...................
...................
TARİH BİLİNCİNDEN DURUM DEĞERLENDİRMESİ
KUŞHA Faruk Özden
18 Ocak 2009
Redakte:  ÇETAO Nadir Yağan
                         
...................
...................
Konu hakkında yazan katılımcılarımız:
ZemskySabor, Okur, Tlaps, Abadzeh, Abzeh, Bjintsine, Turkav81, Aytek Sey, KUŞHA Faruk Özden, Necdet Hatam, Turgut Janxot, Adigeeale, Dönüşçü, Yesxot, B. Atcı, Berslan, Yamtar, Kayra Kağan, Misafir, Curey Murat (İrfan), Mugolh Yılmaz
 
CircassianCanada Notu: Aşağıda yayınlanan metinler Denetim Kurulu Üyelerimizce denetlenip yayına verilmiştir.
                     
Tarih bilinci başlığı ile başlayan bir eleştiri yazısını Çerkes Kızı Ayşe'ye götürdük ve bağladık.  Ve ne de güzel eyledik...

Öncelikle diasporada profesyonel anlamda Batıray Özbek dışında tarihçimiz yok hatta Batıray Özbek de bildiğim kadarıyla filologdur.  Geçmişte de böyleydi.  Bu gün de böyle.  Rahmetli İsmail BERKOK asker, Ömer Beygua orman mühendisi, Necdet Hatam doktor, Ali Çürey asker, Hapi Cevdet coğrafya öğretmenidir yani hiçbirisi profesyonel anlamda tarihçi değildir. 

Hapi Cevdet Yıldız'ın küçük tarihi anekdotlarına büyük tarihi olaylar gibi çarpıtarak yaklaşılıyor.  Her gün ya Necdet Hatam'a ya Hapi Cevdet'e bir saldırı.  Onlara saldırmakla bir şeyler elde edebileceğinizi sanıyorsanız yanılırsınız. 

Bilir misiniz 19 yy Osmanlısında her konuda yazan bir yazar vardı: Hağur Ahmet Mithat Efendi.   Gazeteci,  yazar,  eleştirmen,  öğretmen vs.   Romandan başlayarak, tiyatro eserinden ders kitaplarına kadar her konuda yazmıştır.  Yazdığı tiyatro eserlerinden `Çerkes Özdenleri ` ki tiyatro tarihine “tiyatro binasını yıktıran oyun” olarak geçmiştir. 

Ahmet Mithat Efendi niye her konuda yazma gereği duymuştur? Çünkü yoktu.  Yazdığı konularda Osmanlı Devleti’nde yazılmış eser ya yoktu ya da yetersizdi.  O bir Kültür Donkişot’uydu desem kıyamet kopar, onun için bir ÖNCÜ'ydü diyeceğim. 

Şu gerçek ki yukarıda saydığım kişilere saldıranlar birer Donkişot’turlar.  Donkişot yel değirmenlerine saldırırken devlere saldırdığını zannediyordu.  .  . 
Eleştirmek ile saldırmak arasındaki nüansın farkında değiliz.  Eleştirirken alternatifini de dile getirmemiz gerekir.  Ayrıca eleştirmek için eleştiri yönelttiğimiz konuda yeteri kadar kültürel alt yapıya sahip olmamız gerekir. 
Rahmetli İsmail Berkok'u eleştirenlerin içinde kaç tane ilk çağ tarihçimiz var, sıfır.  Rahmetli Ömer Begua’ yı eleştirenler içinde kaç tane dilbilimci var, sıfır ki birisi Ömer Begua’nın tezlerini “Güneş Dil Teorisi” ne benzetir. 

Veya Ali Çurey'i eleştirenler içinde kaç tane Hititolog var, sıfır.  O arkadaş Hititoloji kürsüsü olduğunun farkındadır herhalde. 

Hapi Cevdet'e saldıran Wubıhler arasında artık ölü dil gurubuna giren Wubıhçeyi canlandırmak demeyeyim de en azından Wubıhçe üzerine akademik çalışma yapmak isteyen kaç kişi var?

Yanlış yapıyorlarsa eleştiririz, hatalarını gösteririz ve doğru bildiğimizi savunuruz.  Ama öyle değil, Televole kültürü:  Herkesin tanıdığı isimlere saldır.  Belki de bir yerlerde, neresi ise oralar orası da belli değil, övünç vesilesi olur veya en basiti kendi egomuzu tatmin!

Saygılarımla. 



Kube D.  Nefin
18.  01.  2009

Sayın Faruk Özden Bey,

Kendi içimizdeki entelektüel ve tavırsal çelişkilerimizi çok isabetli örneklerle yazmışsınız.  Fakat bunlar elbette değişmeyecek.  Bizler bu 'halleri' toplum için 'iyi' olan şekle nasıl getirebiliriz?

Sanırım artık bu noktadayız.  Bununla ilgili çözüm önerilerinizi de bizimle paylaşırsanız tabii ki zevkle okuruz. 

Saygılarımla. 



Kyrani
20.  01.  2009

Tarih bilincinde söylenecek bir şey yok.  Tarihi geçmişi ezilmişlikle satılmışlıkla köle ile cariye ile özdeşleşmiş budunumsular büyük tarih sahiplerinin dolgu malzemesidirler. 

O kadar ki xabze ve saygı ile de bu tarihi geçmişi kutsamaya kalkmak köksüzlüğün milli kimliksizliğin açık göstergesidir. Sayın Hapi’ye niye kızıyorsunuz? Sadece kral çıplak dediği için mi?

Özgür kalınız. 



KUŞHA Faruk Özden
20.  01.  2009

Durum değerlendirmesine ek olarak Uzunyayla’ da anlatılan bir hikayeyi aktarayım;

Köyün birinde sonbaharda bir düğün yapılır. 

(Gelin alınır, düğün bitip misafirler dağıldıktan sonra aynı köyden veya başka köyden akraba kızlar dağılmaz, gelinin yeni çevresine alışmasına yardımcı olmak için bir müddet daha düğün evinde kalırlardı. Bu arada geline bir ad takılır, gelin hayat boyu sonradan takılan bu isimle çağrılırdı.)

Evin büyük kızı veya yeğenleri evin büyüğü Dade’nin yanına gider: "Dade geline bir ad takalım "der. 

Dade: "Kendi adını kendisi taktırır siz merak etmeyin"diye yanıt verir. 

Sonbahar da koyunlara koçlar katılmış, geceleri ailenin koyun sürüsü de kapıya gelmekte ve orda yatmaktadır. 

Yeni gelin biraz hercaiydi herhalde ki kızlara şöyle der "Gelin kızlar koçlara binelim"

Hepsi birer koça binerler. 

Dış kapı ve Dade’nin kapısı açıktır.  Ürken koç sırtındaki gelinle birlikte kapısı açık odaya dalar ve gelini Dade’nin ayaklarının dibine atar. 
Dade: "Demedim mi size kendi adını kendisi taktırır. Adı tlışu (koç binicisi) olsun"der. 

Bu hikayeyi iki gün önce kendisine yapılan davranışlardan dolayı (belki de ihtiyacı yoktur) arka çıktığım Hapi Cevdet için aktardım. 

Başka bir başlık altında kendisine yöneltilen haklı eleştiriler devam etmektedir. 

Sayın Kyrani,

Yanlış başlıktasınız zannedersem. 

Anladığım kadarıyla “tarihi geçmişi ezilmişlikle satılmışlıkla köle ve cariye ile özdeşleşmiş budunumsu”dan kastettiğiniz Çerkeslerdir de dolgu malzemesi olduğumuz büyük tarih sahipleri kimlerdir?

Bu tartışma başlığında xabze ve saygıya sığındığımı hiç zannetmiyorum ki xabzeye sığınmadığımız halde sığındığımızı söylemekle tartışmayı çekmeye çalıştığın yönü de anlayamadım?

Saygılarımla



Müzeyyen Kip
21.  01.  2009

Faruk ağabey sağolasın, hikaye güzeldi. Uzunyayla’da anlatılırdı ama gelin Uzunyayla dışından gelmişti değil mi?

Selamlar



Kyrani
21.  01.  2009

Sayın Hapi’ye aydın sorumluluğu gerçekçilik ve bilimsellik adına teşekkür etmek gerekir. 

Başlık da doğru konu da. Çerkeslerin söyleyebilecekleri çok şey yok.   Konu zahes, şeşen falan değil karıştırmayın. 



Kotij
21.  01.  2009

Her milletin kutsalı kendisi tarafından belirlenmiştir. Milletin kutsalına dil uzatıp kendi habis ruhunu arındırmak ve böylece mensubu olduğu budunu kendi kirli hayallerinde yüceltmek ruhu sizler için kutsallaşmışsa ve bu siz gibilerin tarihini kutsayabiliyorsa benim xabzem de saygım da elbette tarihimi kutsayabilir. 

Önce mensubu olduğun “budun”u söyle ki sana nerden nasıl dolgu yapılabileceğini yada yapılmış olduğunu ifade etme şansı bulabilelim.   Kullandığın lügate bakılırsa (budun, cariye, köle v.s) Sen dolgunu zaten almışsın doldurulup doldurulup sokağa salınan taşeron virüslerden birisin. 

Elinizdeki malzeme bu kadar mı?

Köle,  cariye,  satmak,  satılmak tarihten anladığınız bu mu; Masturbatif beyinlerinizde belden aşağı vuruşlarla libidonuz üzerinden tarihi yargılamak ve değerlendirmek. Bastırılmış duygularınızın sizi ittiği değer ve ahlak belirleyicisi, koruyucusu işgüzarlığı ile tarihi yorumlamayın. 

Sarayda Çerkes cariyeler varmış. Gözlerinizin önüne gelen cariye fantezisi üzerinden tarih anlatmayın, tarihi anlamayın sonra ezilmişlikten bahseden taraf olduğunuzda komik duruma düşüyorsunuz. 

Köle olmayı halkıma yaftalamak isteyenlerin yarısından çoğu zamanında dil uzattıkları Çerkesler tarafından baskınlarla alınıp Karadeniz kıyılarında satılanlardandır. Bu da ruhu kuyrukluların bugünkü ruhlarındaki kuyruk acılarıdır. Ben bunu ruhumda kutsamıyorum bundan övünç duymuyorum tarihimin ak sütten çıkmış olduğunu iddia etmek beni sizlere benzetir ben ders alacağım yeri de örnek alacağım yeri de bilmeliyim ki sizler gibi olmayayım. 

Halkım ve tarihim bana öyle bir güven veriyor ki güven ve övünç tazelemek için başka halklara saldırmıyorum. Milliyetçilik hissini sadece kendi toplumumun güzellikleri ya da olumsuzlukları üzerinden besliyor ya da düzeltmeye çalışıyorum. Başka halklara saldırıp karalayıp kendisini kıyasla büyük görmek, kendini aldatma ve avunma yöntemi uygulayıp sonra eziklikten bahseden sizler gibisini o karaladığınız Çerkesler arasında bulamazsınız. Çok nadiren sizin gibi kolaycılığı seçmişler çıkabilir. 

Öyle laf atıp gitmek büyük tarih sahiplerine yakışmaz. Tarihi, dedikodu yapar gibi laf atıp gitmek zannedenler erdeme ve onura saldırıp cariye, köle üzerinden belden aşağı tarihi manifestolarla ruhlarını temizleyemezler.  Elin gözündeki çöple uğraşacağınıza aynanıza bakın. 

Niyeti bozmuşsanız ve kendinize güveniniz tarihinizde ya da şahsınızda yeterli değilse ve bunu bir şekilde ırkçı bir zihniyetle avutmak istiyorsanız şu dünya üzerinde karalamak isteyip karalanamayacak toplum ve tarih yoktur. Tarihi büyük olmanın anlamı size göre farklıdır başkalarına göre farklı. Tarihi kesip biçmek zannedenlerdenseniz orta çağda 3-5 sene içinde 40 milyonun insanın ölümüne sebep olan vebanın da şanlı bir tarihi vardır.   Saraydaki 20-25 cariye üzerinden bir halkın onuruna erdemine saldırmak zannediyorsanız kokuşmuş zihniyetinizi ikna edemeyecek ya da ikna etmeye gerek kalmayacak kadar ruhunuz kirlenmiştir. 

“Budunumsu” olarak nitelendirilmek nitelendiren “insanımsılardan” dolayı çok önemli değil. 

Sayın Cevdet Yıldız’ın sizin gibilerin savunmasına ihtiyacı olduğunu zannetmiyorum. Siz üzerinize vazife olmayan şeylerle ilgilenmek haricinde kendi mensubu olduğunuz “budun” la uğraşın. Biz kendi içimizde birbirimize böyleyiz. Aynı saftan birbirimizi dirsekle yoklarız, bazen birbirimize düşeriz ama dışarıdan bunu fırsat bilip iştahı kabaranlara karşı bu oyunlara gelmeyecek kadar güçlüyüz.

Sayın Hapi büyüğümüzdür. Her zaman haklı görüp alkış tutacak değiliz. Hele ki, onu susturmaya çalıştığımız, baskı yapmaya çalıştığımız gibi bir fikir yayılmaya çalışılması sadece komiktir.  

Eleştirilerimizden birbirimize düştüğümüz fikrine kapılıp iştah kabartmak için acele etmeyin. Bunlar hevesinizin kursağınızda kalacağı zamanların sancılı işaretleridir inşallah. Sizlere rağmen Adige halkı kendi geleceğini bir şekilde kazanacak, şu dünya üzerinde ulus olmayı fazlasıyla hak eden şerefli toplumlardan biri olarak sizlerin kirli hayallerini boşa çıkaracaktır.  Sizin o zamana kadar boş durmayacağınızın yine farkındayız. Karalama,  düşmanlık, çekememezlik ve nefretiniz ulus olarak önümüzdeki engellerin ve sorunların yanında sinek vızıltısı gibi kalır. Siz vızıldamaya devam edin.  Her sorunumuz sizin kadar olur inşallah küçük ama mide rahatsızlığı çekeceğimiz de kesin. 

Tutturmuşlar bir budun
Aranıyorlar, arıyorlar
Kurunun yanında yakacak yaş odun

Yaş odun kuru kuru budun
Ateş büyük yakanlar küçük
Yakıtı nefret dumanı kin
Yakın! yakın!
Kuyruklarınızla yelleyin ateşi
Kuyruklarınız acılı, dağlayın ateşle

Kuru odun, yalanla serinlemiş budun
Açın tarihin istediğiniz kapısını,  yapsın cereyan
Biraz daha üşütsün insanlığınız
Essin içeri serin serin inkar ve yalan

Tarih senin olsun büyük olsun
Oh ne ala “budun “dan da suyundan da koy
Sulandır sulandır dik kafayı iç
Tarihime laf etsin daha dünkü...



KUŞHA Faruk Özden
21.  01.  2009

Sayın Kyrani,

Köleci ve feodal toplumlarda feodaller arası çatışma ve rekabeti, halklar arası mücadeleye indirgemek nasıl aydın sorumluluğu ve bilimsel gerçeklik oluyor bunu bana izah eder misiniz?

Daha önce “budunumsu” Çerkeslerin dolgu malzemesi olduğu büyük tarih sahiplerinin kim olduğunu halen söylemediniz!

Her toplumun tarihin oluşmasında bir nebze dahi katkısı veya tuzu olur. 

Çetin Altan 21.01.2009 tarihli Milliyet’ teki sütununda;
"19 yy sonlarında Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa'ya pamuk tarımı için ihsan edilmiş Dalaman ve Köyceğiz yöreleri. Pamuk tarlalarında çalıştırılmak için Somali’den getirilmiş zenci köleler. Abbas Hilmi Paşa, pamuk tarımı yapmaktan vazgeçince zenci köleler ortada kalmış.Kenyalı babaannenin torunu Barak Obama'nın yerine Somalili zenci bir kölenin torunu da ABD Başkanı olabilirdi..."der. 

Bazı tesadüfler de tarihi yönlendirmekte rol alabilir. Zehes ve şeşen dışında Çerkeslerin yaptığı şeyler de vardır herhalde. 

Çerkesler bir şeyler yapmıyorlarsa yapmaları gerektiği gerçeği de yadsınamaz. Eğer bir şey yapmıyorlarsa nasıl dolgu malzemesi oluyorlar? Dolgu malzemesi olmak da bir iştir. Çukurlar dolmazsa yüzey nasıl düz ve parlak olur?



Zemsky Sabor
21.  01.  2009

Selamlar Sayın Kuşha,

Tarih bilincinden kastınızı daha net anlatmanızı dilerim. 
Diliniz varmasa da ''tarih bilinçsizliğimiz'' konusunda yaptığınız tespitlerinizi daha açık söylerseniz,  bu halkın geleceğine daha fazla katkı yapabilmiş olacağınız inancındayım. 

Tarihçimiz yok derken tarihi materyallerden yoksun olmadığımızı belirtmenizi isterim. 

Milli tarih diye bir olgunun zorlama olduğuna inanan bir insanım.   Tarihin milli değil ancak coğrafi veya ülkesel olduğuna inanıyorum.  
Mesela bizim yakın tarihimizi yazmamız gerekirse bunu sadece biz Adigelerin yaptıkları ettiklerine indirgemek tarihi olayların ortaya çıkışı ,  gelişimi ve neticelendirilmesinde büyük oranda yanlış sonuçlara varılmasına neden olur. 

Yani tarih sürecini değerlendirmeye elbette kendimizi ''özne'' olarak orta yere koyarak başlamalıyız fakat tamamen bize endeksli bir tarihi süreci yazmayı başaramayız. Başka başka amiller ve halklar da bu sürecin değişik vasıf ve oranlarda içine dahildir.  

Dozajı kaçırmak da gayet vahim sonuçlara yol açabilir. 

Mesela başka bir konu başlığında Uzunyayla köyleri konusunda tartıştığınız ve cevap beklediğiniz arkadaşınki gibi bilinç kaybı babında vahim sonuçlar doğurabilir. 

O ismi lazım olmayan arkadaş yazısında;
''...Uzunyayla’da Abzegh, Hatukuay, Kabardey, Abaza, Çeçen, Lezgi, Avar halkları yaşar...'' şeklinde bir dizaynda bulunmuş. Oysa ilk üçte yer alan isimlerin hepsi de ''Adige''dir ve o ismi lazımsız vatandaş bu Adige kabilelerini sanki başka başka halklarmış gibi göstermekte sakınca görmüyor. Bu tarih bilincinde kendini ''özne'' görememenin yansıması,  zihniyetin çarpıklaşmasıdır. 

Maalesef yürüttükleri propaganda faaliyetleri ile bir kesim vatandaş, Adige halkının kolektif bilincini iğfal etmeyi başardılar. 

Tarih bilincini aşılamakta yapmamız gereken, tarihi olaylarda bütün faktörlerin objektif değerlendirilmesi ve bu değerlendirmenin ışığında yapılacak aktarımda gelecek nesillere ders çıkarabilecekleri,  güncel ve eskimeyecek referans noktaları gösterebilmektir. 

Bence sorun tarih bilincimizin olmaması değil bu tarihi şimdiki ve daha sonra gelecek nesillere aktaracak “edebiyatçılarımızın ”ve bu tarihi zaman-mekan kıstağına bağlı kalarak gerçekçi olarak yorumlayıp halkının yararına ''sonuç'' çıkartabilecek bilim insanlarımızın azlığıdır.

Edebiyat-edebiyatçı noktasında özellikle durmak isterim. Çünkü tarih içerisinde bir sürü teferruatı olan bir sahadır.   İlgisi olmayan kimselerin içine girdiklerinde hemen sonuç alamayacakları,  zahmet gerektiren bir uğraştır. 

Edebiyat ise bu tarih meselesini ve tarihi konuları gayet herkes için lezzetli bir kıvama getirebilir. 

Dikkat ederseniz, Batı Avrupa ve onun yarattığı kültür bir kitap gibidir.   Hemen her tarihi olay çeşitli cenderelerden geçirilip farklı bakış açılarıyla,  öykülendirilmiş kitaplaştırılmıştır. Edebileştirilen Batı, Avrupa tarihi ve tarihin süzgecinden geçen Avrupai değerlerin yazılımı bütün dünyaya sunulan bir mesaj gibidir. Olunması gerekeni, alınması gereken biçemi edebiyatla ve edebiyatçılarla halkların bilinçlerine kazır. 

Detay olaraktan belirtmek gerekirse, Amerika ve Amerikan kültürü daha çok bir film gibidir.  

Gerçeklerden çok imaja ve hedefe yönelir. 

Halkımızda ortak tarih bilinci vardır. Fakat bunun dillendirilmesinde sorunlar vardır. 

En başta, şimdiye kadar tarih yazmaya çalışmış insanlarımızın temel düsturunda varolan ve duruşunda kullandıkları Kafka-Rus jargonu problemlidir.  

Daha çok ısmarlama tarih yazıcılığı iması vermektedirler. 

Bu değişmelidir.  

Tarih süreci, günümüz diasporasına çeşitli çevreler tarafından siyasi jargonlarının bir söylevi olaraktan aşılanmaya çalışılan ebedi düşmanlıklar veya tarihsiz muğlak devletçikler birliktelikler ile asılsız akrabalıklar üzerine gelişmiyor. 

Bu madalyonun öteki yüzüne de bakılmasından yani anavatan Adigelerinin yaptığı çalışmalara şu ankinden daha fazla ağırlık verilmesinden yanayım.  

Diaspora Adigelerine ortak tarihleri vasıtasıyla bir bilinç aşılanmak isteniyorsa bu ancak edebiyat ile mümkün olabilecektir. 

Çünkü geçmiş bilincin oluşmasında bir etkense diğer bir etken de gelecektir. Geçmişi kara kuru bir kaç cümleyle özetleyebilir bir kaç tarihçi fakat eskisi gibi kendi topraklarında bir arada yaşamanın lezzetini ancak bir edebiyatçı halkın belleğine yerleştirebilir.  

Saygılarımla. 



KUŞHA Faruk Özden
22.  01.  2009

Türkçe yazılmış tek tarih kitabımız, Rahmetli İsmail Berkok'un yazdığı “TARİHTE KAFKASYA”dır. Basım tarihi 1958, yazılış tarihi 40’lı yıllar zannederim. Basılış tarihi yarım asır öncesi, yeni basımı da yapılmamış, neden?

Tarih yazmak çok zordur hele yazılı kaynakları olmayan bir kavmin tarihini yazmak kadar zor bir şey yoktur herhalde.  Tarihçi değilim ama bir okuyucu olmaya çalışıyorum. 

Diaspora Adigeleri arasında hiç mi ilkçağ ve ortaçağ tarihçileri yok.  Bu arada profesyonel çalışma yapacaklara da sponsor bulunması gerekir. 

Antik Yunan, Roma ve Bizans kaynakları, İran ve Arap kaynakları, Osmanlı ve Rus kaynakları taranarak anavatandaki üniversitelerle de birlikte çalışmak gerekir. 

70’li yıllarda “Kaberdey-Balkarım Yihistorya” isimli 2 ciltlik bir eser basılmıştı anavatanda.  1. cildin yarısına kadar okudum sonra birilerine geçti. Zaten kitap da emanetti. Daha sonra 2 cilt için gayret gösterdiysem de edinemedim. 

Amatörce Nartlar ve Adigelerde toplumsal gelişme ile ilgili bir çalışmam oldu. Aynı kitap ile birlikte kayboldu. Yismeyl Özdemir Özbay Nart Destanları ile ilgili çok güzel bir çalışma yaptı. Yismeyl Özdemir destan - esatir yönüne ağırlık verdi. Ben Çerkeslerde toplumsal gelişmenin Nart destanlarındaki izlerini irdelemeye çalışmıştım. 

Prof. Aytek Namitok'un kütüphanesinin bir kısmı Dr. Vasfi Güsar'da idi.  Kafkas Kültür Derneği’nde de bir kaç Fransızca kitap kalmıştı. Dr. Vasfi Güsar'da kalan kitaplardan Negumuko Şore’nin tarihinin ilk Türkçe basımı çıktı. 

Geçmişe küçük bir gezintiden sonra Sayın Z.  Sabor,

Tespitlerinize genellikle katılıyorum. Edebiyat ile ilgili tespitinize bir eklemede bulunmak ve eser ile ilgili eleştiride bulunmak istiyorum. 

2007 yılında Altın Kitaplarda Sevim Reşat imzalı "Rüzgar Kokulu Atlılar" adıyla yayınlanan romandan söz etmek istiyorum. 

Aslında bu romanın değerlendirilmesini bir başlık altında yapmak isterdim.  Osman Çelik'in Genar'ından sonra adı sanı belli bir yayınevinden Çerkeslerin büyük felaketini işleyen profesyonel bir çalışma ile karşılaşacağımı beklerken, büyük bir hayal kırıklığına uğradım. 



KUŞHA Faruk Özden
22.  01.  2009

Rüzgar Kokulu Atlılar:

Kuşha Yakub ve Jambot kardeşlerin hikayelerini, Kuşha sülale adını bütün Kaberdey aileler sahiplenirler. Hepsi de Kuşha Yakub ve Jambot'un torunları olduklarını söylerler. 

Kuşha Yakub ve Jambot'un hikayesini ilk defa dedemden dinlediğimde henüz ilkokula dahi gitmiyordum. Dolayısıyla kendimi de bu hikayenin bir parçası olarak görürüm. 

Sayın Sevim Reşat maalesef Çerkeslerin günlük yaşamından bihaberdir.  Kendisine anlatılanları 19 yy Rusya'sında Tolstoy veya Dostoyevski'nin romanlarındaki günlük yaşam biçimini Çerkeslere uyarlamış. Sonunu da anavatandan Osmanlı Ülkesi’ne göçe bağlamış. 

Öncelikle romanın kahramanlarından Prens, aslında ne idüğü belirsiz, zengin ve asil bir ailenin kızı ile evlenerek nüfuz sahibi olmasıyla Ruslar tarafından kendisini yönetici tayin ettiriyor. Prens diye çağrılıyor. 
Sevim Hanım hikayeyi de tam olarak bilmiyor. Olayda adı geçen Prens Toktamışyiko’dur. Toktamışlar prens değil lekueleşdir. 

Gerçeğe yakın olan tek şey feodallerin köleler üzerindeki tahakkümüdür. 

Bir tarafta günlük hayatta kadınlar ve erkeklerin bir arada maxsime içmesi, kesinlikle olmayan bir şeydi. Evde toplanan savaş meclisi Çarlık Rusya'sına karşı Kuşha Osman'ın evinde toplanan bir kaç kişi Ruslara nasıl saldırılacağının kararını veriyorlar. 

Toktamışyiko'nun Çarlık Ordusu’nda general olduğunu dedem de anlatırdı.  Jambot'un intikamını almak için kardeşi Yakub Toktamışyiko'yu 7 oğlu ile öldürdükten sonra savaşarak Nalçik surlarına çekilir. Askerler kendisine yaklaşamaz ancak top atışı ile onu öldürürler. 

Tarihi bir olayı romanlaştırmak gayet normal fakat Çerkeslerin günlük yaşamlarından bi haber birisinin Rus klasiklerinden yola çıkarak uyarlama yapması ne kadar doğru?

Çerkesler maxsimeyi ne zaman ve nasıl içerlerdi? Maxsime nasıl bir içkidir? Bütün bunları bilmek gerekir. Çerkeslerin günlük yaşamını, ilişkilerini, leğune (yatak odası) mahremiyetini bilmek gerekir. 



Cale
23.  01.  2009

Sayın KUŞHA Faruk Özden

Legune'nin anlamı yatak odası değildir.  Eskiden Çerkesler kaç tane oğlu varsa o kadar da oda yaparlardı. Oğulları evlenince gelen geline bir oda verirlerdi ona “Legune” derlerdi. 

Bu Legune gündüzleri gelin için normal oturma odası olurdu, geceleri yatak sererlerdi yatak odası olurdu yani “legune” gelinin odası anlamına gelir. 

Bir de anne ya da babanın yattığı odaya “Vuneshfha”, mutfağa “leguntsuk“,misafir odasına “hashas”, tuvalete de “psihuna” derler. 



KUŞHA Faruk Özden
23.  01.  2009

Sayın Cale,

Leğune'nin ne anlama geldiğini biliyorum. Özelliği ve mahremiyeti artsın diye parantez içinde yatak odası dedim. Leğune'ye Guaşe'nin (kaynana) gelinin çocuğu oluncaya kadar girmediğini de biliyorum. Çünkü ben o kültürün içinde yetiştim. Yine de hatırlattığın için teşekkür ederim. 

Saygılarımla



KUŞHA Faruk Özden
24.  01.  2009

Gelişimini sürdürememiş yarı köleci yarı feodal toplumumuz büyük felaketle sürüldüğü Osmanlı’nın kırsalında bambaşka bir toplumsal yapı ile karşılaştı. Tamamıyla toprağa bağlı trampayı biraz geçen ilkel bir ticaret ve de bürokratik devlet. 

Çoğumuz Kafkasya’nın hapishanesinin olmadığını ve yargılamanın,  cezalandırmanın xabzeye göre thamadeler tarafından yapıldığı toplumsal yapımızla övünürüz. Aslında övünülecek bir şey değil bu. Çünkü övünç vesilesi yaptığımız hapishanesiz ve mahkemesiz toplum ilkelliğin göstergesidir. Devlet diye bir organizasyon yoksa yasama için mahkemeleri, cezalandırmak için hapishaneleri olmaz. Bunları uygulamak ve giderlerini karşılamak için vergi toplama işlevi de olmaz. Bütün bunlar devletin varlığının göstergeleridir. 

Ayrıca feodaller ile halkın konutlarının da pek farklı olmaması, feodalitenin de yeterince güçlü olmadığının göstergesidir. Henüz malikaneler oluşmamıştır. Üretimin artıp üretim fazlasının pazara çıkmaması, feodallerin malikanelerinin oluşmamasına, gösterişli binaların yapılamamasına neden olmuştur. 

Osmanlı topraklarında devlet otoritesi ile tanıştıktan veya o otoriteyi kabul ettikten sonra orduda görev alarak bürokratik devlet yapılanmasının içinde yerini alanların yanında küçük el zanaatlarını devam ettiren zanaatkarlar ve de hiç beceremedikleri ticaret. 

Uzunyayla’da anlatılır. 50’li yılların sonunda köyde oturan orta halli Çerkes'in aklına şeytan, Ğazey'e (Pınarbaşı’na Osmanlının taktığı Aziziye‘nin bozulmuş Çerkesceleşmiş söyleniş biçimi) yerleşip dükkan açıp ticaret yapması fikrini sokar. Köydeki koyunlarını öküzlerini v. s.  satar ve sermaye olarak nakite çevirir ve şehre yerleşir. Dükkanını açar.  Kendi köylüleri ve komşu köylüler şehre gelince esnaf olan komşularından alışverişe başlarlar. Acemi dükkancı sattıklarının tutarlarını hesaplamak için tutarları toplarken tok satıcı görünmek için “eldeleri boş ver “dermiş.  Kısa bir süre sonra eldeleri boşvere boşvere sermayeyi kediye yüklemiş, müflis tüccar köyün yolunu tutmuş. 

Yeni nesiller ancak şimdi yeni, yeni ticaret yapmaya başlamış, önceki kuşakların acemiliklerinin ve ticari beceriksizliklerinin yerine bu işi başarmaya başlamışlardır. 

Sayın Hapi Cevdet Wubıhların ve Kaberdeylerin sürülmediğini, köleci toplumsal yapıyı sürdürebilmek için göçtüklerini söyler. Velev ki öyle olsun, o durumda: 1861’ de Çarlık Rusya'sında köleciliğin tasfiyesi ve feodalitenin pekiştirilmesi bazı kabilelerin anayurdu terkine neden olmuştur. 

Avrupa’da Fransız ihtilalıyla yönetime gelen burjuvazinin kısa zamanda sanayi devrimini gerçekleştirmesi ve onun yansıması olan Çarlık Rusya'sında köleciliğin tasfiyesi. Sayın Hapi Cevdet'in savını kabul edersek Abzegh ve Shapsughların ki sürgündür,  Wubıh ve Kaberdeylerinki köleciliği tasfiye etmemek için anavatandan göçtür. Kaberdey ve Wubıhlar köleciliği tasfiye etmemek için Osmanlı topraklarına göç etmişlerdir. Peki o zaman Kabardey’de kalan feodallere ne demeli? Anavatanda köleciliğin esas tasfiyesi Ekim Devrimi ile tamamlanmıştır. 

1861deki Çarlık Rusya'sında köleciliğin tasfiyesi, azat edilen Rusların eski kölelerine işleyecek tarım alanları açmak için, Çerkesya'daki tarım arazilerine el koymak için Çerkesler anavatandan sürülmüşlerdir. Eğer amaç tarım arazilerine el koymak olmasa en şiddetli direnci gösteren Çeçenlerin topraklarını terk etmeleri için daha fazla baskı görürlerdi.

Sürgünün gerekçesi tarım arazileriydi. 19 yy ekonomisinde işlenebilir tarım arazileri girdi kaynaklarının başında gelirdi. Dolayısıyla Çerkesya’da sürgünü etkin kılan işlenebilir arazilerdi. 

Avrupa’daki burjuva devrimi yarı köleci yarı feodal Çerkesleri topraklarından etmiştir. Devlet bürokrasisinin içinde özellikle asker olarak yer almaya başlayan Çerkesler Osmanlı’da hem devleti öğrenmişler ve uzlaşmışlar hem de köleciliği tasfiye etmişlerdir. Özellikle 1908’den sonra. 

Burjuva devrimi sonuçları itibariyle bir taraftan Çerkeslerin felaketine neden olurken öte yandan köleciliğin tasfiyesi ve feodallerin etkisinin kırılmasına neden olmuştur. 

Saygılarımla



Necdet Hatam
25.  01.  2009

Tarih Bilinci...

Sayın Prof Dr. Ahmet İnam'ın önümüzdeki hafta CC’nın yeni dokümanları arasında yer alacağını umduğum "Tarih Geleceğe Yazılır" başlıklı yazısının bir bölümünü olsun sizlerle paylaşmak için bir hafta bekleyemedim. İlginç bulacağınızı umuyorum:

"GELECEĞE YAZILAN TARİH

Tarih yazımı zaman içindedir.   Açık uçludur.   Çerçeve içinde yazılıyor tarih. Çerçevenin geleceğe taşınması,  yeniden gözden geçirilmesi için açık uçlu tarih yazıcılığı gerekiyor. 

"Geleceğe yazılan tarih" sözü,  bir ütopyayı,  belli bir erekselliği (teleology) çağrıştırabilir. Belli bir "ideolojik" amaçlı, bir öğretinin yönlendirdiği tarih yazımı akla gelebilir. "Geleceğin insanını düşünerek yazılan tarih" sözü de için de taşıdığı belirsizliklerden dolayı anlamlı değil. Geleceğe yazılan tarihin, bunlarla ilgisi yok. 

Geleceğe yazılan tarih,  belli bir zaman,  hayat,  ve insan anlayışından kaynaklanıyor. Yerleşik bir öğretinin savunuculuğunu yapmıyor. 
1. Zaman gelecekten geçmişe doğru akar. İnsan bir olanaklar varlığıdır, bu olanaklarını gerçekleştirme özgürlüğüne sahiptir. Bu olanaklarıyla o,  henüz gerçekleşmemiş olandır. Bu anlamıyla gelecektedir. Olanaklarını gerçekleştirdikçe geçmişe doğru ilerler. Tarih insanların gerçekleştirdikleri olanakların tarihidir. Konusu geçmişte ise de kendisi gelecektedir! Geçmişi yazma olanağı tükenmemiştir çünkü. Geçmiş bir kez yaşanmıştır. Bir defalıktır. Kazası yoktur! Ama yorumları bir defalık değildir. Geçmiş yeniden yorumlanma potansiyeli ile gelecektedir. Geleceğin geçmişteki bir olaya bakışı elbette şimdiki gibi olmayacaktır. Tarih açık uçlu ve çerçeve içinde yazılır. Çerçeveler değişir, yorumlar değişir. Gelecekten gelen zamanın geçmişe ne getireceği bilinemez! Ne gibi belgelerin ne gibi yorumlara yol açacağını önceden kestirme olanağımız yoktur. Geçmişi nasıl anladığımız, anlayacağımız geleceğin başımıza neler getireceği ile ilgilidir. 
2. Hayat, canlılığını yeni yorumlarla kazanır. Hayatı her dem taze kılacak yorumlarla yaşayamazsanız kokuşursunuz. Tarih yazımı,  hayatı canlı kılacak, geçmiş ile gelecek arasındaki köprüleri kurma sanatıdır. Hayatın tazeliği, geçmişi ile tazeliğidir. Hayatın yeni yorumlara gereksinimi vardır.   Hayat, geçmişi ile hayat olduğuna göre, geçmişin yeni yorumlara gereksinimi vardır. Tarih yazıcılığı,  hayatın devingenliğini besleyen yeni yorumlar ortaya koya bilmesi için kendini geleceğe açık tutmalıdır.  
Yaşamak, geleceğe sorumlu olmak demektir. Bizden sonraki dünyadaki çirkinlikler, haksızlıklar, zulüm ve sömürü bizim şu ana sıkışmışlığımızdan gelebilir. Yazacağımız tarih,  geleceğin insanının dünya kavrayışını etkileyecektir. Hayata olan borcumuz, bizi geleceğe borçlu kılıyor. 

3. İnsan anımsayan bir varlık. Birey olarak aldığımızda bir geçmişi var,  geçmişi hakkında değerlendirmeleri,  yorumları var. Onun da bir anlamda tarihi var. Her anımsama bir yorum içerir. Belleğimiz süzerek oluşuyor.   Yaşananlar yaşadığımız duruma göre süzgeçten geçiriliyor. Anımsamada yorum var. Anımsamada geleceğin rolü var. Gelecekten umudunu kesmiş birisinin anımsaması ile umut dolu birisinin anımsaması arasında anımsamanın yorumları açısından farklar olacaktır. Tarih yazımı da anımsamaya benzer. Neyi, neden, nasıl anımsayacağız? Güzel bir dünyada, farklı gelenekler ve dillerde,  farklı insanların bir arada var olabilecekleri bir gelecek için yazılan tarih ile dünyayı sömürmeye yönelik, kendi değerlerimizi yüceltip, diğer değerleri küçümsediğimiz bir çerçeve içinde kotarılan tarih arasında fark olacaktır. 

Ben tarih yazıcısı olarak hangi çerçevelerde çerçeve yazıyorum? Bu çerçeve açık mı geleceğe? Bu çerçeve içinde insanlığa hizmet edebilir miyim?

Hangi zamanın tarihçisiyim? Geçmişin,  şimdinin mi? Zamanlar üstü,  zamanın ötesi bir tarihçi miyim yoksa? Kendimi sorgulayacak,  yenileyecek,  geleceğe açık pencerelerim var mı?

Geleceğe yazılan tarih,  tarihçinin kendini geleceğin mahkemesinde sorgulayabildiği tarihtir."

Beğendiğiniz umudu ile...



KUŞHA Faruk Özden
26.  01.  2009

İletide kopma oldu:

Hiç bir dergimizin tirajı 10 bin değildir. Türkiye’de yayınlanan yayın organlarımızın tiraj toplamı dahi 10 bin değildir. Ekonomik olarak o dergileri alabilecek durumda değil miyiz?

Bir tarafta sayıca milyonlarca nüfustan bahsediyoruz öte yandan 10 bin dergi satamıyoruz.  Gerekçelerimiz hazır efendim o dergi şucu, diğeri bucu... Hiçbirisi bize bir şey vermiyor mu? Hiç olmazsa eleştirim yayınlandı mı diye dergi alırız. 

Eskiden geceler için 5-10 Liralık biletler teberrulu olarak 50-100 Lira'ya satılırdı ki masraflar çıksın hiç olmazsa salon kirası karşılansın diye.  Şimdi de dergilerin masraflarını karşılamak için bulabilirsek biraz reklam, gerisi hikaye...

Saygılarımla

İletide kopma oldu baştan tekrar yazıyorum. 

Kişi kendisini nasıl görüyorsa veya kabul ediyorsa odur ve de önemli olan budur. 

70'li yıllara kadar kapitalist ilişkiler gelişmediği için köylerimiz doluydu, insanlarımız şehirlerde dahi Çerkesce konuşurdu. Köylerimizin sokaklarında çocukların Çerkesce bağırışları duyulurdu. 

Okumaya şehre giden bizler, okullar kapansa da köylerde doya doya gönlümüzce eğlensek, düğünlere gitsek, kaşenler bulsak diye yaz tatilini beklerdik. Farkında değildik belki de aslında istediğimiz Çerkesce yaşamaktı. 

Yaz gecelerinde çocuklar köy sokaklarında Çerkesce bağırarak harimole, ğareğapşkue oynarlardı. Gençlerimiz okullarda dünyayı tanıyarak kültürel donanımlarını artırıyorlardı. Köylerde de Çerkesce yaşayarak ikili bir hayat sürerlerdi. 

İlk kopmalar okuyanlar arasından dışarıdan evlenmelerle başladı.  Traktörlerin köylere girmesiyle emek yoğun yapılan çiftçilik makineleştikçe gençler istihdam fazlası olarak şehirlere göç yollarına düştüler.  İnsanlarımız zorunlu göçten sonra tekrar topraklarından kopuyorlardı. 

Büyük şehirlerde gettolaşarak belirli semtlerde yoğunlaştılar. Ankara'da Uzunyaylalılar Akdere'de, Çorum'lular Dikmenderesi'nde yoğunlaştılar.  İstanbul'da Uzunyaylalılar Çağlayan'da, Balıkesirliler ve Bigalılar Bayrampaşa gibi semtlerde toplandılar. 

Köylerden getirdikleri adetlere göre yaşamaya çalıştılar. Bir kısmının gerekçesi çocuklarını okutmak, onları kurtarmaktı.  Aslında onları zorlayan kapitalist gelişmelerdi. Atıl kalan kırsal kesim insanı istihdamı şehirlerde aradı.  Önceleri Çerkesce şehirlerde yaşamaya başladılar, sonraları ise Türkçe Çerkesliği yaşama gayreti.  İşte onların dilini bilmez çocukları.  Unutulması için her şey yapıldı. Adet dersen yaşça büyüklerin kendi egolarını tatmin için yaptıkları uygulamalar.  Kültür olarak bildiği Adige kıyafeti ile oynayan kız ve erkek figürü. 

Özet olarak bugünkü Türkiye’deki Çerkeslerin genel görünümü. 
Bir tarafta çok hızlı şekilde insanlarımızın aidiyetini kaybetmesi, erimesi, öte yandan somut çözümler üretmemek.  Dergi yayınlanır kimse okumaz, abone olur yıllık ödentisini yapmaz, derneklere üye olunur aidat ödenmez.  Sanal ortamlardaki forumlara kimse katılmaz, hasılıkelam saymakla bitmez. 

Türkiye’deki Çerkes sayısını 2, 5 milyondan 6 milyona kadar olduğunu söyleyen insanlarımız, CC'da üye sayımız değil 1 milyon, 500 bin, 100 bin, 10 bin dahi değil. Ne acınacak durumdayız. Hiçbir maddi külfeti dahi yok.  İhmalkarız vesselam. 

Bir örnek vereceğim: Hırant Dink'in Agos Gazetesi’nin tirajı zaman zaman 50 bini buluyor. Devamlı abone sayısı 10 bin. Türkiye’deki Ermenilerin sayısı 65-70 bin. 

Hiçbir dergimizin tirajı 10 bin değildir. Türkiye’de çıkan yayın organlarımızın sayısı toplamı dahi 10 bin değildir. Ekonomik olarak o dergiyi alacak durumda değil miyiz? Bir tarafta sayıca milyon insanımızdan söz ediyoruz öte taraftan 10 bin dergi satamıyoruz. Efendim o dergi şucu, diğeri bucu.  Hiçbirisi bize bir şey vermiyor mu? Kendi fikirlerimizi yazalım. Hiç olmazsa eleştirim yayınlandı mı diye dergi alırız. 

Eskiden geceler için geceleri teberrulu bilet satılırdı. 5-10liralık biletler 50-100 liraya verilirdi ki masraflar çıksın hiç olmazsa salon kirası karşılansın diye. Şimdi de dergilerin basım masraflarını karşılamak için bulabilirsek biraz reklam, gerisi hikaye..

Saygılarımla



Abadzeh
26.  01.  2009

Dergi çıkması için derneğe aidat verelim, sonra dergiyi almak için para verelim. Kendi aramızda kârsız döner bir sermaye. Kendi il sınırları içinde köyleri ile bütünleşen, yardımlaşan, faaliyet yapan, araştırma yapan kaç dernek çıktı bugüne dek?

Köy nüfuslarını bilmiyoruz, sülaleleri bilmiyoruz, çıkan değerleri bilmiyoruz. Bunları kullanmayı bilmiyoruz. 

Aklımız başımıza şimdi gelse bile çok geç kaldık bazı şeyler için.  Köylerden kente göçler oldu ama siyasileşemedi dernekler, Çerkesler.   Bayramdan bayrama köyüne gidip de dönenler orta düzeyde ailelerdi.  Bir yerlere gelmiş, maddi olanakları geniş olanlar bir daha köylerine dönmedi,  ilişkilerini kestiler. 

Ermeniler milliyetçi ve aynı zamanda kültürlü insanlar sayın Özden.  Kürtler de milliyetçidir bizlere göre. Nüfusları avantajlarıdır. Bizim de nüfusumuz 10 milyonu bulsaydı bu nüfustan 1 milyon sağlam Adige çıkabilirdi. Böyle 5-10 binlerle kendimizi teselli etmezdik. 

Zaman akıp gidiyor. Son umudum Çerkes TV. O da tiraj almaz, ses getirmezse ben umudumu keseceğim her şeyden. 



Badinokue
27.  01.  2009

Neden mi abone yok,

Çünkü hiçbir kişi ve kurum Adigeleri, Adige olduğu için kabul etmiyor.  Neci olduğuna baktığı için:

- Allahçı
- Allahsız
- Rusçu
- Türkçü
- Sağcı
- Solcu
- Pshici
- Sınıfsızcı vs vs vs. 

İnsanların inanç ve siyasi tercihlerine müdahale edildiğinde, karşılıklı tolere etme yeteneği ideolojiyle zehirlendiğinde, namaz kılanın yanında diğeri lıkır lıkır alkol içtiğinde, oruç tutmuyor diye diğerini insan yerine koymadığında, hakaret ettiğinde tabii ki kimse abone olmaz kimse de almaz.

Saygılarımla



KUŞHA Faruk Özden
28.  01.  2009

Sayın Badınokue,

Tasnifinizdeki: Allahçı, Pşhıcı ve sınıfsızcıyı anlayamadım. 

“Allahçı” yerine inançlı Müslüman desek de ”pşhıcı” ve “sınıfsızcı”yı anlayamadım. 

Pşhılığı savunuyorsanız, kalmayan hangi pşhı sülalesini savunacağız?

Sonra biz Kundeteyiz, belki de bilmiyorsun Kundeteyler hiçbir PŞHI’yı kabul etmediler. 

Biz ne olacağız?