Çağdaş
Kültür, Çağdaş Çevre ve Tarihsel Mimari Kalıt Sorunu
Tarihsel mimari kalıtın kapsamı,
korunması ve yeniden kullanılması tartışmasına olumsuz açıdan
yaklaşanlar için ekonomik ve teknik gereksinmeler, çağdaş kültürün
kendine yeni bir çevre yaratma hakkı gibi yargılar büyük ağırlık
taşır. Tarihsel çevrenin korunması zorunluluğunu savunanlar ise, yine
aynı olgular üzerinde değişik yorumlarla ekonomik olasılıkları ve
teknik çözümleri gösterir, simgesel değerleri dile getirir,
korumanın gerekliliğini ileri sürerler.
Toplumsal ve kültürel değişmenin
niteliklerini ortaya koymadan ve sorunu tümel bir yaklaşımla
kültür-insan-çevre ilişkileri tabanına oturtmadan bu
tartışmalardan bir sonuç almak zordur. Gerçi bugün hangi kültür
yapısında, hangi politik ve ekonomik düzende olursa olsun,
tarihsel mimari kalıtın korunması konusunda, aydınlar ve uzmanlar
katında uluslararası bir "consensus" oluşmuştur. Fakat bunun
toplumların malı olması, toplum ve kişinin güncel yaşamı ile
doğrudan ilişkili kuramsal ve pratik bir bilgilenmenin
yoğunlaşmasına bağlıdır.
Soruna sağlıklı bir yaklaşım için
birçok kavramları basmakalıp tanımlardan sıyırmak gerekiyor.
Çağdaş bilim, kişi ve toplum yapısı, kişi ve doğa, toplum
davranışları ile çevre arasındaki ilişkileri şimdiye kadar
bilinmeyen boyutlarda inceliyor. Sanayi toplumlarının son yüzyılda
içinden geçtikleri değişim ve evrimin sonuçlarını da biliyoruz. Bu
bilgiler bizim bazı kavramları, bu yüzyıl başında ya da Cumhuriyet
döneminin başlangıcında yaptığımızdan daha başka boyutlarda
görmemize ve tanımlamamıza olanak veriyor.
Bugün çağdaş olmanın anlamı;
Atatürk, "Muasır Medeniyet Seviyesi" dediği zaman anlaşılandan
daha başka bir niteliğe bürünmüştür. İçeriği ve yönü değişmiştir.
Gerçekten çağdaş uygarlık düzeyini, bütün ekonomik, politik,
kültürel yönleriyle nasıl tanımlıyoruz? Batı ya da Avrupa
uygarlığı denilen ve teknolojik üstünlüğün dünyaya egemen kıldığı
ülkeler uygarlığı, çağdaş uygarlığı tanımlamak için yeterli
olmadığı gibi, bu uygarlığın bir kendini-yeniden tanımlama
dönemine girdiği de söylenebilir. Bu durum ve az gelişmiş
ülkelerin giderek politik bir ağırlık kazanıp kimlik davasına
çıkmış olmaları, özellikle az gelişmiş ülkelerin aydınlarına yeni
yorum olanakları açıyor ve daha çok politik amaçlı da olsa, yeni
çağdaş olma modelleri ortaya çıkıyor.
Kimi eski uygarlıkların
rönesansları peşindedir; kimi çağdaşlaşmayı sanayileşmeye eş
kılmış, istatistik bir oyuna çevirmiştir; çağdaşlaşmayı
sanayileşmeye eş kılanların bir bölümü teknolojiye sahip olmanın
yeterli olduğunu ve onunla birlikte geleneksel yaşantının
yürüyebileceğine inanıyorlar; batıdan kopmayanlar, batı
uygarlığını birkaç slogana indirgemişlerdir. Bütün bu modellerin
sayısız önyargılar ve politik alt-amaçlarla pazarlandığını da
düşünecek olursak, ortada çözümü olanaksız bir kavramlar düğümü
bulunduğu ortaya çıkar. Bugün hiçbir ülkede dışarıdan alınacak bir
model üzerinde anlaşmak olanağı yoktur. Çağdaşlık ölçütünü
kendimizin koyması, tanımını kendimizin yapması gerekiyor.
Çağdaş kültür deyiminin kendisi,
eğer sözcüklerin olağan tanımından hareket edilirse, bir çelişme
içeriyor. Kültür, zaman içinde bir birikimi ifade eder. Geçmişten
soyutlanmış bir kültür tanımı olamaz. Oysa çağdaş bugünden olan
demek. Eğer zaman boyutundan soyutlanırsa, çağdaş kültür, sadece
bugünün koşullarının ürettiği kültür anlamına gelir. Günlük
yaşantımızda, pratik nedenlerle ya da karşılaştırma amacı ile
çağdaşı bu çağın koşullarının ürünü olarak anlıyoruz. Fakat bu
sınırlı tanım, "Çağdaş kültür" deyiminin geniş kapsamını ve
içeriğini anlatmak için yeterli değildir. Bu ancak günümüzün en
acımasız tüketim propagandası için doğru olabilir.
Türkiye' de çağdaş kültür, dünyada
çağdaş kültür dediğimizde günümüz insanının içinde yaşadığı maddi
ve manevi bir ilişkiler örgüsünü anlıyoruz. Bu içerik içinde
çağdaş sıfatı, kültür olgusunun bugünkü aşaması anlamına geliyor.
Ve ancak o anlama gelebilir. Geçmişte üretilmiş, bugün var olmayan
toplumsal ve ekonomik koşulların ürünü olan sayısız olgu ve
artifakt en güncel ürünlerle birlikte yaşıyorlar. Lao Tzu, Buda,
Musa, İsa, Muhammet milyarlarca insan için bu çağın değerleridir.
Yunus Emre de çağdaştır, Beethoven de çağdaştır. Yaşamını sürdüren
halk sanatı çağdaştır.
Toplumların yaşatabildikleri her
şey çağdaşın bir parçasıdır. Bu olguya sayısal açıdan bakarsak,
eskiden yaratılmış bazı düşünsel ya da görsel biçimlerin bugün
eskiden daha yaygın olduğunu bile görebiliriz. Müzeleri dolduran
ya da dünyada dolaşan, milyonları hayran eden, düşündüren sayısız
yapıt da çağdaştır. Bunların bizim yaşamımıza karışmaları
niteliksel bir değişikliğe uğramadan yaşamlarını sürdürdükleri
anlamına gelmez. Yunus Emre' nin şiiri bizi XIII. yüzyıl Anadolu
insanı gibi etkilemiyor. Kuşkusuz değişik çağrışımlar uyandırıyor.
Çağdaşlığı da bu değişiklikten ileri geliyor.
Bu değişmenin sınırı ve niteliği
nedir? Değişme bazı durumlarda belki korkulu, fakat önüne geçilmez
bir olgudur. Evren enerji üretip tüketerek büyük devingenliklerle
değişiyor. Toplumsal değişme evrensel değişmenin küçük, önemsiz
bir uzantısıdır. Her doğan canlı bir dönüşüm potansiyelini
vurguluyor. Toplumlar yaşam savaşı vererek, başka bir deyimle,
yaşamak için üretip tüketerek değişiyorlar.
Bu önüne geçilmez değişmenin insan
ve toplumla orantılı boyutlarını kontrol eden mekanizmaya kültür
diyoruz. En geniş tanımı ile kültürü, evrensel değişmeyi insan
boyutuna indiren bir düşün ve üretim mekanizması olarak
görebiliriz. Değişimin maddesel ve insanüstü kurallarını
yumuşatıyor, canlının evrensel değişim sürecine adaptasyonunu
sağlıyor. Böylece değişmenin önüne geçilmezliğinin yanı sıra, kişi
ve toplum yaşamının kontrol edilebilirliğini de kabul ediyoruz.
Değişmenin önceliklerini saptamak
ve değişmeyi kontrol etmek sağlıklı bir toplum için büyük bir önem
taşıyor. Kuşkusuz burada sözünü ettiğim kontrol, bazılarının
akıllarına gelecek olan "polis tedbirleri" ile ilgili bir kontrol
değildir. Kültür olgusunun toplum üzerindeki yaygın kontrolüdür.
Kültürel değişim evrensel tarihsel değişim hızına ayak
uyduramadığı zaman toplumlar kriz geçiriyorlar. Kişinin
yabancılaşması gibi toplumlarında yabancılaşmasından söz
edilebilir.
Erken sanayileşen ülkeler,bizden
çok önce, hızlı değişmenin ve değiştirme tutkusunun insan ve
toplum psikolojisini tartaklayan, kişileri yabancılaştıran
niteliklerinin farkına vardılar. Oralarda sürtüşme, dış etkenler
de, bizdeki gibi, çok olmadığı için, değişik koşullarda oldu ve
daha da uzun sürdü. Oysa bizim bugün tanık olduğumuz değişim hızı,
yüzyılın başına göre, olağanüstüdür.
Tarımsal üretimin mevsimlere bağlı
çemberi içinde binlerce yıl yaşamışken, bugün bir kuşağın yaşamı
içinde fiziksel çevrenin, politik sistemlerin, ekonomik
strüktürlerin tepetaklak olduğunu görüyoruz. Ve sanayide önceliği
ve enerji üretimindeki güçlerini politik egemenliğe çevirmiş olan
toplumların o aşamaya gelmemiş olanlar üzerindeki baskısı
değişmeyi daha da karmaşık ve zor bir süreç içine sokuyor. Bugün
bizim çağdaşlaşma dediğimiz süreç, son çözümleme de, üretim
düzenimizi güçlü olanlara uydurmak için gösterdiğimiz çabanın
çeşitli alanlardaki görüntüsüdür. Değişme hızına ayak uyduracak
kültürel değişimi gerçekleştiremedikçe kendi kendimize yürümüyor,
fakat sürüklenerek gidiyoruz.
Sanayileşmiş toplumların ortak bir
görüntüsü var: Toplumun tümel üretimini etkileyen her tür
örgütlenme bilimin kontrolündedir. Genel olarak geleneksel dünya
görüşü ve ideolojiler bilimsel kontrolün etkinliğini
azaltmaktadır. Geleneksel kültür ortamı içinde sanayileşmek bir
hayaldir. Ve bunun kültürel kimliğin korunmasıyla eş anlamlı
olmadığı açıktır.
Çağdaşlaşma içinde kültürel
kimliğin sürekliliği, kendi kültürümüzü kendi irademizle
yenilemeye ve bunun modalitelerini kendi kendimize saptamamıza
bağlıdır. Kuşkusuz bunu söylemek, hatta bu gerçeği kabul etmek,
gerçekleştirmekten çok kolaydır. Geleneksel tutkuları bugünden
yarına çözmek, kültür yapısını bugünden yarına değiştirmek olanağı
yoktur.
Fakat bunun kendi kendine, ağrısız,
sızısız olacağını sanmak da düş kurmaktır. Toplumun çağın
gerçekleri konusunda bilinçlenmesi bir önkoşuldur. Ancak böyle bir
bilinçlenme kendi modellerimizi çağın gereksinmelerine göre
yaratmamıza, böylece kişi ve toplumu yabancılaştırmadan büyük bir
geçit dönemini bir ölçüde serüvensiz geçirme olanağı sağlayabilir.
Sorunları her kez yeniden tanımlamaya çalışmamız toplumsal
bilinçlenmeyi hızlandıracak açıklığa kavuşma çabamızın sonucudur.
Ve tarihsel çevrenin ve tarihsel mimari kalıtın geleceği,
çağdaşlaşma ve kültürel değişimin yukarıdaki tanımlarına dayanarak
tartışılmak zorundadır.
Kentlerimizin bugünden yarına
değişen fizyonomisi, yukarıda sözünü ettiğim sürüklenerek
değişmenin ifadesidir. Oysa biz kültürel kimliğini koruyarak
çağdaşlaşan bir kent arıyoruz. Sürüklenerek değişimin kültürel
sürekliliğini ortadan kaldıran, kişinin psikolojik ve biyolojik
sağlığını kemiren, kişiyi araca köle eden ve estetik niteliği her
gün daha fazla tartışılır hale gelen doğrusu istenirse estetik
nitelikten yoksun görüntüsünden kurtulmak istiyoruz. Kontrolsüz
büyümenin doğayı yok etmesinden de yakınıyoruz. Dünyada ve bizde
çevre koruma ve sağlıklı çevre yaratma kavgası -ki tarihsel
kalıtın korunması ve yeni işlevi sorunu da bunun içindedir- çağdaş
kültürün fiziksel çevre değişimini kontrol edip edemeyeceği
üzerinde toplanmaktadır.
Çağdaş çevre nasıl olmalı? Bunun
yanıtı dünyanın son yarım yüzyılda geçirdiği ve bizim şimdi büyük
bir yoğunlukla geçirmekte olduğumuz değişmelerin tepkisinde
yatmaktadır. Günümüze gelene kadar kentlerin gelişmesi, insan ve
çevre ilişkilerinin sağlığı gibi bir kavrama -bazı ütopyaları bir
yana koyarsak- bağlı olmamıştır. Sanayi öncesinde kentlerin
fiziksel gelişimi günlük yaşamla doğal bir alışveriş içinde
kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Bu oluşum, içerdiği bütün
geleneksel davranışlar, süzülmüş bütün birikimlerle o kentlerin
özgül niteliklerini belirliyordu. Çevresini kontrol edebilen bir
kültürün ifadesi olarak bu sınırlı kent fizyonomisinin örnekleri
daha yaşamaktadır.
Planlama, bugün anladığımız
anlamda, sosyal ve ekonomik boyutlarıyla, yepyeni bir olgudur.
İnsanoğlunu tehdit eden bir kent imgesi de ancak İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonra ortaya çıkmıştır. Topluma mal olmaya başlaması
ise son on yılın işidir. Fakat bizim gibi ülkelerde çok cılız bir
akımdır. Bugün Türkiye' de kent gelişmesini kontrol eden.en büyük
güç ilkel bir yapı ve toprak sömürüsü ile, teknolojik olanakları,
sonucu ne olursa olsun, sonuna kadar kullanma arzusudur. Kültürel
açıdan bu durum, batının, oradaki olanaklar ve örgütlenmeler
olmadan, bilinçsiz bir kopyacılığımın ifadesinden başka bir şey
değildir.
Türkiye' de kent planları, son on
yıla gelene kadar sürekli olarak artan kent nüfusuna kap ve kalıp
hazırlamaktan öteye gitmemiştir. Kaldı ki hazırlanan planların
uygulanması da genellikle gerçekleşmemiştir. O planlarda kent,
bazı büyüklüklerin yerleştirildiği bir depo niteliği gösterir. Bu
deponun, içindeki malları, yani insanı çürüttüğünü görmeye,
teknoloji hayranlığı ve değişme sarhoşluğu ile kamaşmış
gözlerimizle, yeni yeni başlamış bulunuyoruz.
Sanayileşen toplumların kentleri
hızlı bir değişme dönemini bizden önce geçirdiler ve özellikle
Avrupa' da dünya savaşlarının "trauma"sını da geçirdiler.
Çağdaşlaşmak için kendi kendilerini yadsımak gibi bir sorunları da
olmadığı için bizim bugün içinde bulunduğumuz koşullara göre daha
da iyi koşullarda ilk dönemi aştılar. Teknoloji, çağdaş toplum
yapısı ve kent arasındaki ilişkiler o deneylerin sonunda oldukça
açıklığa kavuştu. Gerçi daha hiçbir ülke büyük kent sorununa bir
yanıt getirmiş değildir. Fakat bugün, hiç olmazsa basit konfor
hesaplarına dayalı bir kent olamayacağı öğrenilmiştir. Araçların,
özellikle otomobilin getirdiği kişisel yarar yanında, bir
toplumsal dert olduğu -ekonomik göstergeleri incelemeden de-
ortaya çıkmıştır.
Tarihi yapı kalıtının insan
çevresine getirdiği zenginliğin, göreneksiz bir çağdaş yapılaşmaya
feda edilemeyecek kadar zengin bir veri olduğu anlaşılmıştır.
Bugün ülkemizde İstanbul ve Ankara gibi büyük kentler, batının iki
yüzyılda görmediği bir yıkıcılığa kurban olmuşlardır. Bunun çağdaş
bir olgu olduğu açıktır, bizim ülkemiz için. Fakat çağdaşlaşmanın
olumlu bir yanını gösterdiğini savunmak zordur. Teknolojinin bu
biçimde kullanılışını, üstelik batının geçirdiği deneylere göre
daha kalitesiz ve sağlıksız olanını tekrar yaşamak zorunda
değiliz. Kaldı ki, bu savurgan ve kontrolsüz uygulama kaynak
kurutucu ve kültürel açıdan soysuzlaştırıcıdır.
Çağdaş kent kişiyi araca esir
etmeyen, kişiyi sosyo-ekonomik gettolar içinde bunaltmayan,
toplumun ruh sağlığını tehdit etmeyen, kişiyi gündelik yaşamın bir
düzeliğinden kolayca çekip alabilecek bir kent olmalıdır. Kişiyi
günlük modaya köle etmeyen, kültürün zaman boyutunu ve
sürekliliğini vurgulayan niteliklere sahip olması gerekiyor bu
kentin. Kişiye tarihsel ve toplumsal kimlik bilinci verecek bir
fiziksel çevrenin oluşması için, kültürel süreklilik referansları
içermesi isteniyor yeni kent yapısından. Kaldı ki, yeni
yaratmaları teşvik edebilmesi de zengin görsel verilerin varlığını
gerektiriyor. Bugün en gelişmiş ülkelerin uzmanları bu özlemleri
dile getiriyorlar. Kentlerde aradığımız bu özellikler çağdaş çevre
bilincinin en son vardığı düzeyin ifadesidir.
Türkiye' de bugün yaşayan kent
imgesi Birinci Dünya Savaşı sonundan kalmadır. Yüzyıl başında yeni
kent, teknolojinin verdiği bütün olanakları kullanarak gökleri
delen binalar, otomobilin egemen olduğu bir ulaşım düzeni ve
makineleşmiş bir çevre olarak karşımıza çıkmıştı. Evin bir oturma
makinesi olduğunu söyleyen Le Corbusier çağın sloganını
yaratmıştı. Makine ve fabrika rasyonel düşüncenin ve dolayısıyla
çağın simgesi idi. Gerçekte bir motorun çalışmasının bilimsel bir
temele dayanması, motorun kullanılmasının rasyonel olmasını hiç de
gerektirmiyor. İnsan yaşamı ve mutluluğu açısından rasyonel, ancak
yaşam olanağını arttıran ve mutluluğu arttıran bir tutum
olabilir.
Bilim saygınlığından bir şey
kaybetmedi. Makineler de çağımıza egemen olmayı sürdürüyorlar.
Fakat bilimsel araştırma alanlarında insan ve toplum, insan ve
doğa, bütün boyutlarıyla canlı varlık yeni bir önem kazanıyor.
İnsan gereksinmelerine daha ayrıntılı olarak bakmaya başladık.
Bilime olan saygı, teknolojinin ürettiği her şeye saygılı olmayı
gerektirmiyor. Onun için yeni, daha insani bir kent imgesinin
özlemi duyulmaya başlanmıştır.
Hiç kimse fabrika bacalarının ve
gökdelenlerin gölgesinde ve sürat yolları üzerinde yaşamak
istemiyor. Hava kirlenmesinin sayısal boyutlarından ve
etkilerinden haberimiz var ve endişeleniyoruz. Hiçbir aklı başında
insan, anonim bir hiç olarak kent kalabalıklarında yalnızlaşmanın,
kaybolmanın özlenir bir durum olduğuna inanmıyor. İnsanla ve tümel
ekonomik olanaklar ve kaynaklarla olan ilişkiler içinde ele
alındığı zaman dört kattan yüksek konut yapısının, ekonomik
olmadığını, aklı başında mimarlara anlatmak olanağı vardır bugün.
Ve bu gözlemin ilginç yanı, bu konuyla ilgili sistemli
araştırmaların gökdelenler ülkesinde yapılmakta olmasıdır.
İşte bu yargılarla ülkemizdeki kör
bir yıkma ve yenileme uygulamasının karşısına çıkıyoruz. Yeni kent
imgesi kişi ve toplumun kimliğini koruyacak, savurganlığa engel
olacak bir kent imgesidir. Geçmişteki kalan yapıtların önemi
kentin özlenen kişiliğinde ve çevre değerlerinin sürekliliğinde
gördükleri ve görebilecekleri işlevlerden ileri geliyor. Doğrusu
aranırsa tarihsel kalıtın bir bölümü her zaman için yaşamakta ve
yaşatılmaktadır. Dinsel yapılar, yeni işlevler için kullanılan
eski yapılar ve oldukça büyük bir konut stoku çevremizde yaşamakta
devam ediyorlar.
Bir bölümü hala işe yaradığı için,
bir bölümü simgesel değerler taşıdığı için ve giderek sınırlı bir
koruma bilinci bütün dünyada etkili olmaya başladığı için ayakta
duruyorlar. Tarihsel kalıtın korunması karşısında çıkarılan
gürültü, sanat ürünü oldukları genel olarak kabul edilen yapılar
için olmuyor; daha çok günlük yaşamın hızlı değişen boyutlarına
ayak uyduramayacakları kabul edilen geleneksel konutların
korunması konusunda çıkıyor. Ve tarih boyunca kişi ve aile ile ev
kolay ayrılamayacak ortak bir kavram oluşturdukları için, bir
konutun taşıdığı tarihsel nitelikler nedeniyle bir kamu değeri
olduğunu ve buna dayanarak korunmasının kamusal bir görev olduğunu
anlatmak kolay değildir. Bu yüzden, tarihsel mimari kalıtın en
büyük kesimi ve kent fizyonomilerini oluşturan en önemli öğe,
değişme kontrolü en az yapılabilen yapı grubu olmaktadır.
Eski konutların ekonomik bir değeri
olması ve teknik açıdan çağdaş konfora kavuşturulmalarının
herhangi bir zorluğu olmaması bir yana, sıradan bir evin yeni
çevre tanımında özel bir değer kazanmasının daha önemli bir nedeni
var: Aristokratik ve anıtsal bir sanat anlayışından daha evrensel,
daha demokratik bir sanat anlayışına doğru belirgin bir değişim
egemen olmuştur sanat kuramına ve sanat tarihine.
Sanat artık sultanların, vezirlerin
iradesiyle yaratılan ve sadece büyük boyuta, zengin malzemeye,
özel sanatçı atölyelerine dayalı lüks bir ürün olmaktan öteye,
güzelin her tür ürüne yansıması anlamına gelmektedir. Her
geleneksel ürün, çok uzun birikimleri, süzülüp gelmiş deneyleri
yansıttığı için ilgi çekici nitelikler, şaşırtıcı estetik
yoğunluklara sahip olabiliyor. Daha doğrusu öyle olduğunu görmeye,
insanlar yeni yeni başlıyorlar.
Günlük yaşamın kullandığı ürünlere
yansımış bu güzellikler bu ustalıklar, politik ve ekonomik
güçlerin bir anlık isteklerini yerine getirmek için bir araya
gelmiş yaratıcı güçlerden daha çok, kültürde sürekliliğini
istediğimiz değerleri, kendiliklerinden taşıyorlar. Bir kültüre
özgü değerler varsa, onları, çok uzun yüzyıllar çok az değişerek
bugüne ulaşmış yapıtlardan çok nerede bulabiliriz?
Basit bir köy evinin, bu yargılar
ışığında, yaşamasını istemek, onu bugünün yaşamına şu ya da bu
şekilde katmak, tüm çağdaş bir davranıştır. Bu isteğin yaygınlığı
çağdaş bir olgudur. Tarihi birtakım politik olayların birbirini
izlediği bir olaylar dizisi olmaktan çıkarıp, bütün insan
boyutlarıyla anlamak isteği bu yeni davranışların kökeninde yatan
düşüncedir. Sosyolojinin, antropolojinin ve diğer
insanbilimlerinin gelişmesi, tarihi öykücülükten kurtarmıştır.
İnsanı da, kültürü de bugün daha iyi tanımlıyor, daha iyi
anlıyoruz. Ve insanın evi kadar onun yaşamını ve seçimlerini bize
anlatacak bir belge bulmak güçtür.
İşte, işlevsel olup olmadığı bir
yana, insan emeğine, insan ürününe gösterilen bu yeni ilgi,
verilen bu değer çevrenin değişmesi ve korunması sorunlarına,
şimdiye kadar söz konusu olmayan yeni boyutlar getiriyor, yeni
davranışlar gerektiriyor.
İnsanın ayak uydurabileceği bir
değişme hızı içinde, her tür insan ürününe bir değer veren,
tarihin bugüne getirdiği düşün ve biçim birikimlerine bir gelecek
kazandıran, kişiyi mekanik boyutlarıyla ezmeyen, toplumu fiziksel
gerilimler içine sokup perişan etmeyen, kısacası daha insanca bir
çevre arıyoruz. Ve ancak böyle bir çevrede insanlığımızla birlikte
kimliğimizi koruyabileceğimize inanıyoruz. Tarihsel yapı kalıtı,
böyle bir çevrenin oluşmasında birleştirici kimlik faktörüdür. Lao
Tzu' nun çok eskilerde dediği gibi, eski ve yeni birlikte
oluşabilir ancak.
Tarihsel mimari kalıtım korunması
isteği bir tutuculuk değildir. Tersine insan çevresinin ilerici
bir yorumunun ifadesidir.
Buna karşı çıkan güçlerin başında,
kent toprağı spekülatörleri ve onların adamı olan politikacılar,
teknoloji sloganları ve ürünleri satanlar ve neyi savundukları
belli olmayan bağnazlar geliyor. Konforun her koşulda
sağlanabileceği bir teknik aşamadayız. Otomobilin ise, insan
yaşamında gereksiz bir itibar kazandığını görecek kadar deney
sahibiyiz. Teknoloji adına sömürü yapanlara karşı ve teknolojiyi
insana hizmetçi olacak düzeye getirecek savaşın verildiği bir
döneme ulaştık. Bu savaş sadece ekonomik yanıtlarla değil, tarih
ve toplum bilincinden ve insan sevgisinden kaynaklanan düşünce ve
davranışlarla kazanılacaktır. Ve bu çağdaşlaşmanın başka ve gerçek
bir göstergesi olacaktır. |