www.circassiancenter.com






     
 
SİZİN ÖYKÜLERİNİZ   YAZARLARIN ÖYKÜLERİ
MODİ   KARDA KAYBOLAN KENT
YORGİ   KÖPRÜ BAŞINDA
RİLTER   GÜMÜŞ SAAT
KONUŞMAYAN PRENSES   AY ile NYAK
ASLAN KRAL   SNAĞRİT BABA
KÜÇÜK CİMİ'NİN YOLCULUĞU   KAMYON
SELİ'NİN KAYIĞI  
 
     
 

GÜMÜŞ SAAT

Hastalık bende babam öldüğü gün başladı. On bir yaşındaydım. Babamı çok severdim. Zaten başka kimsem yoktu. Analığım da onu severdi ya. Ama ben, ancak babam eve girince yaşadığımı hissederdim. O sabahleyin evden çıkarken birdenbire etrafım kararır, insanlardan kaçar, korkardım.

Onun ölümüyle beraber başlayan sinir hastalığım; bayılmalarım, titremelerim doktorları bile aldatmıştı. Sahiden hasta olduğumu sanıyorlar, tebdili hava tavsiye ediyorlardı. Ama ben, kendimi çok iyi biliyordum ki hasta değildim. Nasıl becerirdim? Bilmem. Tiril tiril titrer, hayaletler görür gibi haykırır, düşer bayılırdım. Baygınlığım sırasında bütün sözleri işitir, doktorun nabzımı tuttuğunu bilir, ama dudaklarımı kenetler, ısırır, köpükler saçardım. Hepsini biliyorum. Bunu niçin yapardım? Bilir misiniz? Babamın ölüsünü kıskanırdım da ondan. Herkes onun ölümüyle alâkadardı. Komşulardan tutun da kahvedeki arkadaşlarına kadar! Ne hakları vardı? Onu yalnız ben seviyordum. O halde ben düşünüp üzülmeliydim. Onlara ne oluyordu? İşte, etrafımı saranların babamın ölümünü benimle alâkadar olup unutmaları için bu sinir buhranı oyunlarına başlamıştım.

Zayıf, kansız bir oğlandım. Nihayet analığım beni köye göndermekten başka çare bulamadı. Uzak akrabalardan bir köylü gelip beni aldı.

Köyde ölesiye canım sıkılıyordu. Kimseden en küçük bir alâka görmüyordum.

Onlar için varlığım, yokluğum müsaviydi. Ne yapsam kimsenin dikkatini çekemiyordum. Bana karşı o kadar lâkayttılar ki, var mıydım, yok muydum farkında bile değillerdi. Mesela bir ağaç altında otların arasına saklanır oturur, öğle yemeğine gitmezdim. Bütün aile öğle vakti koşa koşa eve girer, mutfakta, kapı önlerinde bir şeyler atıştırırdı.

Ben iki saat sonra eve döndüğüm zaman kimse gelip de bana, "Sen öğleyin yoktun. Karnın zil çalıyordur. Bir lokma bir şey ye" demezdi. Hassisliklerinden yapsalar ziyan yoktu. Hayır hasisliklerinden değil, benim kendimin farkında değildiler. Bütün tesellim saatimdi.

Bu, babamdan kalma gümüş saatti. Analığım köye gelirken bana vermişti. Onu gündüzün kimse bulmasın diye nerelere saklardım? Gece yatağıma girer girmez çıkarır, avucuma alır, kulağıma kor, dinler, sanki bir sevgiliyle, seninleymişim gibi, Zehra, dünyalar benim olurdu. Azıcık da sevinçten ağlardım.

Saatle ben, birbiri için ateşe atılmaya hazır, birbirinden ayrılmaz iki arkadaştık. Gündüzün, geceleyin sarmaş dolaş olacağımızı, birbirimize hikâyeler anlatacağımızı düşünüp hiç konuşmayan iki arkadaştık.

Gece, köyde çakallar ulurdu. Korkardım. Saatimle büzülürdük. Yorgandan kafamı çıkarır, o avucumda, saatlerce çakal seslerini dinlerdik.

Bir sabaha karşı yine çakal sesleriyle uyanmıştım. Odamın tek penceresinde iki büyük ve parlak göz bana bakıyordu. Saatimle ben korktuk. Yorganı üstümüze çektik.

Ama bu gözlerin ne gözü olacağını merak edip dayanamadık. Yavaş yavaş pencereye yaklaştık. Odamıza bakan bir baykuştu. Sabaha kadar artık uyuyamadık. Çakallar sabaha kadar uludu. Baykuş sabaha kadar camdan bize baktı. Ortalık ağarırken köyden kaçtım. Trenlere, tramvaylara, otobüslere bindim. O kadar zayıf, o kadar küçüktüm ki hiçbir biletçi benden bilet sormadı. Yolculardan birinin beş yaşındaki çocuğu sandı.

Yazdı. Şehir kocamandı. Her kavukta yattım. Geceleri çoğunca deniz kenarına iner, bazensurlarda, bazen odunlar arasında, bazen de hava çok sıcaksa sıcak kumlar içinde yatardım. Gıdamı süprüntü tenekelerinde kedilerle beraber temin ederdim. Oralarda kendime ne güzel ziyafetler çektim, Zehra. Benim şirin, benim güzel Zehram!

Bir sabah, bir memur beni deniz kenarında uykumdan uyandırdı. Aldı götürdü. Kim olduğumu söyledim. Analığım ta Erzurumlara gitmiş. Uzak akrabadan bir komşu beni yanına almak lütfunda bulundu. Ona teslim ettiler. Yine eski mahallemize yerleştim. Ama iyi çocuk değildim galiba Zehra, kimse beni sevmiyordu. Ben de herkesten nefret ediyordum. En çok çocuklar benim düşmanımdı. Beni görünce üzerime saldırıyorlar, dövüyorlardı. Zorları neydi? Bilmem. Benim onların konuşmasına ihtiyacım yoktu ki. Saatim benimle konuşurdu. Ben saatimle konuşurdum. Birbirimizi seviyorduk. Başka bir üçüncü arkadaşa ihtiyacımız yoktu. Çocuklar beni görünce saldırırlardı: "Sıska, deli, saralı sıska..." diye.

İşte o günlerde karşıma sen çıktın Zehra. Futbol sahasının kenarında düşmanlarımı seyrediyordun. Ben gelip ta yanıbaşında durdum. Canım iki örgülü kalın saçını tutup çekmek istiyordu. Dönüp bana öyle bir baktın ki saatim hatırıma geldi. Sen güldün evvela, sonra ben güldüm. Yanıma sokuldun. Hemen saatimi çıkarıp sana gösterdim. İçindeki çarkları; kırmızı taşları, üstündeki şimendifer resmini beraberce seyrettik. Şimdi sen de benim saatim gibi bir şeydin. İnsanın insandan bir saati olması da güzel bir şey, diye düşünmüştüm. Sen gümüş saatimi almış, pembe kulağına götürmüştün. Futbolcular topu bırakıp etrafımıza birikmişti. Ben işi anlamıştım. Sen gider gitmez hücum edecekler, saatimi elimdan alacak. Koca pabuçlarıyla kıracaklardı. Her şey, her şeyimi alabilirlerdi: içimden midemi, kalbimi, ciğerlerimi; kafamdan aklımı, ama saatimi asla! Onu futbolculara vermedim. Ömrümde ilk defa saat için çılgın gibi dövüştüm. Ellerinden kurtulunca soluğu evde aldım. Saatimi çıkardım, artık işlemiyordu. Yatağımda sabaha kadar ağladım. Sabahleyin uzak akrabam çoluk çocuk odama doldular. Onlara da, "Üstünde çalınmış bir saat var" diye haber gitmiş. Her tarafı aradılar. Bulmalarına imkan mı vardı?

Ben işin böyle olacağını geceden düşünmüş, onu saklamıştım.

Öğleden sonra deniz kenarına indim. Balıkçı Hasan Çavuş'a yalvardım. Biraz gezeyim diye sandalı aldım. Açıldım. Sonra durdum. Bozuk saatimi çıkardım. Kapağını açtım. Kırmızı taşlarının üstüne senin o gün bana verdiğin papatyayı koydum. Kapağını kapadım. Sonra suyun üstüne yavaşça saatimi bıraktım. Döne döne batmaya başladı. Uzun zaman arkasından baktım. O görünmemeye başladığı zaman bile hala bakıyordum. Gözlerimden yaş boşanıyordu. Şimdi artık saatim de yoktu. Ama sen aklıma geliyordun Zehra!

Bekledim... Bekledim... Denizin ta dibine saatimin vardığını; orada, karanlıklar içinde, kimsenin onu bulamayacağı bir yerde yattığını hissedince küreklere asılarak döndüm.

Yazan: Sait Faik Abasıyanık
Alemdağda Var Bir Yılan, Bilgi Yayınevi