipleri kimlerdir?
Bu tartışma başlığında xabze ve saygıya sığındığımı hiç
zannetmiyorum ki xabzeye sığınmadığımız halde
sığındığımızı söylemekle tartışmayı çekmeye çalıştığın
yönü de anlayamadım?
Saygılarımla
Müzeyyen Kip
21.
01. 2009
Faruk ağabey sağolasın, hikaye güzeldi. Uzunyayla’da
anlatılırdı ama gelin Uzunyayla dışından gelmişti değil
mi?
Selamlar
Kyrani
21.
01. 2009
Sayın Hapi’ye aydın sorumluluğu gerçekçilik ve
bilimsellik adına teşekkür etmek gerekir.
Başlık da doğru konu da. Çerkeslerin söyleyebilecekleri
çok şey yok. Konu zahes, şeşen falan değil
karıştırmayın.
Kotij
21.
01. 2009
Her milletin kutsalı kendisi tarafından belirlenmiştir.
Milletin kutsalına dil uzatıp kendi habis ruhunu
arındırmak ve böylece mensubu olduğu budunu kendi kirli
hayallerinde yüceltmek ruhu sizler için kutsallaşmışsa
ve bu siz gibilerin tarihini kutsayabiliyorsa benim
xabzem de saygım da elbette tarihimi kutsayabilir.
Önce mensubu olduğun “budun”u söyle ki sana nerden nasıl
dolgu yapılabileceğini yada yapılmış olduğunu ifade etme
şansı bulabilelim. Kullandığın lügate
bakılırsa (budun, cariye, köle v.s) Sen dolgunu zaten
almışsın doldurulup doldurulup sokağa salınan taşeron
virüslerden birisin.
Elinizdeki malzeme bu kadar mı?
Köle, cariye, satmak, satılmak
tarihten anladığınız bu mu; Masturbatif beyinlerinizde
belden aşağı vuruşlarla libidonuz üzerinden tarihi
yargılamak ve değerlendirmek. Bastırılmış duygularınızın
sizi ittiği değer ve ahlak belirleyicisi, koruyucusu
işgüzarlığı ile tarihi yorumlamayın.
Sarayda Çerkes cariyeler varmış. Gözlerinizin önüne
gelen cariye fantezisi üzerinden tarih anlatmayın,
tarihi anlamayın sonra ezilmişlikten bahseden taraf
olduğunuzda komik duruma düşüyorsunuz.
Köle olmayı halkıma yaftalamak isteyenlerin yarısından
çoğu zamanında dil uzattıkları Çerkesler tarafından
baskınlarla alınıp Karadeniz kıyılarında
satılanlardandır. Bu da ruhu kuyrukluların bugünkü
ruhlarındaki kuyruk acılarıdır. Ben bunu ruhumda
kutsamıyorum bundan övünç duymuyorum tarihimin ak sütten
çıkmış olduğunu iddia etmek beni sizlere benzetir ben
ders alacağım yeri de örnek alacağım yeri de bilmeliyim
ki sizler gibi olmayayım.
Halkım ve tarihim bana öyle bir güven veriyor ki güven
ve övünç tazelemek için başka halklara saldırmıyorum.
Milliyetçilik hissini sadece kendi toplumumun
güzellikleri ya da olumsuzlukları üzerinden besliyor ya
da düzeltmeye çalışıyorum. Başka halklara saldırıp
karalayıp kendisini kıyasla büyük görmek, kendini
aldatma ve avunma yöntemi uygulayıp sonra eziklikten
bahseden sizler gibisini o karaladığınız Çerkesler
arasında bulamazsınız. Çok nadiren sizin gibi
kolaycılığı seçmişler çıkabilir.
Öyle laf atıp gitmek büyük tarih sahiplerine yakışmaz.
Tarihi, dedikodu yapar gibi laf atıp gitmek zannedenler
erdeme ve onura saldırıp cariye, köle üzerinden belden
aşağı tarihi manifestolarla ruhlarını temizleyemezler.
Elin gözündeki çöple uğraşacağınıza aynanıza bakın.
Niyeti bozmuşsanız ve kendinize güveniniz tarihinizde ya
da şahsınızda yeterli değilse ve bunu bir şekilde ırkçı
bir zihniyetle avutmak istiyorsanız şu dünya üzerinde
karalamak isteyip karalanamayacak toplum ve tarih
yoktur. Tarihi büyük olmanın anlamı size göre farklıdır
başkalarına göre farklı. Tarihi kesip biçmek
zannedenlerdenseniz orta çağda 3-5 sene içinde 40
milyonun insanın ölümüne sebep olan vebanın da şanlı bir
tarihi vardır. Saraydaki 20-25 cariye
üzerinden bir halkın onuruna erdemine saldırmak
zannediyorsanız kokuşmuş zihniyetinizi ikna edemeyecek
ya da ikna etmeye gerek kalmayacak kadar ruhunuz
kirlenmiştir.
“Budunumsu” olarak nitelendirilmek nitelendiren
“insanımsılardan” dolayı çok önemli değil.
Sayın Cevdet Yıldız’ın sizin gibilerin savunmasına
ihtiyacı olduğunu zannetmiyorum. Siz üzerinize vazife
olmayan şeylerle ilgilenmek haricinde kendi mensubu
olduğunuz “budun” la uğraşın. Biz kendi içimizde
birbirimize böyleyiz. Aynı saftan birbirimizi dirsekle
yoklarız, bazen birbirimize düşeriz ama dışarıdan bunu
fırsat bilip iştahı kabaranlara karşı bu oyunlara
gelmeyecek kadar güçlüyüz.
Sayın Hapi büyüğümüzdür. Her zaman haklı görüp alkış
tutacak değiliz. Hele ki, onu susturmaya çalıştığımız,
baskı yapmaya çalıştığımız gibi bir fikir yayılmaya
çalışılması sadece komiktir.
Eleştirilerimizden birbirimize düştüğümüz fikrine
kapılıp iştah kabartmak için acele etmeyin. Bunlar
hevesinizin kursağınızda kalacağı zamanların sancılı
işaretleridir inşallah. Sizlere rağmen Adige halkı kendi
geleceğini bir şekilde kazanacak, şu dünya üzerinde ulus
olmayı fazlasıyla hak eden şerefli toplumlardan biri
olarak sizlerin kirli hayallerini boşa çıkaracaktır.
Sizin o zamana kadar boş durmayacağınızın yine
farkındayız. Karalama, düşmanlık, çekememezlik ve
nefretiniz ulus olarak önümüzdeki engellerin ve
sorunların yanında sinek vızıltısı gibi kalır. Siz
vızıldamaya devam edin. Her sorunumuz sizin kadar
olur inşallah küçük ama mide rahatsızlığı çekeceğimiz de
kesin.
Tutturmuşlar bir budun
Aranıyorlar, arıyorlar
Kurunun yanında yakacak yaş odun
Yaş odun kuru kuru budun
Ateş büyük yakanlar küçük
Yakıtı nefret dumanı kin
Yakın! yakın!
Kuyruklarınızla yelleyin ateşi
Kuyruklarınız acılı, dağlayın ateşle
Kuru odun, yalanla serinlemiş budun
Açın tarihin istediğiniz kapısını, yapsın cereyan
Biraz daha üşütsün insanlığınız
Essin içeri serin serin inkar ve yalan
Tarih senin olsun büyük olsun
Oh ne ala “budun “dan da suyundan da koy
Sulandır sulandır dik kafayı iç
Tarihime laf etsin daha dünkü...
KUŞHA Faruk Özden
21.
01. 2009
Sayın Kyrani,
Köleci ve feodal toplumlarda feodaller arası çatışma ve
rekabeti, halklar arası mücadeleye indirgemek nasıl
aydın sorumluluğu ve bilimsel gerçeklik oluyor bunu bana
izah eder misiniz?
Daha önce “budunumsu” Çerkeslerin dolgu malzemesi olduğu
büyük tarih sahiplerinin kim olduğunu halen
söylemediniz!
Her toplumun tarihin oluşmasında bir nebze dahi katkısı
veya tuzu olur.
Çetin Altan 21.01.2009 tarihli Milliyet’ teki sütununda;
"19 yy sonlarında Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa'ya pamuk
tarımı için ihsan edilmiş Dalaman ve Köyceğiz yöreleri.
Pamuk tarlalarında çalıştırılmak için Somali’den
getirilmiş zenci köleler. Abbas Hilmi Paşa, pamuk tarımı
yapmaktan vazgeçince zenci köleler ortada kalmış.Kenyalı
babaannenin torunu Barak Obama'nın yerine Somalili zenci
bir kölenin torunu da ABD Başkanı olabilirdi..."der.
Bazı tesadüfler de tarihi yönlendirmekte rol alabilir.
Zehes ve şeşen dışında Çerkeslerin yaptığı şeyler de
vardır herhalde.
Çerkesler bir şeyler yapmıyorlarsa yapmaları gerektiği
gerçeği de yadsınamaz. Eğer bir şey yapmıyorlarsa nasıl
dolgu malzemesi oluyorlar? Dolgu malzemesi olmak da bir
iştir. Çukurlar dolmazsa yüzey nasıl düz ve parlak olur?
Zemsky Sabor
21.
01. 2009
Selamlar Sayın Kuşha,
Tarih bilincinden kastınızı daha net anlatmanızı
dilerim.
Diliniz varmasa da ''tarih bilinçsizliğimiz'' konusunda
yaptığınız tespitlerinizi daha açık söylerseniz,
bu halkın geleceğine daha fazla katkı yapabilmiş
olacağınız inancındayım.
Tarihçimiz yok derken tarihi materyallerden yoksun
olmadığımızı belirtmenizi isterim.
Milli tarih diye bir olgunun zorlama olduğuna inanan bir
insanım. Tarihin milli değil ancak coğrafi
veya ülkesel olduğuna inanıyorum.
Mesela bizim yakın tarihimizi yazmamız gerekirse bunu
sadece biz Adigelerin yaptıkları ettiklerine indirgemek
tarihi olayların ortaya çıkışı , gelişimi ve
neticelendirilmesinde büyük oranda yanlış sonuçlara
varılmasına neden olur.
Yani tarih sürecini değerlendirmeye elbette kendimizi
''özne'' olarak orta yere koyarak başlamalıyız fakat
tamamen bize endeksli bir tarihi süreci yazmayı
başaramayız. Başka başka amiller ve halklar da bu
sürecin değişik vasıf ve oranlarda içine dahildir.
Dozajı kaçırmak da gayet vahim sonuçlara yol açabilir.
Mesela başka bir konu başlığında Uzunyayla köyleri
konusunda tartıştığınız ve cevap beklediğiniz
arkadaşınki gibi bilinç kaybı babında vahim sonuçlar
doğurabilir.
O ismi lazım olmayan arkadaş yazısında;
''...Uzunyayla’da Abzegh, Hatukuay, Kabardey, Abaza,
Çeçen, Lezgi, Avar halkları yaşar...'' şeklinde bir
dizaynda bulunmuş. Oysa ilk üçte yer alan isimlerin
hepsi de ''Adige''dir ve o ismi lazımsız vatandaş bu
Adige kabilelerini sanki başka başka halklarmış gibi
göstermekte sakınca görmüyor. Bu tarih bilincinde
kendini ''özne'' görememenin yansıması, zihniyetin
çarpıklaşmasıdır.
Maalesef yürüttükleri propaganda faaliyetleri ile bir
kesim vatandaş, Adige halkının kolektif bilincini iğfal
etmeyi başardılar.
Tarih bilincini aşılamakta yapmamız gereken, tarihi
olaylarda bütün faktörlerin objektif değerlendirilmesi
ve bu değerlendirmenin ışığında yapılacak aktarımda
gelecek nesillere ders çıkarabilecekleri, güncel
ve eskimeyecek referans noktaları gösterebilmektir.
Bence sorun tarih bilincimizin olmaması değil bu tarihi
şimdiki ve daha sonra gelecek nesillere aktaracak
“edebiyatçılarımızın ”ve bu tarihi zaman-mekan kıstağına
bağlı kalarak gerçekçi olarak yorumlayıp halkının
yararına ''sonuç'' çıkartabilecek bilim insanlarımızın
azlığıdır.
Edebiyat-edebiyatçı noktasında özellikle durmak isterim.
Çünkü tarih içerisinde bir sürü teferruatı olan bir
sahadır. İlgisi olmayan kimselerin içine
girdiklerinde hemen sonuç alamayacakları, zahmet
gerektiren bir uğraştır.
Edebiyat ise bu tarih meselesini ve tarihi konuları
gayet herkes için lezzetli bir kıvama getirebilir.
Dikkat ederseniz, Batı Avrupa ve onun yarattığı kültür
bir kitap gibidir. Hemen her tarihi olay
çeşitli cenderelerden geçirilip farklı bakış açılarıyla,
öykülendirilmiş kitaplaştırılmıştır. Edebileştirilen
Batı, Avrupa tarihi ve tarihin süzgecinden geçen Avrupai
değerlerin yazılımı bütün dünyaya sunulan bir mesaj
gibidir. Olunması gerekeni, alınması gereken biçemi
edebiyatla ve edebiyatçılarla halkların bilinçlerine
kazır.
Detay olaraktan belirtmek gerekirse, Amerika ve Amerikan
kültürü daha çok bir film gibidir.
Gerçeklerden çok imaja ve hedefe yönelir.
Halkımızda ortak tarih bilinci vardır. Fakat bunun
dillendirilmesinde sorunlar vardır.
En başta, şimdiye kadar tarih yazmaya çalışmış
insanlarımızın temel düsturunda varolan ve duruşunda
kullandıkları Kafka-Rus jargonu problemlidir.
Daha çok ısmarlama tarih yazıcılığı iması
vermektedirler.
Bu değişmelidir.
Tarih süreci, günümüz diasporasına çeşitli çevreler
tarafından siyasi jargonlarının bir söylevi olaraktan
aşılanmaya çalışılan ebedi düşmanlıklar veya tarihsiz
muğlak devletçikler birliktelikler ile asılsız
akrabalıklar üzerine gelişmiyor.
Bu madalyonun öteki yüzüne de bakılmasından yani
anavatan Adigelerinin yaptığı çalışmalara şu ankinden
daha fazla ağırlık verilmesinden yanayım.
Diaspora Adigelerine ortak tarihleri vasıtasıyla bir
bilinç aşılanmak isteniyorsa bu ancak edebiyat ile
mümkün olabilecektir.
Çünkü geçmiş bilincin oluşmasında bir etkense diğer bir
etken de gelecektir. Geçmişi kara kuru bir kaç cümleyle
özetleyebilir bir kaç tarihçi fakat eskisi gibi kendi
topraklarında bir arada yaşamanın lezzetini ancak bir
edebiyatçı halkın belleğine yerleştirebilir.
Saygılarımla.
KUŞHA Faruk Özden
22.
01. 2009
Türkçe yazılmış tek tarih kitabımız, Rahmetli İsmail
Berkok'un yazdığı “TARİHTE KAFKASYA”dır. Basım tarihi
1958, yazılış tarihi 40’lı yıllar zannederim. Basılış
tarihi yarım asır öncesi, yeni basımı da yapılmamış,
neden?
Tarih yazmak çok zordur hele yazılı kaynakları olmayan
bir kavmin tarihini yazmak kadar zor bir şey yoktur
herhalde. Tarihçi değilim ama bir okuyucu olmaya
çalışıyorum.
Diaspora Adigeleri arasında hiç mi ilkçağ ve ortaçağ
tarihçileri yok. Bu arada profesyonel çalışma
yapacaklara da sponsor bulunması gerekir.
Antik Yunan, Roma ve Bizans kaynakları, İran ve Arap
kaynakları, Osmanlı ve Rus kaynakları taranarak
anavatandaki üniversitelerle de birlikte çalışmak
gerekir.
70’li yıllarda “Kaberdey-Balkarım Yihistorya” isimli 2
ciltlik bir eser basılmıştı anavatanda. 1. cildin
yarısına kadar okudum sonra birilerine geçti. Zaten
kitap da emanetti. Daha sonra 2 cilt için gayret
gösterdiysem de edinemedim.
Amatörce Nartlar ve Adigelerde toplumsal gelişme ile
ilgili bir çalışmam oldu. Aynı kitap ile birlikte
kayboldu. Yismeyl Özdemir Özbay Nart Destanları ile
ilgili çok güzel bir çalışma yaptı. Yismeyl Özdemir
destan - esatir yönüne ağırlık verdi. Ben Çerkeslerde
toplumsal gelişmenin Nart destanlarındaki izlerini
irdelemeye çalışmıştım.
Prof. Aytek Namitok'un kütüphanesinin bir kısmı Dr.
Vasfi Güsar'da idi. Kafkas Kültür Derneği’nde de
bir kaç Fransızca kitap kalmıştı. Dr. Vasfi Güsar'da
kalan kitaplardan Negumuko Şore’nin tarihinin ilk Türkçe
basımı çıktı.
Geçmişe küçük bir gezintiden sonra Sayın Z. Sabor,
Tespitlerinize genellikle katılıyorum. Edebiyat ile
ilgili tespitinize bir eklemede bulunmak ve eser ile
ilgili eleştiride bulunmak istiyorum.
2007 yılında Altın Kitaplarda Sevim Reşat imzalı "Rüzgar
Kokulu Atlılar" adıyla yayınlanan romandan söz etmek
istiyorum.
Aslında bu romanın değerlendirilmesini bir başlık
altında yapmak isterdim. Osman Çelik'in
Genar'ından sonra adı sanı belli bir yayınevinden
Çerkeslerin büyük felaketini işleyen profesyonel bir
çalışma ile karşılaşacağımı beklerken, büyük bir hayal
kırıklığına uğradım.
KUŞHA Faruk Özden
22.
01. 2009
Rüzgar Kokulu Atlılar:
Kuşha Yakub ve Jambot kardeşlerin hikayelerini, Kuşha
sülale adını bütün Kaberdey aileler sahiplenirler. Hepsi
de Kuşha Yakub ve Jambot'un torunları olduklarını
söylerler.
Kuşha Yakub ve Jambot'un hikayesini ilk defa dedemden
dinlediğimde henüz ilkokula dahi gitmiyordum.
Dolayısıyla kendimi de bu hikayenin bir parçası olarak
görürüm.
Sayın Sevim Reşat maalesef Çerkeslerin günlük yaşamından
bihaberdir. Kendisine anlatılanları 19 yy
Rusya'sında Tolstoy veya Dostoyevski'nin romanlarındaki
günlük yaşam biçimini Çerkeslere uyarlamış. Sonunu da
anavatandan Osmanlı Ülkesi’ne göçe bağlamış.
Öncelikle romanın kahramanlarından Prens, aslında ne
idüğü belirsiz, zengin ve asil bir ailenin kızı ile
evlenerek nüfuz sahibi olmasıyla Ruslar tarafından
kendisini yönetici tayin ettiriyor. Prens diye
çağrılıyor.
Sevim Hanım hikayeyi de tam olarak bilmiyor. Olayda adı
geçen Prens Toktamışyiko’dur. Toktamışlar prens değil
lekueleşdir.
Gerçeğe yakın olan tek şey feodallerin köleler
üzerindeki tahakkümüdür.
Bir tarafta günlük hayatta kadınlar ve erkeklerin bir
arada maxsime içmesi, kesinlikle olmayan bir şeydi. Evde
toplanan savaş meclisi Çarlık Rusya'sına karşı Kuşha
Osman'ın evinde toplanan bir kaç kişi Ruslara nasıl
saldırılacağının kararını veriyorlar.
Toktamışyiko'nun Çarlık Ordusu’nda general olduğunu
dedem de anlatırdı. Jambot'un intikamını almak
için kardeşi Yakub Toktamışyiko'yu 7 oğlu ile
öldürdükten sonra savaşarak Nalçik surlarına çekilir.
Askerler kendisine yaklaşamaz ancak top atışı ile onu
öldürürler.
Tarihi bir olayı romanlaştırmak gayet normal fakat
Çerkeslerin günlük yaşamlarından bi haber birisinin Rus
klasiklerinden yola çıkarak uyarlama yapması ne kadar
doğru?
Çerkesler maxsimeyi ne zaman ve nasıl içerlerdi? Maxsime
nasıl bir içkidir? Bütün bunları bilmek gerekir.
Çerkeslerin günlük yaşamını, ilişkilerini, leğune (yatak
odası) mahremiyetini bilmek gerekir.
Cale
23.
01. 2009
Sayın KUŞHA Faruk Özden
Legune'nin anlamı yatak odası değildir. Eskiden
Çerkesler kaç tane oğlu varsa o kadar da oda yaparlardı.
Oğulları evlenince gelen geline bir oda verirlerdi ona
“Legune” derlerdi.
Bu Legune gündüzleri gelin için normal oturma odası
olurdu, geceleri yatak sererlerdi yatak odası olurdu
yani “legune” gelinin odası anlamına gelir.
Bir de anne ya da babanın yattığı odaya “Vuneshfha”,
mutfağa “leguntsuk“,misafir odasına “hashas”, tuvalete
de “psihuna” derler.
KUŞHA Faruk Özden
23.
01. 2009
Sayın Cale,
Leğune'nin ne anlama geldiğini biliyorum. Özelliği ve
mahremiyeti artsın diye parantez içinde yatak odası
dedim. Leğune'ye Guaşe'nin (kaynana) gelinin çocuğu
oluncaya kadar girmediğini de biliyorum. Çünkü ben o
kültürün içinde yetiştim. Yine de hatırlattığın için
teşekkür ederim.
Saygılarımla
KUŞHA Faruk Özden
24.
01. 2009
Gelişimini sürdürememiş yarı köleci yarı feodal
toplumumuz büyük felaketle sürüldüğü Osmanlı’nın
kırsalında bambaşka bir toplumsal yapı ile karşılaştı.
Tamamıyla toprağa bağlı trampayı biraz geçen ilkel bir
ticaret ve de bürokratik devlet.
Çoğumuz Kafkasya’nın hapishanesinin olmadığını ve
yargılamanın, cezalandırmanın xabzeye göre
thamadeler tarafından yapıldığı toplumsal yapımızla
övünürüz. Aslında övünülecek bir şey değil bu. Çünkü
övünç vesilesi yaptığımız hapishanesiz ve mahkemesiz
toplum ilkelliğin göstergesidir. Devlet diye bir
organizasyon yoksa yasama için mahkemeleri,
cezalandırmak için hapishaneleri olmaz. Bunları
uygulamak ve giderlerini karşılamak için vergi toplama
işlevi de olmaz. Bütün bunlar devletin varlığının
göstergeleridir.
Ayrıca feodaller ile halkın konutlarının da pek farklı
olmaması, feodalitenin de yeterince güçlü olmadığının
göstergesidir. Henüz malikaneler oluşmamıştır. Üretimin
artıp üretim fazlasının pazara çıkmaması, feodallerin
malikanelerinin oluşmamasına, gösterişli binaların
yapılamamasına neden olmuştur.
Osmanlı topraklarında devlet otoritesi ile tanıştıktan
veya o otoriteyi kabul ettikten sonra orduda görev
alarak bürokratik devlet yapılanmasının içinde yerini
alanların yanında küçük el zanaatlarını devam ettiren
zanaatkarlar ve de hiç beceremedikleri ticaret.
Uzunyayla’da anlatılır. 50’li yılların sonunda köyde
oturan orta halli Çerkes'in aklına şeytan, Ğazey'e
(Pınarbaşı’na Osmanlının taktığı Aziziye‘nin bozulmuş
Çerkesceleşmiş söyleniş biçimi) yerleşip dükkan açıp
ticaret yapması fikrini sokar. Köydeki koyunlarını
öküzlerini v. s. satar ve sermaye olarak nakite
çevirir ve şehre yerleşir. Dükkanını açar. Kendi
köylüleri ve komşu köylüler şehre gelince esnaf olan
komşularından alışverişe başlarlar. Acemi dükkancı
sattıklarının tutarlarını hesaplamak için tutarları
toplarken tok satıcı görünmek için “eldeleri boş ver
“dermiş. Kısa bir süre sonra eldeleri boşvere
boşvere sermayeyi kediye yüklemiş, müflis tüccar köyün
yolunu tutmuş.
Yeni nesiller ancak şimdi yeni, yeni ticaret yapmaya
başlamış, önceki kuşakların acemiliklerinin ve ticari
beceriksizliklerinin yerine bu işi başarmaya
başlamışlardır.
Sayın Hapi Cevdet Wubıhların ve Kaberdeylerin
sürülmediğini, köleci toplumsal yapıyı sürdürebilmek
için göçtüklerini söyler. Velev ki öyle olsun, o
durumda: 1861’ de Çarlık Rusya'sında köleciliğin
tasfiyesi ve feodalitenin pekiştirilmesi bazı
kabilelerin anayurdu terkine neden olmuştur.
Avrupa’da Fransız ihtilalıyla yönetime gelen
burjuvazinin kısa zamanda sanayi devrimini
gerçekleştirmesi ve onun yansıması olan Çarlık
Rusya'sında köleciliğin tasfiyesi. Sayın Hapi Cevdet'in
savını kabul edersek Abzegh ve Shapsughların ki
sürgündür, Wubıh ve Kaberdeylerinki köleciliği
tasfiye etmemek için anavatandan göçtür. Kaberdey ve
Wubıhlar köleciliği tasfiye etmemek için Osmanlı
topraklarına göç etmişlerdir. Peki o zaman Kabardey’de
kalan feodallere ne demeli? Anavatanda köleciliğin esas
tasfiyesi Ekim Devrimi ile tamamlanmıştır.
1861deki Çarlık Rusya'sında köleciliğin tasfiyesi, azat
edilen Rusların eski kölelerine işleyecek tarım alanları
açmak için, Çerkesya'daki tarım arazilerine el koymak
için Çerkesler anavatandan sürülmüşlerdir. Eğer amaç
tarım arazilerine el koymak olmasa en şiddetli direnci
gösteren Çeçenlerin topraklarını terk etmeleri için daha
fazla baskı görürlerdi.
Sürgünün gerekçesi tarım arazileriydi. 19 yy
ekonomisinde işlenebilir tarım arazileri girdi
kaynaklarının başında gelirdi. Dolayısıyla Çerkesya’da
sürgünü etkin kılan işlenebilir arazilerdi.
Avrupa’daki burjuva devrimi yarı köleci yarı feodal
Çerkesleri topraklarından etmiştir. Devlet
bürokrasisinin içinde özellikle asker olarak yer almaya
başlayan Çerkesler Osmanlı’da hem devleti öğrenmişler ve
uzlaşmışlar hem de köleciliği tasfiye etmişlerdir.
Özellikle 1908’den sonra.
Burjuva devrimi sonuçları itibariyle bir taraftan
Çerkeslerin felaketine neden olurken öte yandan
köleciliğin tasfiyesi ve feodallerin etkisinin
kırılmasına neden olmuştur.
Saygılarımla
Necdet Hatam
25.
01. 2009
Tarih Bilinci...
Sayın Prof Dr. Ahmet İnam'ın önümüzdeki hafta CC’nın
yeni dokümanları arasında yer alacağını umduğum "Tarih
Geleceğe Yazılır" başlıklı yazısının bir bölümünü olsun
sizlerle paylaşmak için bir hafta bekleyemedim. İlginç
bulacağınızı umuyorum:
"GELECEĞE YAZILAN TARİH
Tarih yazımı zaman içindedir. Açık uçludur.
Çerçeve içinde yazılıyor tarih. Çerçevenin geleceğe
taşınması, yeniden gözden geçirilmesi için açık
uçlu tarih yazıcılığı gerekiyor.
"Geleceğe yazılan tarih" sözü, bir ütopyayı,
belli bir erekselliği (teleology) çağrıştırabilir. Belli
bir "ideolojik" amaçlı, bir öğretinin yönlendirdiği
tarih yazımı akla gelebilir. "Geleceğin insanını
düşünerek yazılan tarih" sözü de için de taşıdığı
belirsizliklerden dolayı anlamlı değil. Geleceğe yazılan
tarihin, bunlarla ilgisi yok.
Geleceğe yazılan tarih, belli bir zaman,
hayat, ve insan anlayışından kaynaklanıyor.
Yerleşik bir öğretinin savunuculuğunu yapmıyor.
1. Zaman gelecekten geçmişe doğru akar. İnsan bir
olanaklar varlığıdır, bu olanaklarını gerçekleştirme
özgürlüğüne sahiptir. Bu olanaklarıyla o, henüz
gerçekleşmemiş olandır. Bu anlamıyla gelecektedir.
Olanaklarını gerçekleştirdikçe geçmişe doğru ilerler.
Tarih insanların gerçekleştirdikleri olanakların
tarihidir. Konusu geçmişte ise de kendisi gelecektedir!
Geçmişi yazma olanağı tükenmemiştir çünkü. Geçmiş bir
kez yaşanmıştır. Bir defalıktır. Kazası yoktur! Ama
yorumları bir defalık değildir. Geçmiş yeniden
yorumlanma potansiyeli ile gelecektedir. Geleceğin
geçmişteki bir olaya bakışı elbette şimdiki gibi
olmayacaktır. Tarih açık uçlu ve çerçeve içinde yazılır.
Çerçeveler değişir, yorumlar değişir. Gelecekten gelen
zamanın geçmişe ne getireceği bilinemez! Ne gibi
belgelerin ne gibi yorumlara yol açacağını önceden
kestirme olanağımız yoktur. Geçmişi nasıl anladığımız,
anlayacağımız geleceğin başımıza neler getireceği ile
ilgilidir.
2. Hayat, canlılığını yeni yorumlarla kazanır. Hayatı
her dem taze kılacak yorumlarla yaşayamazsanız
kokuşursunuz. Tarih yazımı, hayatı canlı kılacak,
geçmiş ile gelecek arasındaki köprüleri kurma sanatıdır.
Hayatın tazeliği, geçmişi ile tazeliğidir. Hayatın yeni
yorumlara gereksinimi vardır. Hayat, geçmişi
ile hayat olduğuna göre, geçmişin yeni yorumlara
gereksinimi vardır. Tarih yazıcılığı, hayatın
devingenliğini besleyen yeni yorumlar ortaya koya
bilmesi için kendini geleceğe açık tutmalıdır.
Yaşamak, geleceğe sorumlu olmak demektir. Bizden sonraki
dünyadaki çirkinlikler, haksızlıklar, zulüm ve sömürü
bizim şu ana sıkışmışlığımızdan gelebilir. Yazacağımız
tarih, geleceğin insanının dünya kavrayışını
etkileyecektir. Hayata olan borcumuz, bizi geleceğe
borçlu kılıyor.
3. İnsan anımsayan bir varlık. Birey olarak aldığımızda
bir geçmişi var, geçmişi hakkında
değerlendirmeleri, yorumları var. Onun da bir
anlamda tarihi var. Her anımsama bir yorum içerir.
Belleğimiz süzerek oluşuyor. Yaşananlar
yaşadığımız duruma göre süzgeçten geçiriliyor.
Anımsamada yorum var. Anımsamada geleceğin rolü var.
Gelecekten umudunu kesmiş birisinin anımsaması ile umut
dolu birisinin anımsaması arasında anımsamanın yorumları
açısından farklar olacaktır. Tarih yazımı da anımsamaya
benzer. Neyi, neden, nasıl anımsayacağız? Güzel bir
dünyada, farklı gelenekler ve dillerde, farklı
insanların bir arada var olabilecekleri bir gelecek için
yazılan tarih ile dünyayı sömürmeye yönelik, kendi
değerlerimizi yüceltip, diğer değerleri küçümsediğimiz
bir çerçeve içinde kotarılan tarih arasında fark
olacaktır.
Ben tarih yazıcısı olarak hangi çerçevelerde çerçeve
yazıyorum? Bu çerçeve açık mı geleceğe? Bu çerçeve
içinde insanlığa hizmet edebilir miyim?
Hangi zamanın tarihçisiyim? Geçmişin, şimdinin mi?
Zamanlar üstü, zamanın ötesi bir tarihçi miyim
yoksa? Kendimi sorgulayacak, yenileyecek,
geleceğe açık pencerelerim var mı?
Geleceğe yazılan tarih, tarihçinin kendini
geleceğin mahkemesinde sorgulayabildiği tarihtir."
Beğendiğiniz umudu ile...
KUŞHA Faruk Özden
26.
01. 2009
İletide kopma oldu:
Hiç bir dergimizin tirajı 10 bin değildir. Türkiye’de
yayınlanan yayın organlarımızın tiraj toplamı dahi 10
bin değildir. Ekonomik olarak o dergileri alabilecek
durumda değil miyiz?
Bir tarafta sayıca milyonlarca nüfustan bahsediyoruz öte
yandan 10 bin dergi satamıyoruz. Gerekçelerimiz
hazır efendim o dergi şucu, diğeri bucu... Hiçbirisi
bize bir şey vermiyor mu? Hiç olmazsa eleştirim
yayınlandı mı diye dergi alırız.
Eskiden geceler için 5-10 Liralık biletler teberrulu
olarak 50-100 Lira'ya satılırdı ki masraflar çıksın hiç
olmazsa salon kirası karşılansın diye. Şimdi de
dergilerin masraflarını karşılamak için bulabilirsek
biraz reklam, gerisi hikaye...
Saygılarımla
İletide kopma oldu baştan tekrar yazıyorum.
Kişi kendisini nasıl görüyorsa veya kabul ediyorsa odur
ve de önemli olan budur.
70'li yıllara kadar kapitalist ilişkiler gelişmediği
için köylerimiz doluydu, insanlarımız şehirlerde dahi
Çerkesce konuşurdu. Köylerimizin sokaklarında çocukların
Çerkesce bağırışları duyulurdu.
Okumaya şehre giden bizler, okullar kapansa da köylerde
doya doya gönlümüzce eğlensek, düğünlere gitsek,
kaşenler bulsak diye yaz tatilini beklerdik. Farkında
değildik belki de aslında istediğimiz Çerkesce
yaşamaktı.
Yaz gecelerinde çocuklar köy sokaklarında Çerkesce
bağırarak harimole, ğareğapşkue oynarlardı. Gençlerimiz
okullarda dünyayı tanıyarak kültürel donanımlarını
artırıyorlardı. Köylerde de Çerkesce yaşayarak ikili bir
hayat sürerlerdi.
İlk kopmalar okuyanlar arasından dışarıdan evlenmelerle
başladı. Traktörlerin köylere girmesiyle emek
yoğun yapılan çiftçilik makineleştikçe gençler istihdam
fazlası olarak şehirlere göç yollarına düştüler.
İnsanlarımız zorunlu göçten sonra tekrar topraklarından
kopuyorlardı.
Büyük şehirlerde gettolaşarak belirli semtlerde
yoğunlaştılar. Ankara'da Uzunyaylalılar Akdere'de,
Çorum'lular Dikmenderesi'nde yoğunlaştılar.
İstanbul'da Uzunyaylalılar Çağlayan'da, Balıkesirliler
ve Bigalılar Bayrampaşa gibi semtlerde toplandılar.
Köylerden getirdikleri adetlere göre yaşamaya
çalıştılar. Bir kısmının gerekçesi çocuklarını okutmak,
onları kurtarmaktı. Aslında onları zorlayan
kapitalist gelişmelerdi. Atıl kalan kırsal kesim insanı
istihdamı şehirlerde aradı. Önceleri Çerkesce
şehirlerde yaşamaya başladılar, sonraları ise Türkçe
Çerkesliği yaşama gayreti. İşte onların dilini
bilmez çocukları. Unutulması için her şey yapıldı.
Adet dersen yaşça büyüklerin kendi egolarını tatmin için
yaptıkları uygulamalar. Kültür olarak bildiği
Adige kıyafeti ile oynayan kız ve erkek figürü.
Özet olarak bugünkü Türkiye’deki Çerkeslerin genel
görünümü.
Bir tarafta çok hızlı şekilde insanlarımızın aidiyetini
kaybetmesi, erimesi, öte yandan somut çözümler
üretmemek. Dergi yayınlanır kimse okumaz, abone
olur yıllık ödentisini yapmaz, derneklere üye olunur
aidat ödenmez. Sanal ortamlardaki forumlara kimse
katılmaz, hasılıkelam saymakla bitmez.
Türkiye’deki Çerkes sayısını 2, 5 milyondan 6 milyona
kadar olduğunu söyleyen insanlarımız, CC'da üye sayımız
değil 1 milyon, 500 bin, 100 bin, 10 bin dahi değil. Ne
acınacak durumdayız. Hiçbir maddi külfeti dahi yok.
İhmalkarız vesselam.
Bir örnek vereceğim: Hırant Dink'in Agos Gazetesi’nin
tirajı zaman zaman 50 bini buluyor. Devamlı abone sayısı
10 bin. Türkiye’deki Ermenilerin sayısı 65-70 bin.
Hiçbir dergimizin tirajı 10 bin değildir. Türkiye’de
çıkan yayın organlarımızın sayısı toplamı dahi 10 bin
değildir. Ekonomik olarak o dergiyi alacak durumda değil
miyiz? Bir tarafta sayıca milyon insanımızdan söz
ediyoruz öte taraftan 10 bin dergi satamıyoruz. Efendim
o dergi şucu, diğeri bucu. Hiçbirisi bize bir şey
vermiyor mu? Kendi fikirlerimizi yazalım. Hiç olmazsa
eleştirim yayınlandı mı diye dergi alırız.
Eskiden geceler için geceleri teberrulu bilet satılırdı.
5-10liralık biletler 50-100 liraya verilirdi ki
masraflar çıksın hiç olmazsa salon kirası karşılansın
diye. Şimdi de dergilerin basım masraflarını karşılamak
için bulabilirsek biraz reklam, gerisi hikaye..
Saygılarımla
Abadzeh
26.
01. 2009
Dergi çıkması için derneğe aidat verelim, sonra dergiyi
almak için para verelim. Kendi aramızda kârsız döner bir
sermaye. Kendi il sınırları içinde köyleri ile
bütünleşen, yardımlaşan, faaliyet yapan, araştırma yapan
kaç dernek çıktı bugüne dek?
Köy nüfuslarını bilmiyoruz, sülaleleri bilmiyoruz, çıkan
değerleri bilmiyoruz. Bunları kullanmayı bilmiyoruz.
Aklımız başımıza şimdi gelse bile çok geç kaldık bazı
şeyler için. Köylerden kente göçler oldu ama
siyasileşemedi dernekler, Çerkesler.
Bayramdan bayrama köyüne gidip de dönenler orta düzeyde
ailelerdi. Bir yerlere gelmiş, maddi olanakları
geniş olanlar bir daha köylerine dönmedi,
ilişkilerini kestiler.
Ermeniler milliyetçi ve aynı zamanda kültürlü insanlar
sayın Özden. Kürtler de milliyetçidir bizlere
göre. Nüfusları avantajlarıdır. Bizim de nüfusumuz 10
milyonu bulsaydı bu nüfustan 1 milyon sağlam Adige
çıkabilirdi. Böyle 5-10 binlerle kendimizi teselli
etmezdik.
Zaman akıp gidiyor. Son umudum Çerkes TV. O da tiraj
almaz, ses getirmezse ben umudumu keseceğim her şeyden.
Badinokue
27.
01. 2009
Neden mi abone yok,
Çünkü hiçbir kişi ve kurum Adigeleri, Adige olduğu için
kabul etmiyor. Neci olduğuna baktığı için:
- Allahçı
- Allahsız
- Rusçu
- Türkçü
- Sağcı
- Solcu
- Pshici
- Sınıfsızcı vs vs vs.
İnsanların inanç ve siyasi tercihlerine müdahale
edildiğinde, karşılıklı tolere etme yeteneği ideolojiyle
zehirlendiğinde, namaz kılanın yanında diğeri lıkır
lıkır alkol içtiğinde, oruç tutmuyor diye diğerini insan
yerine koymadığında, hakaret ettiğinde tabii ki kimse
abone olmaz kimse de almaz.
Saygılarımla
KUŞHA Faruk Özden
28.
01. 2009
Sayın Badınokue,
Tasnifinizdeki: Allahçı, Pşhıcı ve sınıfsızcıyı
anlayamadım.
“Allahçı” yerine inançlı Müslüman desek de ”pşhıcı” ve
“sınıfsızcı”yı anlayamadım.
Pşhılığı savunuyorsanız, kalmayan hangi pşhı sülalesini
savunacağız?
Sonra biz Kundeteyiz, belki de bilmiyorsun Kundeteyler
hiçbir PŞHI’yı kabul etmediler.
Biz ne olacağız? |
|
|
|
|
|
|
|