|
KAMYON
Kamyon, Zincirli Han'ın dar ve basık
kapısından, yan duvarlara sürtünüp sıvaları
dökerek ve üzerine bağlanmış sepetlerle
çuvalları dört tarafa fırlatarak ıkına sıkına
çıktı. Şoför bir eliyle direksiyona yapışmış,
dört metre genişliğindeki sokağın karşı
tarafındaki berber dükkanlarına girmeden sola
manevra yapabilmeye uğraşıyor, öteki eliyle de
ağzına peynirli pide tıkıyordu. Toz, çamur,
benzin, makine yağı tabakaların altında
elbisesinin ve yüzünün rengi pek belli olmayan
şoför yamağı arka tarafta durmuş, iki yana
koşarak şoföre:
"İleri!.. Geri!.. Yana!.." diye işaretleri
veriyor, bir taraftan da soğan ekmek
tıkınıyordu. Kamyon, içindeki yirmi iki
müşterisiyle beraber sokağa çıkıp biraz
ilerledikten sonra durdu. Uzaktan doğru koşup
gelen bir çocukla, otomobilde heybesini
bacaklarının arasına almış değirmi sakallı
birisi fiskos edip konuşmaya başladılar.
Arasıra duyulan "Buğday, veresiye defteri,
şinik, sekiz metre kara di mi..." gibi
sözlerden, İzmir'e giden manifaturacının
oğluna dükkan idaresi ve köylülerle veresiye
muamelesinin şekli hakkında son talimatı
verdiği anlaşılıyordu. İkide birde
sabırsızlıkla arkasına dönüp bakan şoföre
şöyle bir başını çevirip:
"Dur azıcık... patlamadın a!.." diyor; sonra
gözlerini müşterilerde de gezdirerek sözünün
yalnız şoföre değil, başka sabırsızlanan varsa
onlara da dokunur olduğunu anlatmak istiyordu.
Bu
sırada, sırtındaki eski bir heybe ile çok genç
bir köylü otomobile yaklıştı; tereddüt eder
gibi bir müddet şoföre baktıktan sonra:
"İzmir'e mi?" diye sordu.
"Oraya!.."
"Beni de alır mısınız?"
"Yer yok!.."
Delikanlı hemen arkasını döndü, uzaklaşmaya
başladı. Fakat şoförün penceresine dayanarak
ona birtakım şeyler havale eden esmer, uzun
boylu, sırım gibi incelmiş boyunbağlı birisi
arkasından bağırdı:
"Gel buraya! Hey... Delikanlı!.."
Köylü döndü. Esmer, uzun boylu bir adam
şoföre:
"Ne diye yer yokmuş, arkada bir yere
sıkışır!.." dedi.
Bu
adam kamyonun sahibi idi. Şoför yüzünü
buruşturarak indi. Delikanlıdan yarım lira
peşin aldı. Sonra, arabanın arka kapağını
gevşeterek eğri bir şekle koyan ve üzerine
çulları seren öteki köylüleri sıkıştırıp, yeni
gelene bir yer açtı. Zaten dizleri üzerine
çömelerek ancak sığışabilen yolcular hem;
"olmaz, buraya nasıl sığar!" diye
söyleniyorlar, hem de her setre pantolonlunun
emrine itaate alışık bir tavırla birbirlerini
iterek yer açıyorlardı. Genç köylü bir kıyıya
çömeldi, heybesini altına aldı ve kamyon,
hızla bir sarsıldıktan sonra yürüdü.
Şoförün yanında oturan siyah elbiseli, gümüş
çerçeveli gözlük takmış, yaşlıca, sünepe
tavırlı bir adam -Beyşehir tarafına dava
toplamaya giden bir avukat,- başını arkaya
çevirerek! "Uğurlar olsun cümlemize!" diye
bağırdı. İçerdekiler hepsi birden aynı sözü
tekrarladılar. Konya'dan çıkıp Beyşehir'e
giden yolun başlangıcındaki dik yokuşu
tırmanmaya başlayınca, herkes yanındaki ile
veya çaprazlama ta öbür baştaki biriyle lafa
koyuldu, birkaç kişi yalnız cıgara içip
dumanını savuruyordu. Birbiri arkasına dizili
tahta sıralarda oturmayıp yarım lira eksiğine
en arkada yere çömelen ve kamyonun şiddetle
sarsılan bu kısmında ikide birde, başlamak
üzere olan uykularından fırlatılan köylüler,
cıgara da içmeyerek, boş gözlerle
bakışıyorlardı.
Sonradan gelen genç köylü ilk defa otomobile
biniyordu. Benzi sapsarıydı. Bunun yarısı
alışmadığı bir şeyde hızlı hızlı götürülmenin
verdiği heyecan ve korkudan, yarısı da başka
bir şeyden geliyordu.
Konya'ya bir saat ötedeki bir köyden olan bu
delikanlı otomobile binmişti, İzmir'e
gidecekti. Araba İzmir'e gelince şoför
yolcuları selâmetlemeden evvel nedense yol
parasının üstünü toplamak âdetindeydi. Bunu
genç köylü de biliyordu, fakat yazık ki
şoförün bu isteğini yerine getirecek vaziyette
değildi. Yanında beş parası bile yoktu.
Mahsuller para etmeyince, vergiler ödenmez
hale gelince, evde tuz, gaz tükenip yerine
yenisi konmayınca oğul babasını bir kenara
çekmiş:
"Baba, ben gidip şehirlerde çalışayım. Bak,
köyün yarısı gitti, İzmir'de çok iş varmış.
Fabrikalarda adamına göre yarım lire yevmiye
bile veriyorlarmış. Kışın burada kalıp yük
olacağıma, gidip ekmeğimi ararım, harman
zamanında gene gelir, tarlada çalışırım...!
demişti. İhtiyar babasının aklı ermedi ve
fakirlikten söz söyleyemez, fikir ortaya
atamaz hale geldiği için peki dedi. Ve on
sekiz yaşındaki delikanlı, bundan evvel
İzmir'e gidip gelenlerden akıl danışmaya
gitti.
İzmir'e gitmek için evvela Konya'dan otobüse
binmek lazımdı. Beyşehir, Karaağaç, Ödemiş
üzerinden iki üç günde varılıyordu. Yol parası
beş lira idi. İzmir'e varınca hemşerileri
bulup ötesini onlardan öğrenmek lazımdı.
Delikanlı bunun üzerine yol parası tedarikine
çıktı. Fakat evindeki eski bir çifteye bir
liradan fazla veren bulunmadı. Beş lira gibi
mühim bir parayı köyde bir araya getirebilmek,
bir hafta uğraştığı halde, mümkün olmadı. Ne
yapacağını şaşırmış bir halde iken bakkalın
oğluna rastladı. Bu çocuk bir zamanlar
babasının yanından kaçıp şoför muavinliği
yapmıştı. Kendisine akıl öğretti:
"Ülen, sen deli misin? Otomobile de para mı
verilirmiş?.." dedi ve ona, şoföre yarım
lirayı peşin verdikten sonra bir daha beş para
vermemesini, İzmir'e yaklaştıkları zaman
usulca arkadan atlayarak tüymesini ve İzmir'e
yayan girmesini söyledi. Yalnız şunu da ilave
etti:
"Amanın tetik ol, İzmir'e girmeden otomobili
durdurup yol parasını toplarlar. Sen daha
evvel atlamazsan yandığın gündür. Şoförler
seni yatırıp suyunu çıkarana kadar döverler,
üstelik de don gömlekten gayri neyin varsa
alırlar..."
İşte bu on sekiz yaşındaki köylü delikanlısı,
cebinden elli kuruşu peşin verdikten sonra,
böylece on parasız otomobile binmiş, İzmir'e
ameleliğe gidiyordu.
Yolculuğun ikinci günü akşamına doğru genç
köylü olduğu yerde rahat oturamamaya başladı.
Yola çıkalıdan beri açtı. Köyden beraber
aldığı azıcık yufkayı daha biner binmez
yemişti. Yanıbaşında kuru ve siyah bir ekmeği
ağır ağır geveleyen köylülere yutkunarak
bakıyor, sanki başı dönüyormuş gibi gözlerini
kapayarak kafasını kamyonun sarsılan
tahtalarına dayıyordu. Sonra birdenbire
irkiliyor, yerinden azıcık doğrularak öne,
şoföre doğru bakıyor, tekrar sıkıştığı yere
büzülüyordu. İçinde, otomobil ilerledikçe
büyüyen bir korku ona arasıra açlığını
unutturuyor, yahut açlıkla karışarak onu
sersemletiyordu. İzmir'e yaklaştıklarını
yolcuların konuşmalarından anlamıştı. Fakat ne
kadar yaklaştılar? Atlayacak, kaçacak zaman
geldi mi? Eğer daha çok varsa bu Allah'ın
dağlarında gece yarısı nasıl yolu bulacak,
buralarda nasıl geceleyecek? Ya candarmaların
eline düşerse?.. Ya şoför parayı vermeden
atlayıp kaçtığını karakola haber verirse?.. O
zaman candarmaların dayağı mı daha kötü idi,
şoförün dayağı mı? Belki otomobildeki
müşterilerden bir merhametli çıkar da bunu
dövdürmezdi. Fakat bu kadar adamın içinde
rezil olmak vardı. Üstelik don gömlekle
kalacaktı. Bu kılıkta İzmir'e nasıl girer,
hemşerilerini nasıl arardı? Atlamaktan başka
çare yoktu...
Fakat atlamayı nasıl becerecekti? Kamyon,
arkasından atılmış pamuk gibi bir toz yığını
bırakarak koşuyor, dar dönemeçlerde,
içindekileri bir yandan bir yana fırlatarak,
kıvrıntılar yapıyordu. Birçok defa gördüğü
halde hiç içine binmediği bu acayip şey,
çıkardığı gürültü ve insanı sersem eden
hızıyla, ciğerlere ve beyne dolan sıcak benzin
kokusu ile birdenbire korkunç bir kılık alan
bu makine ona anlaşılmaz bir ürkeklik
veriyordu. Bu ara toz, gürültü ve sürat
kargaşalığı içinde dumanlanan kafasından,
bozuk bir rüya şeridi gibi, köyü, kendisine
anlatılan İzmir'in hayalinde yarattığı
vuzuhsuz şekilleri, şoförün benzin kokulu,
Beyşehir'den inen siyah ceketinden fırlayan
sıska ensesi geçiyordu.
Ara sıra otomobil herhangi bir sebeple
yavaşlar gibi olunca delikanlı yüzünde
zaptemediği bir dehşet ifadesiyle yerinden
fırlıyor, "acaba duracak mı? Para toplamaya mı
başlayacak?" diyor; araba tekrar hızlanınca
derin bir nefes alarak yerine çekiliyor ve
atlamak için katî kararını veriyordu. Fakat
nasıl atlayacak? Bu kamyon, bu gitgide gözünde
büyüyen, bütün hislerine, alışamadığı ve ezici
tesirler yapan korku makinesi kendisini bir
kıskaç gibi yakalamıştı. Buradan kurtulmasına
imkan olmadığını sanıyordu. Gözleri alev alev
olmuş, dört tarafına bakınıyor, etrafındaki
köylülerin, ön sıralarında oturan efendilerin
hep kendisine baktıklarını, biraz kımıldasa
yakasına yapışacaklarını zannediyordu.
Alnından yanaklarına doğru terler akıyor ve
şakaklarındaki ayva tüylerini ıslatıyordu.
Otomobil birdenbire yavaşladı. Yolun sol
tarafı sarp bir kesme idi ve sağ tarafta, iki
minare boyunda bir yar, esner gibi ağzını
açmıştı. Yol birdenbire darlaşıyordu. Motorun
hafifleyen gürültüsü arasında aşağıdan doğru
gelen bir su şırıltısı duyuluyordu. Henüz taş
bile döşenmemiş olan şosenin bu kısmında çökme
ve kayma tehlikesi bulunduğu için yolcular
burada yayan yürür ve otomobiller yavaş yavaş
ilerlerdi. Bunun için otomobili tamamen
durdurmadan şoför başını arkaya doğru çevirdi
ve:
"Haydi beyler!" dedi.
Birdenbire arka tarafta bir hareket oldu:
Delikanlı, gözleri dönmüş, korkudan
titreyerek, kendini dışarıya, yolun üstüne
fırlattı. Fakat daha durmamış olan otomobilden
bu tersine atlayış ona muvazenesini
kaybettirdi; olduğu yerde birkaç kere
döndükten sonra aşağı boşa gitti ve eliyle
çalılara tutunmaya çabalayarak, kafası sivri
taşlara çarpa çarpa ve arkasından acı bir
hışırtı ile akan topraklar ve ufak taşlarla
birlikte, yardan aşağıya, şimdi şırıltısı daha
çok duyulan dereye doğru yuvarlandı.
Yazan: Sabahattin Ali
Kağnı-Ses, Cem Yayınevi
|
|