GÜMÜŞ SAAT
Hastalık bende babam öldüğü gün başladı. On
bir yaşındaydım. Babamı çok severdim. Zaten
başka kimsem yoktu. Analığım da onu severdi ya.
Ama ben, ancak babam eve girince yaşadığımı
hissederdim. O sabahleyin evden çıkarken
birdenbire etrafım kararır, insanlardan kaçar,
korkardım.
Onun ölümüyle beraber başlayan sinir
hastalığım; bayılmalarım, titremelerim
doktorları bile aldatmıştı. Sahiden hasta
olduğumu sanıyorlar, tebdili hava tavsiye
ediyorlardı. Ama ben, kendimi çok iyi
biliyordum ki hasta değildim. Nasıl
becerirdim? Bilmem. Tiril tiril titrer,
hayaletler görür gibi haykırır, düşer
bayılırdım. Baygınlığım sırasında bütün
sözleri işitir, doktorun nabzımı tuttuğunu
bilir, ama dudaklarımı kenetler, ısırır,
köpükler saçardım. Hepsini biliyorum. Bunu
niçin yapardım? Bilir misiniz? Babamın ölüsünü
kıskanırdım da ondan. Herkes onun ölümüyle
alâkadardı. Komşulardan tutun da kahvedeki
arkadaşlarına kadar! Ne hakları vardı? Onu
yalnız ben seviyordum. O halde ben düşünüp
üzülmeliydim. Onlara ne oluyordu? İşte,
etrafımı saranların babamın ölümünü benimle
alâkadar olup unutmaları için bu sinir buhranı
oyunlarına başlamıştım.
Zayıf, kansız bir oğlandım. Nihayet analığım
beni köye göndermekten başka çare bulamadı.
Uzak akrabalardan bir köylü gelip beni aldı.
Köyde ölesiye canım sıkılıyordu. Kimseden en
küçük bir alâka görmüyordum.
Onlar için varlığım, yokluğum müsaviydi. Ne
yapsam kimsenin dikkatini çekemiyordum. Bana
karşı o kadar lâkayttılar ki, var mıydım, yok
muydum farkında bile değillerdi. Mesela bir
ağaç altında otların arasına saklanır oturur,
öğle yemeğine gitmezdim. Bütün aile öğle vakti
koşa koşa eve girer, mutfakta, kapı önlerinde
bir şeyler atıştırırdı.
Ben iki saat sonra eve döndüğüm zaman kimse
gelip de bana, "Sen öğleyin yoktun. Karnın zil
çalıyordur. Bir lokma bir şey ye" demezdi.
Hassisliklerinden yapsalar ziyan yoktu. Hayır
hasisliklerinden değil, benim kendimin
farkında değildiler. Bütün tesellim saatimdi.
Bu, babamdan kalma gümüş saatti. Analığım köye
gelirken bana vermişti. Onu gündüzün kimse
bulmasın diye nerelere saklardım? Gece
yatağıma girer girmez çıkarır, avucuma alır,
kulağıma kor, dinler, sanki bir sevgiliyle,
seninleymişim gibi, Zehra, dünyalar benim
olurdu. Azıcık da sevinçten ağlardım.
Saatle ben, birbiri için ateşe atılmaya hazır,
birbirinden ayrılmaz iki arkadaştık. Gündüzün,
geceleyin sarmaş dolaş olacağımızı,
birbirimize hikâyeler anlatacağımızı düşünüp
hiç konuşmayan iki arkadaştık.
Gece, köyde çakallar ulurdu. Korkardım.
Saatimle büzülürdük. Yorgandan kafamı çıkarır,
o avucumda, saatlerce çakal seslerini
dinlerdik.
Bir sabaha karşı yine çakal sesleriyle
uyanmıştım. Odamın tek penceresinde iki büyük
ve parlak göz bana bakıyordu. Saatimle ben
korktuk. Yorganı üstümüze çektik.
Ama bu gözlerin ne gözü olacağını merak edip
dayanamadık. Yavaş yavaş pencereye yaklaştık.
Odamıza bakan bir baykuştu. Sabaha kadar artık
uyuyamadık. Çakallar sabaha kadar uludu.
Baykuş sabaha kadar camdan bize baktı. Ortalık
ağarırken köyden kaçtım. Trenlere,
tramvaylara, otobüslere bindim. O kadar zayıf,
o kadar küçüktüm ki hiçbir biletçi benden
bilet sormadı. Yolculardan birinin beş
yaşındaki çocuğu sandı.
Yazdı. Şehir kocamandı. Her kavukta yattım.
Geceleri çoğunca deniz kenarına iner,
bazensurlarda, bazen odunlar arasında, bazen
de hava çok sıcaksa sıcak kumlar içinde
yatardım. Gıdamı süprüntü tenekelerinde
kedilerle beraber temin ederdim. Oralarda
kendime ne güzel ziyafetler çektim, Zehra.
Benim şirin, benim güzel Zehram!
Bir sabah, bir memur beni deniz kenarında
uykumdan uyandırdı. Aldı götürdü. Kim olduğumu
söyledim. Analığım ta Erzurumlara gitmiş. Uzak
akrabadan bir komşu beni yanına almak lütfunda
bulundu. Ona teslim ettiler. Yine eski
mahallemize yerleştim. Ama iyi çocuk değildim
galiba Zehra, kimse beni sevmiyordu. Ben de
herkesten nefret ediyordum. En çok çocuklar
benim düşmanımdı. Beni görünce üzerime
saldırıyorlar, dövüyorlardı. Zorları neydi?
Bilmem. Benim onların konuşmasına ihtiyacım
yoktu ki. Saatim benimle konuşurdu. Ben
saatimle konuşurdum. Birbirimizi seviyorduk.
Başka bir üçüncü arkadaşa ihtiyacımız yoktu.
Çocuklar beni görünce saldırırlardı: "Sıska,
deli, saralı sıska..." diye.
İşte o günlerde karşıma sen çıktın Zehra.
Futbol sahasının kenarında düşmanlarımı
seyrediyordun. Ben gelip ta yanıbaşında
durdum. Canım iki örgülü kalın saçını tutup
çekmek istiyordu. Dönüp bana öyle bir baktın
ki saatim hatırıma geldi. Sen güldün evvela,
sonra ben güldüm. Yanıma sokuldun. Hemen
saatimi çıkarıp sana gösterdim. İçindeki
çarkları; kırmızı taşları, üstündeki
şimendifer resmini beraberce seyrettik. Şimdi
sen de benim saatim gibi bir şeydin. İnsanın
insandan bir saati olması da güzel bir şey,
diye düşünmüştüm. Sen gümüş saatimi almış,
pembe kulağına götürmüştün. Futbolcular topu
bırakıp etrafımıza birikmişti. Ben işi
anlamıştım. Sen gider gitmez hücum edecekler,
saatimi elimdan alacak. Koca pabuçlarıyla
kıracaklardı. Her şey, her şeyimi
alabilirlerdi: içimden midemi, kalbimi,
ciğerlerimi; kafamdan aklımı, ama saatimi
asla! Onu futbolculara vermedim. Ömrümde ilk
defa saat için çılgın gibi dövüştüm.
Ellerinden kurtulunca soluğu evde aldım.
Saatimi çıkardım, artık işlemiyordu. Yatağımda
sabaha kadar ağladım. Sabahleyin uzak akrabam
çoluk çocuk odama doldular. Onlara da,
"Üstünde çalınmış bir saat var" diye haber
gitmiş. Her tarafı aradılar. Bulmalarına imkan
mı vardı?
Ben işin böyle olacağını geceden düşünmüş, onu
saklamıştım.
Öğleden sonra deniz kenarına indim. Balıkçı
Hasan Çavuş'a yalvardım. Biraz gezeyim diye
sandalı aldım. Açıldım. Sonra durdum. Bozuk
saatimi çıkardım. Kapağını açtım. Kırmızı
taşlarının üstüne senin o gün bana verdiğin
papatyayı koydum. Kapağını kapadım. Sonra
suyun üstüne yavaşça saatimi bıraktım. Döne
döne batmaya başladı. Uzun zaman arkasından
baktım. O görünmemeye başladığı zaman bile
hala bakıyordum. Gözlerimden yaş boşanıyordu.
Şimdi artık saatim de yoktu. Ama sen aklıma
geliyordun Zehra!
Bekledim... Bekledim... Denizin ta dibine
saatimin vardığını; orada, karanlıklar içinde,
kimsenin onu bulamayacağı bir yerde yattığını
hissedince küreklere asılarak döndüm.
Yazan: Sait Faik Abasıyanık
Alemdağda Var Bir Yılan, Bilgi Yayınevi
|