|
SNAĞRİT BABA
Cehennem nişanında beş sandaldık. Güzel bir
ocak akşamı. Hava lodos. Denize kırmızı rengin
türlüsü yayılmış. Çok kaynamış ıhlamur
rengindeki yayvan, geniş, ölü dalgalar.
Sandallar ağır ağır sallanıyor, oltalar
bekliyor, insanlar susuyor...
Otuz sekiz kulaç suyun altındaki derin
sessizliğe, dibindeki dallı budaklı kayaların
arasına yedi rengin en koyusu girer mi şimdi.
Sinağrit Baba döner mi avdan. Pırıl pırıl,
eleğimsağma rengi pullarıyla ağır ağır,
muhteşem, bir ilkçağ kralı gibi zengin,
cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı
kimbilir. Altunu, zümrüdü, incisi, mercanı,
sedefi lacivertliğin içinde yanıp sönen
sarayını özlemiş, acele mi ediyordu?
Sinağrit Baba ömründe konuşmamış, ömrü boyunca
evlenmemiş, ömrü boyunca yalnız yaşamıştır.
Onun kovuğundaki zümrüt pencereden ne
facialar seyretmiştir Sinağrit Baba, ne
oltalar koparmıştır. Bu akşam kimin oltasını
seçmeli de artık bitirmeli bu yorucu ömrü.
Daha her yeri pırıl pırılken, mantosu sırtında
iken, daha eti mayoneze gelirken bitirmeli bu
ömrü. Sonra hesapta bir gün pis bir "Vatos'un,
bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir
canavarın dişine bir tarafını kaptırmak var.
İyisi mi, muhteşem bir sofraya kurulmalı, bir
zaferle dolu ömrün sonunu beyaz şarapla,
suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir
akıllı mahluka kendini teslim etmeli.
Sinağrit Baba oltalardan birini kokladı. Bu
balıkçı Hristo'dur: kusurlu adam. Gözü açtır
onun. İçinden pazarlıklıdır. Evet, fukaradır
ama, kibirli değildir. Sinağrit baba
fukaralıkta gururu sever. Öteki oltaya geçti.
Kokladı. Bu balıkçı Hasan'dır. Geç! Cart curt
etmesine bakma! Korkaktır. Sinağrit Baba cesur
insandan hoşlanır. Bir başka oltaya başvurdu.
Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir,
edepsizdir, külhanidir. Ama kıskançtır.
Kıskançları sevmez Sinağrit Baba, geç. Şu
olta, hasisin tuttuğu olta. Sinağrit Baba
cömertten hoşlanır. Ama bu oltaya bir baş
vurmaya değer. Bir baş vurdu. Hasisin
oltasının iğnesini dümdüz etti. Sinağrit Baba
iğneden kopardığı yarım kolyozu çiğnemeden
yuttu. Hasis, oltasını hızla topladı:
-Vay anasını be, Nikoli! -dedi-, iğneyi dümdüz
etti.
Nikoli'nin oltasının yemini kuyruğuyla
sarsmakta olan Sinağrit Baba, Nikoli'nin bir
kusurunu arıyordu. Onda kusur mu yoktu. Evvela
sarhoştu. Sonra ahlaksızdı, kendini düşünürdü
ama, cesurdu, cömertti, hiç kıskanç değildi.
Fıkaraydı. Kibirliydi de. Sinağrit Baba,
kibirli fıkarayı severdi ama, Nikoli'nin
kibrini beğenmiyordu. İnsanoğlunda o başka bir
şey, gurura pek benzeyen şey, yerinde,
vaktinde bir gurur, o da değil, insanoğlunun
insanlığından, ta saçının dibinden, oltasını
tutuşundan beliren, isteyerek olmayan, ama pek
istemeyerek de gelmeyen bir gurur isterdi.
Öyle bir elin oltasını düzleyemez, misinasını
kesemez, bedeni fırdöndüsünden alıp gidemezdi.
Beş sandalın beşini de kokladı, beğenmedi.
Sinağrit Baba, kayasının kenarında durmuş,
lacivert alem içinde hafifçe yakamozlanan
oltalarla, civalı zokalardan aydınlanan saray
meydanını seyrediyordu. Sinağrit ve mercanlar
şehrinin göbeğinde şimdi tatlı tatlı sallanan
on beş tane fener vardı. Öteki kovuklardan
mercan balıkları çıkıyor, fenerlerden birine
hucüm ediyor, budalaca yakalanıyorlardı.
Gözleri büyümüş bir halde yukarı çıkarken
dönüp tekrar aşağıya kadar geliyor, yukarıdaki
dünyayı görmeye bir türlü karar
veremiyorlardı. Sinağrit Baba'ya büyüyen
gözleriyle, "Bizi kurtar şu lanetlemeden" der
gibi bakıyorlardı. Sinağrit Baba düşünüyordu.
Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu muydu,
tamamdı. Ama hiçbirini kurtarmıyor,
hareketsiz duruyordu. Sinağrit Baba onları
kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu
ama, bildiği bir şey daha vardı. O da ister
su, ister kara, ister hava, ister boşluk,
ister hayvan, ister nebat aleminde olsun, bir
kişinin aklı ile hiçbir şeyin
halledilemeyeceğini bilmesidir. Ancak bütün
balıklar oltaya tutulan hemcinslerini
kurtarmanın tek çaresini koşup o yakamoz yapan
ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman,
bir hareketin bir neticesi ve faydası
olabilirdi. Yoksa, gidip Sinağrit Baba oltayı
kesmiş, biraz sonra Sinağrit Baba tutulduğu
zaman kim kesecek? Kim akıl edecek yakamozu
dişlemeyi?..
O
sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta
aşağıya inmişti. Sinağrit Baba ümitle koştu.
Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi
değildi. Yemi ağzına aldığı zaman bu olta
sahibinin, tam aradığı adam olduğunu bir an
sandı. Bu anda da yakalandı. Kepçeden sandala
düştüğü zaman, Sinağrit Baba, büyük gözleriyle
kendisini yakalayana sevinçle baktı. Sinağrit
Baba, etrafı kırmızı, içi aydınlık siyah
gözleriyle bir daha baktı. Birdenbire ürperdi.
Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız
gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim
bile bilemediğimiz bir işaret görmüştü
kendisini tutan oltanın sahibinde: Bu adam
şimdiye kadar hiç imthan geçirmemişti. Ömrü
boyunca, cesur, cömert, Sinağrit Baba'nın
istediği şekilde mağrur yaşamıştı. Ama
Sinağrit Baba bu adamın ne korkunç bir iki
yüzlü köpek olduğunu bizim göremediğimiz bir
yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve
seneler boyunca kendisini tutan oltanın sahibi
ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu
bir tecrübeye, bir imtihana tabi tutturmamış,
her devirde talihi yaver gitmiş birisiydi.
Kimdi, neydi? Sinağrit Baba da bilemezdi. Ama
belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur
yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa
bile bir imtihana sokulmadığını anlamıştı.
Belki de sonuna kadar bir imtihandan
kurtulacaktı. Sinağrit Baba böylesine hiç
rastlamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha
baktı. Namuslu, cesur, cömert ölecek bu adamın
hakikatte korkakların en korkağı,
namuzsuzların en namuzsuzu olduğunu alnından
okuyordu. Bu adam o kadar talihliydi ki, daha
ikiyüzlülüğünü kendi kendisine bile duyacak
fırsat düşmemişti. Yoksa Sinağrit Baba
yakalanır mıydı? Sinağrit Baba hırsından
tekrar tepindi. Bağırmak ister gibi ağzını
açtı. Kapadı. Sinağrit Baba son nefesini
böylece hiçbir insanlık imtihanı geçirmemişin
sandalında pişman ve mağlup verdi.
Yazan: Sait Faik Abasıyanık
Bilgi Yayınları, Eylül 1995
|
|