Değişim Bir Varoluş Mücadelesi
Doğan Cüceloğlu
ile değişim kavramı, yaşadığı değişimde karşılaştığı sorunlar ve
bunu nasıl aşabildiği, ait olma arayışı, yabancılaşma ve varoluş
mücadelesi konularında konuştuk.
Değişim
kavramı sizin için ne ifade ediyor?
Ben soruyu insan
yaşamında değişim olarak alıyorum. Çünkü değişim bütün varlıkları
ilgilendiren bir kavram. Ama insan yaşamı için değişim deyince ilk
başta aklıma gelen, planlanmış değişim ile planlanmamış çevrenin
zorlamasıyla meydana gelen değişim arasında bir fark görmek
istiyorum. Çevrenin zorlanmasıyla değişim, kültürler üstü bir
yaşam.
Bütün insanların
değişmek zorunda kaldıkları anlar olmuştur. Baba olmuştur,
babalığı öğrenmek zorundadır. Aç kalmıştır, değişik türden
meyveleri, sebzeleri yetiştirmiştir. Avcılığı öğrenmek zorunda
kalmıştır. Savaşı öğrenmek zorunda kalmıştır. Dinlemeyi öğrenmek
zorunda kalmıştır. Geçinmeyi öğrenmek zorunda kalmıştır. Duruma
göre, bazı gereksinimleri karşılamak zorunda olmuştur.
Bana öyle geliyor
ki, her kültürde planlayarak geleceğini yaratmak yoktur; bilinçli
bir şekilde, stratejik olarak değişimi denetleyerek yönlendirmek.
Bu, her kültürün tanıdığı bir hadise değil. Orijinini bilmiyorum
ama çağdaş Batı dünyası dediğimiz bilimsel düşüncenin yaygın
olduğu uygarlıklarda, toplumlarda daha çok görülen bir düşünce
tarzı. Benim de kitaplarımda okuyucuyu tanıştırmaya çalıştığım,
kişinin kendisinin planlayarak, hedefleyerek ortaya getirmek
istediği değişim. Değişim A noktasındaki bir kişinin B noktasına,
bu anlamda isteyerek, planlayarak gitmesi, kendini götürme
hadisesidir.
Sizin
değişimle geliştirmeye çalıştığınız vizyonunuz nedir?
Benim aklıma
gelen temel kavramlar, boyutlar, faktörler şunlar; Bir, değişim
istesek de istemesek de mutlaka olacak. Bence kişi 'Bu benim
hayatım, benim anlam verdiğim, seçerek yaşadığım bir hayat'
diyebilmesi için, değişimi de kendi kararlarıyla yönlendirmeli,
yönlendirebileceğini bilmeli ve bunun farkında olmalıdır. Benim en
çok yapmak istediğim de budur. Yoksa her insanın kendi değişim
yönünü, hedefini, nereye gitmek istediğini seçmek istemesine
muazzam saygım var. Başka birisinin 'Senin şu yönde değişmen
lazım, şöyle strateji yap, değiş' demesi bana hiç gerçekçi
gelmiyor ve saygısızlık olarak değerlendiriyorum.
Başlatmak
istediğim süreç, kişilerin değişmesi değil. Eğer kişiler değişmek
isterlerse, onlara yeni olanaklar sağlamak. 'Ben' bilincinden
bıkmış birisi eğer ailede 'biz' bilincini başlatmak istiyorsa, ona
bir kaynak olmak. Ben bilincinde ısrar ettiği zaman da başına
neler geleceği konusunda bilgi vermek. Kısaca benim vizyonum
kaynak olmak, pencere açmak ve 'İstersen bakabilirsin, içinde
neler olabileceğini görebilirsin' olanaklarını sağlamak.
Benim vizyonum
insanlarla kendi inancımı paylaşma. Anlamlı ve coşkulu bir yaşam
için, insanoğlu olarak nelerin farkında olmamız, farkındalıklar
içinde ne yapmamız lazım konusunda yazdıklarımla, yaşayış tarzımla
bir tutarlılık içerisinde varolma.
Sizin değişim
geçirmenize ne sebep oldu?
Ailemin 11.
çocuğuyum. Fakir bir aile olduğumuzdan dolayı okuyanlar devletin
imkanları ile okumuşlar. Üç tane subay, bir öğretmen çıkmış. Ben
ortaokulu bitirdiğimde babam dedi ki 'Oğlum sen imam ol. Öbürleri
okudu da ne oldu. Ölsem mezarıma gelip bir yasin okuyacak yok.'
Onun düşüncesi, dünyası içerisinde anlamlı olan o. Bu bana çok
korkutucu geldi. Katiyyen imam olmayı kabul edemedim. İyi bir
öğrenciydim, hayallerim vardı. O nedenle de Ankara'ya en büyük
ağabeyimin yanına kaçtım.
Silifke'de lise
yoktu. Bu çerçeve içerisinde iki yıl liseye gittim. Ankara'ya ilk
gidişim, değişimle ilgili ortamdan dolayı zorlandığım yer oldu.
Çünkü Silifke'de hiç çatal, bıçak kullanmadım. Yer sofrasında
tahta kaşıkla aynı tabaktan yerdik; dıkımlardık bazlamayla. İlk
defa Ankara'da oturduk. Peçete vardı. Herkesin bardağı vardı.
Bizde tas vardı. Herkes o tasla içerdi. Konuşmamın değişmesi
gerekti. Anlayamıyorlardı çünkü. Bu benim zorunlu olarak değişmeye
doğru gidişim oldu. Ama 'Ben bir değişim süreci içindeyim,
hayatımın değişmesi gerekli.' bilinci yoktu.
Üniversiteyi
bitirdikten sonra, Amerika'ya gittim. Orada da aynı şeyleri
yaşadım. Yeni bir kültür, birçok şey farklı; davranışlar farklı,
anlama farklı.
Orada da değişmek
zorunda kaldım. Ama yine de 'Benim de değişmem gerek' fikri yoktu.
Öyle bir farkındalık içinde değildim. Bilinçli olarak boşanma
devresine girdiğim zaman, 'Benim değişmem gerek'i o zaman yaşamaya
başladım. O bakımdan daha önceleri hep çevremden dolayı değişim
bana empoze olarak geldi.
Kendimi
değiştirme ve hayatımı bu bilinç içerisinde yönlendirme düşüncesi
1975 -1978 yılları arasında gelişti. Çünkü o zaman boşanma,
çocuklarımdan ayrılma hadiselerini yaşamaya başladım. Ve o bana
yeni bir kapı açtı, şimdi o yolculuk devam ediyor.
İçinde yetişmiş
olduğum ortamdan ve eğitim içerisinde elde ettiğim bilgilerle
mutlu olamayacağımı gördüm. Yeni şeylerin farkına varmam gerekiyor
düşüncesi üzerinde durdum. Çevremde doğal olarak bana mentör
olabilecek, bana model olacak insanlar olmadığını gördüm. Onun
üzerine, görmüş olduğum modellerin dışında yeni modeller arayarak,
kendi kendime oluşturarak ve benden sonra gelecek olanlara model
olma hadisesi üzerinde durdum. O gelişim, benim konuştuğum türden
gelişimin temeli oldu.
Yaşam, Öğrenme
Fırsatıdır
Gerçi biraz
çevrenin zorlaması ile değişim geçirdiniz. Karşılaştığınız,
sorunları nasıl aşıyordunuz?
Birkaç aşama
oldu. İlk aşama, sorunlardan kaçma aşaması. Sonra farkına
varıyorsunuz ki sorunlardan kaçamıyorsunuz. Sorunlardan kaçmanın
kendisi daha büyük sorun olarak karşınıza çıkıyor.
İkincisi, stratejik olarak sorunlara yaklaşma. Böylelikle, 'Benim
gücüm ne, nelerin farkında olarak neyi yapabilirim ve o zaman
sorunları nasıl çözebilirim?' sorularını soruyorsunuz.
Şimdi geldiğim
noktada ise, esasında sorun diye bir şey yok, öğrenme fırsatları
var. Sorun bence yanlış etiketleme. Esasında öğrenme fırsatları
var.
Karşılaştığınız
sorunları, öğrenme fırsatı olarak gördüğünüzde başka bir heyecan
geliyor. 'Hakkını vererek yaşadığım, üzerinde düşündüğüm,
etkileşim kurduğum takdirde bitirdiğim zaman nerede olabilirim?'
diyorum. Onun farkında olma.
Esasında yaşam muhteşem bir öğrenme fırsatı ve en güzel tarafı,
öyle bir müfredat program ki herkese özel. Neye ihtiyacın varsa
onu çıkarıyor karşına.
Lüzumsuz yere, başka şeyler çıkarmıyor. Öbür türlü baktığın zaman
'Hep bu tip şeyler başıma geliyor' diyenlere karşı 'Anlamıyor
musun, işte bunu öğrenmen gerekiyor. Onun için geliyor' düşüncesi
çok kuvvetli bir inanç şimdi bende.
İpuçları da çok güzel ve kuvvetli. Ne zaman kızıyorsan bil ki
orada bir öğrenme fırsatı var. Hiç kimsenin söylemesine lüzum yok,
kendin bilirsin. Nerede rahatsız oluyorsan, orada bir öğrenme
fırsatı var. Onun farkına vardığın andan itibaren yaklaşım tarzın
değişiyor. O yaklaşım tarzı içerisinde de değişim kendiliğinden
oluyor aslında. Eğer öğrenme, gelişme, farkına varma yer alıyorsa.
Benim en çok
gördüğüm hadise şu; farkına varan insan, artık farklı bir insan.
İnsanoğlunun en
güçlü yönü o; farkına vardığının farkına varan varlıklarız. O
nedenle bizim için çok büyük bir zamanımız bakar körlükle geçiyor.
Hepsi gözümüzün önünde, eğer görebilirsek.
Çocuklara
bakmasını bilsek öyle muhteşem dersler veriyorlar ki bize. Ama
görmediğimiz için o dersleri hiç almıyoruz. Onların her bir
ağlayışında, her bir gülüşünde veya sarılışında, muhteşem mesajlar
var, öğrenme fırsatları var.
'Bu çocuk niye
ağlıyor?' bir düşünecek olursan, orada sana mesajını veriyor. Veya
'Çocuk neden seni öpücüklere boğuyor, neden gülüyor? Anne baba
seni seviyorum' diyor. Farkına varsa orada da muazzam öğrenme
fırsatları var.
Şimdi çok daha
fazla yaşamın bütünlüğü içerisinde bu öğrenme fırsatlarıyla
sarılmış olduğumuzu ve esas yolculuğun anlamının da bu olduğunu
düşünüyorum.
Bunun için tek
bir kural var, o da kıvırmamak. Yaşam sana acı verme durumuna
geldiğinde 'Merhaba acı' diyeceksin, o acıyı yaşarken
öğreneceksin. Kıvırmaya başladın mı, savunucu oldun mu o acıyı
yaşıyorsun ama ders alamıyorsun, öğrenemiyorsun. O bakımdan
İngilizce'deki 'integrity' kişisel bütünlük tabiri çok önemli.
Kişisel bütünlük içinde kıvırmadan, özü sözü doğru olarak kendini
yaşamaya adamış birisi, eninde sonunda bilge bir kişi olur. Mümkün
değil kaçamaz çünkü yaşam ona bunu öğretmek üzere sanki
programlanmış. Ama bir davranış yaptın, onun sonucunda acı çekmen
gerekiyorsa, 'Bir davranış yaptım, şimdi acı çekmem lazım'
dememeli. Çünkü yaşamı 'Ben onu hak ettim' bilinci içerisinde
kucaklayacaksın ve devam edeceksin.
Ait Olma Arayışı
İnsanın anlam
arayışı içerisinde değişimin yeri tam neresi? Ya da değişim, anlam
arayışını şekillendirebilir mi?
Benim kendi bakış
tarzım içerisinde, kişinin yaşamındaki anlamın kaynağı onun
ilişkilerinden geliyor. Anlamın kaynağı ait olmaktan geliyor. Bu
insanın doğuşundan getirmiş olduğu bir potansiyel gereksinim.
Çocuğa baktığınız zaman o kadar aşikar görüyorsunuz ki, ait olmak
istiyor. Ama aynı zamanda da birey olmak istiyor. Eline tutturmak
istemiyor. Siz bir tarafa giderken "Gitme" diyor, aynı zamanda da
"Burada dur" diyor. Elini tutmaya çalışıyorsunuz, "Tutma" diyor.
'Ben burada yürüyeyim. Sen de burada dur.'
Dikkat ederseniz çok güzel bir denge kuruyor, çocuk orada. Ait
olma, birey olma dengesini kurmuş vaziyette. O zaman çok mutlu.
Sizin olduğunuz yerde oynar. "Oğlum git odanda oyna", "Hayır
burada oynayacağım." "Odan var, niye orada oynamıyorsun?" Çocuk
söyleyemez ama "Yok, burada oynayacağım" der. Söylediği şu, "Siz
burada varsınız ya, orada ben kendimi ait hissediyorum. Ama bana
karışmayın, istediğim oyunu oynayayım."
Ben buna 'yaşam
dansı" diyorum. Hayatımızdaki anlamın kaynağı bu. Ait olmaktan
geliyor. Hayatımızdaki anlamsızlıkta esasında bu ait olmanın
bilincinde körelme oluyor.
Yaratılışımızda
ait olma var zaten. Nasıl ki yer çekimi var, bizim de doğamızda
ait olma var. Öyle bir evren içerindeyiz ki, 'Interdefensive'
dediğimiz karşılıklı etkileme, sürekli etkileşim içerisinde olma
yaşamımızın bir parçası. Trafikte görürsünüz, bir kişi hata yapar,
kaza olur. "Bana ne ondan kaza yaptıysa yapsın" diyemezsiniz.
Tıkanır kalırsınız bir saat. Türkiye dahil olmak üzere bütün dünya
ekonomisi böyle bir evreden geçer. Irak'ta savaş çıktı "Bana ne"
diyemezsiniz. Irak'taki birisinin düşünüş tarzı, hareket tarzı
savaşa yol açıyorda hepimizi etkiler.
Ondan dolayı biz
sürekli ait olma ilişkileri içerisindeyiz. Bütün mesele bunun
farkına varma. Bu var zaten. Yerçekimi de vardı. Newton bunun
adını koydu. Hesabını yaptı, formülünü buldu. Ondan önce yerçekimi
etkisini göstermiyor muydu? Daha neler keşfedilecek. Bakar körüz.
Ne zaman ki bir kişi, "Hayatım anlamsızlık içerisinde, hayatımın
hiçbir anlamı yok, bomboş" diyor. Bu duruma iki türlü
bakabilirsiniz. Bir, sıradan insanın bakışı, bunu unutmaya
çalışırsın. İki paket sigara, içki ve bu boşluğu doldurmak üzere
diğer atılımları yaparsın. Bir diğeri savaşçı gibi bakabilirsiniz.
O da şu, "Benim bilincimde körelme var galiba, mesajcı geldi.
Diyor ki 'Sen ait olma ilişkilerinde körleştin.' Onun için farkına
var, neler oluyor? Bir düşün, hayatını bür gözden geçir. Neden bu
anlamsızlık?" Bu tutumla bakacak olursanız, hemen ortaya çıkar.
İçinizdeki sistem de hemen söyler zaten. Öyle muhteşem bir sistem
vermiş ki Yaratan, hiçbir şey eksik değil.
Çocuk doğduğunda
öyle muhteşem ki her şey var ve her şey mükemmel şekilde. Sinir
sistemi muhteşem. Bir de merak vermiş, doğuştan meraklı. Meraksız
çocuk daha doğmamış hiç. Bilimin bütün yaptığı şey çocuk merakını
öldürmeden soru sormaya devam etmektir. Başka bir şey değil.
"Neden? Niye böyle olmuş? Böyle olduğu zaman böyle olur mu?" diye
sormaya devam etmiş. Bütün yaptığı şey bu.
Anlamsızlık
değişimin başlangıcı oluyor. Değişim yeni bir durum getiriyor. O
yeni bir durum içinde dengeler bozulursa, bireyci ve bencil bir
karar veriyorsunuz.
Kolları
sıvıyorsun; ana, baba, kardeş demeden hepsini yıkıp geçiyorsun.
Bir yerlere doğru gidiyorsun. Değişim içindesin. Tamamen bencil
bir tavır içinde "Yeter bu benim hayatım." Sonra birden
anlamsızlık gelmeye başlıyor. Böylelikle değişim anlamsızlığa
götürebilir. O zaman da yeni bir değişime ihtiyaç var. Sürekli bir
dans, oyun var. Farkında olmak, pusula gibi sizi sürekli
götürecek. Dış dünyanın farkında olma, gönlünün farkında olma,
kafasının farkında olma. Böylelikle birbiri ardına değişimler
birbirini takip edecek diye düşünüyorum
Değişime, var
olma ya da oluş mücadelesi demek mümkün mü?
Demek mümkün.
Esasında gerçek o. Zannederim, Alman filozofu Husserl, 'Varoluş'
felsefesi ile uğraşırken Heidegger 'Varolmak' hadisesi üzerinde
durdu.
Esas önemli olan
varoluş halidir, süreçtir. Onun felsefesi içerisinde şu anda anlam
verişin nasıli onu fark edersin. "Neden ben bu anlamı veriyorum?
Neden bu ortamda bu türlü davranıyorum?" Aynı Doğan Cüceloğlu
değişik ortamlarda, değişik varoluş hallerine giriyor. Ama benim
varlığım aynı insan. Peki neden farklı farklı varoluş hallerine
giriyorum? Orada fenomoloji hadisesine çok önem veriliyor.
Katılıyorum.
Fenomoloji, dış
dünya ne olursa olsun, o dış dünyaya anlam vermedir. Bir anlam
veriş hali var. Esasında her şey, onun içinde dönüp bitiyor. 'Bu
da böyle yapılır mıydı?' diyemezsiniz.
Yapılması
gerektiği için öyle yapıyor. Sürekli bir oluş halindeyiz. O oluş
halinin bütünlüğü önemli. O bilnçle oluş hali bütünlük içinde mi
yoksa bilinç burada korkudan, baskıdan dolayı siz şu varmı gibi
gösterme durumunda mı kalıyorsunuz. Orada bir kopukluk oluyor.
Yabancılaşma
Yabancılaşma; en
büyük kopukluk, kendi iç dünyanızdan kopuyorsunuz, ilişkinizi
koparıyorsunuz. Çağımızın en büyük mücadelesi o noktada olacak.
Atılımlar, büyük
paralarla birleşiyor. Türkiye bütçesine yakın bir bütçeyle iki
şirket birleşiyor. Muazzam oluşumlar var. Çalışan 'Ben neredeyim,
benim hayatımın anlamı ne?' diye sormaya başlayacak. "Bütün bu
para, bu kuruluşlar var ama ben neredeyim insan olarak? Benim
bunlarla ilişkim ne? Sadece bir vida mıyım? Bu vida eksilirse
farkında olacaklar mı olmayacaklar mı?"
Önümüzdeki 20-30
yılda yabancılaşma çok önemli sorun olarak, çok belirgin olarak
insanın karşısına çıkacak. O zaman değişik tepkiler bulacak.
Kimisi şeytana tapmaya başlayacak. Kimisi iyice mutaassıp olacak.
Kimisi yeni bir farkındalık içinde yeni ilişkiler kurmaya
çalışacak. Varoluşu yakalama hadisesi önemli. Onun için yeni
filozoflar çıkacak tahmin ediyorum.
Bütün bu büyük
olaylar olurken, yabancılaşma olmadan insanoğlu nasıl varolacak,
varoluşunu nerede yakalayabilecek. Ben kendim anlamlı bir şekilde
bunun içinde yer alıyorum. Bu noktada beş varoluş boyutuyla cevap
veriyorum. Beş varoluş boyutunda her gün 3 bin, 3 bin beş yüz kere
varoluş anları yaşıyoruz. Ortama göre bu boyutlardan bazıları çok
belirgin hale gelebilir.
Varoluş Boyutları
Bir, "Ben var
mıyım?" konusunda sezgisel olarak bir şey yapmaya çalışıyoruz.
Birisi bakıp 'Günaydın' diyor mu yoksa çekip gidiyor mu? Sıraya
girdiğim zaman önüme geçiyor mu yoksa o da sıraya giriyor mu?
Araba kullanırken işaret verdiğim zaman bekliyor mu yoksa geçiyor
mu? Günde 3 bin, 3 bin beş yüz kere bunu yaşıyoruz.
İkincisi, "Ben
doğal mıyım yoksa bende bir acaiplik var mı?" Birisi bana bakarken
gülüyor mu yoksa somurtuyor mu? Ben size desem ki "Nerede
kestirdiniz saçınızı?" Bu söyleyiş tarzında "Siz varsınız,"
diyorum. Ama sizde bir acaiplik var. Berberinizde bir acaiplik
var. O berberi seçtiğinizden dolayı sizde bir acaiplik var. O
izlenimi veriyorum.
Üçüncüsü,
özlenmeye sevilmeye layık olma. Adam yerine konma. "Merhaba
Arkadaşım. Nasılsın?" veya "Ah kızım! Ne güzel saçın var senin
öyle" hadisesi. Her insanın buna ihtiyacı var. Ekip kurmada bu,
çok temel bir düşünce. İnsanlar benimle beraber olmak ister mi?
Ben beraber olmaya değer miyim?
Dördüncü boyut,
değerli olma. Kendinden büyük bir bütünün vazgeçilmez parçası
olma. Çok büyük bir ihtiyaç. Çocuk şunu görmek ister: Benim ailem
bensiz yapamaz. "Ah yavrum! Sensiz olur mu? Mümkün değil." Bunu
duymak ister. Kadın kocasından "Hayatım! Sensiz hayatım anlamsız
olur" cümlesini, koca da karısından aynı şeyi duymak ister.
Dostlar birbirinden bunu duymak ister. Şirkete gittiğimiz zaman
aynı şeyi bekleriz içten içe. "Bu şirket sensiz olmaz. Burada
çalışacaksın. Senin yerin burası." Bunu bekler insanlar. Devletin
vatandaşına bunu söylemesi gerekmez! "Bir Türk vatandaşı, hiçbir
şekilde harcanamaz. Biz hepimiz içiniz. Sensiz olmaz." Bunu duymak
istersiniz. Birisinin başı derde girdiğinde devletin kolları
sıvayıp sonuna kadar devam etmesini istersiniz. Gönlümüzden geçen
o.
Beşincisi de
güçlü olmak isteriz. Yapabilmek isteriz, başkalarının gözünde,
kendi gözümüzde. Güvenilmek isteriz. 'Yapabilir, elinden iş gelir"
denilmesini isteriz.
İşte bunlar
yaşatıldığı zaman, insanoğlu için anlamlı olur. Ama 'Sen burada
para kazanıyorsun. Sana paradan başka verecek hiçbir şeyim yok'
dediği andan itibaren bir işyeri, bence orada yabancılaşma başlar.
Ondan sonra aşağı doğru gittikçe gider. Neler götürür onu bilmem.
Değişim
Kuşağındakiler kitabından alınmıştır.
Sezik, N. (2000), Hayat Yayınları. |