...................
...................
DOĞAN KUBAN

www.ykykultur.com

                         
...................
 
...................

Çağdaş Kültür, Çağdaş Çevre ve Tarihsel Mimari Kalıt Sorunu

Tarihsel mimari kalıtın kapsamı, korunması ve yeniden kullanılması tartışmasına olumsuz açıdan yaklaşanlar için ekonomik ve teknik gereksinmeler, çağdaş kültürün kendine yeni bir çevre yaratma hakkı gibi yargılar büyük ağırlık taşır. Tarihsel çevrenin korunması zorunluluğunu savunanlar ise, yine aynı olgular üzerinde değişik yorumlarla ekonomik olasılıkları ve teknik çözümleri gösterir, simgesel değerleri dile getirir, korumanın gerekliliğini ileri sürerler. 

Toplumsal ve kültürel değişmenin niteliklerini ortaya koymadan ve sorunu tümel bir yaklaşımla kültür-insan-çevre ilişkileri tabanına oturtmadan bu tartışmalardan bir sonuç almak zordur. Gerçi bugün hangi kültür yapısında, hangi politik ve ekonomik düzende olursa olsun, tarihsel mimari kalıtın korunması konusunda, aydınlar ve uzmanlar katında uluslararası bir "consensus" oluşmuştur. Fakat bunun toplumların malı olması, toplum ve kişinin güncel yaşamı ile doğrudan ilişkili kuramsal ve pratik bir bilgilenmenin yoğunlaşmasına bağlıdır.

Soruna sağlıklı bir yaklaşım için birçok kavramları basmakalıp tanımlardan sıyırmak gerekiyor. Çağdaş bilim, kişi ve toplum yapısı, kişi ve doğa, toplum davranışları ile çevre arasındaki ilişkileri şimdiye kadar bilinmeyen boyutlarda inceliyor. Sanayi toplumlarının son yüzyılda içinden geçtikleri değişim ve evrimin sonuçlarını da biliyoruz. Bu bilgiler bizim bazı kavramları, bu yüzyıl başında ya da Cumhuriyet döneminin başlangıcında yaptığımızdan daha başka boyutlarda görmemize ve tanımlamamıza olanak veriyor.

Bugün çağdaş olmanın anlamı; Atatürk, "Muasır Medeniyet Seviyesi" dediği zaman anlaşılandan daha başka bir niteliğe bürünmüştür. İçeriği ve yönü değişmiştir. Gerçekten çağdaş uygarlık düzeyini, bütün ekonomik, politik, kültürel yönleriyle nasıl tanımlıyoruz? Batı ya da Avrupa uygarlığı denilen ve teknolojik üstünlüğün dünyaya egemen kıldığı ülkeler uygarlığı, çağdaş uygarlığı tanımlamak için yeterli olmadığı gibi, bu uygarlığın bir kendini-yeniden tanımlama dönemine girdiği de söylenebilir. Bu durum ve az gelişmiş ülkelerin giderek politik bir ağırlık kazanıp kimlik davasına çıkmış olmaları, özellikle az gelişmiş ülkelerin aydınlarına yeni yorum olanakları açıyor ve daha çok politik amaçlı da olsa, yeni çağdaş olma modelleri ortaya çıkıyor. 

Kimi eski uygarlıkların rönesansları peşindedir; kimi çağdaşlaşmayı sanayileşmeye eş kılmış, istatistik bir oyuna çevirmiştir; çağdaşlaşmayı sanayileşmeye eş kılanların bir bölümü teknolojiye sahip olmanın yeterli olduğunu ve onunla birlikte geleneksel yaşantının yürüyebileceğine inanıyorlar; batıdan kopmayanlar, batı uygarlığını birkaç slogana indirgemişlerdir. Bütün bu modellerin sayısız önyargılar ve politik alt-amaçlarla pazarlandığını da düşünecek olursak, ortada çözümü olanaksız bir kavramlar düğümü bulunduğu ortaya çıkar. Bugün hiçbir ülkede dışarıdan alınacak bir model üzerinde anlaşmak olanağı yoktur. Çağdaşlık ölçütünü kendimizin koyması, tanımını kendimizin yapması gerekiyor.

Çağdaş kültür deyiminin kendisi, eğer sözcüklerin olağan tanımından hareket edilirse, bir çelişme içeriyor. Kültür, zaman içinde bir birikimi ifade eder. Geçmişten soyutlanmış bir kültür tanımı olamaz. Oysa çağdaş bugünden olan demek. Eğer zaman boyutundan soyutlanırsa, çağdaş kültür, sadece bugünün koşullarının ürettiği kültür anlamına gelir. Günlük yaşantımızda, pratik nedenlerle ya da karşılaştırma amacı ile çağdaşı bu çağın koşullarının ürünü olarak anlıyoruz. Fakat bu sınırlı tanım, "Çağdaş kültür" deyiminin geniş kapsamını ve içeriğini anlatmak için yeterli değildir. Bu ancak günümüzün en acımasız tüketim propagandası için doğru olabilir. 

Türkiye' de çağdaş kültür, dünyada çağdaş kültür dediğimizde günümüz insanının içinde yaşadığı maddi ve manevi bir ilişkiler örgüsünü anlıyoruz. Bu içerik içinde çağdaş sıfatı, kültür olgusunun bugünkü aşaması anlamına geliyor. Ve ancak o anlama gelebilir. Geçmişte üretilmiş, bugün var olmayan toplumsal ve ekonomik koşulların ürünü olan sayısız olgu ve artifakt en güncel ürünlerle birlikte yaşıyorlar. Lao Tzu, Buda, Musa, İsa, Muhammet milyarlarca insan için bu çağın değerleridir. Yunus Emre de çağdaştır, Beethoven de çağdaştır. Yaşamını sürdüren halk sanatı çağdaştır. 

Toplumların yaşatabildikleri her şey çağdaşın bir parçasıdır. Bu olguya sayısal açıdan bakarsak, eskiden yaratılmış bazı düşünsel ya da görsel biçimlerin bugün eskiden daha yaygın olduğunu bile görebiliriz. Müzeleri dolduran ya da dünyada dolaşan, milyonları hayran eden, düşündüren sayısız yapıt da çağdaştır. Bunların bizim yaşamımıza karışmaları niteliksel bir değişikliğe uğramadan yaşamlarını sürdürdükleri anlamına gelmez. Yunus Emre' nin şiiri bizi XIII. yüzyıl Anadolu insanı gibi etkilemiyor. Kuşkusuz değişik çağrışımlar uyandırıyor. Çağdaşlığı da bu değişiklikten ileri geliyor.

Bu değişmenin sınırı ve niteliği nedir? Değişme bazı durumlarda belki korkulu, fakat önüne geçilmez bir olgudur. Evren enerji üretip tüketerek büyük devingenliklerle değişiyor. Toplumsal değişme evrensel değişmenin küçük, önemsiz bir uzantısıdır. Her doğan canlı bir dönüşüm potansiyelini vurguluyor. Toplumlar yaşam savaşı vererek, başka bir deyimle, yaşamak için üretip tüketerek değişiyorlar.

Bu önüne geçilmez değişmenin insan ve toplumla orantılı boyutlarını kontrol eden mekanizmaya kültür diyoruz. En geniş tanımı ile kültürü, evrensel değişmeyi insan boyutuna indiren bir düşün ve üretim mekanizması olarak görebiliriz. Değişimin maddesel ve insanüstü kurallarını yumuşatıyor, canlının evrensel değişim sürecine adaptasyonunu sağlıyor. Böylece değişmenin önüne geçilmezliğinin yanı sıra, kişi ve toplum yaşamının kontrol edilebilirliğini de kabul ediyoruz.

Değişmenin önceliklerini saptamak ve değişmeyi kontrol etmek sağlıklı bir toplum için büyük bir önem taşıyor. Kuşkusuz burada sözünü ettiğim kontrol, bazılarının akıllarına gelecek olan "polis tedbirleri" ile ilgili bir kontrol değildir. Kültür olgusunun toplum üzerindeki yaygın kontrolüdür. Kültürel değişim evrensel tarihsel değişim hızına ayak uyduramadığı zaman toplumlar kriz geçiriyorlar. Kişinin yabancılaşması gibi toplumlarında yabancılaşmasından söz edilebilir.

Erken sanayileşen ülkeler,bizden çok önce, hızlı değişmenin ve değiştirme tutkusunun insan ve toplum psikolojisini tartaklayan, kişileri yabancılaştıran niteliklerinin farkına vardılar. Oralarda sürtüşme, dış etkenler de, bizdeki gibi, çok olmadığı için, değişik koşullarda oldu ve daha da uzun sürdü. Oysa bizim bugün tanık olduğumuz değişim hızı, yüzyılın başına göre, olağanüstüdür. 

Tarımsal üretimin mevsimlere bağlı çemberi içinde binlerce yıl yaşamışken, bugün bir kuşağın yaşamı içinde fiziksel çevrenin, politik sistemlerin, ekonomik strüktürlerin tepetaklak olduğunu görüyoruz. Ve sanayide önceliği ve enerji üretimindeki güçlerini politik egemenliğe çevirmiş olan toplumların o aşamaya gelmemiş olanlar üzerindeki baskısı değişmeyi daha da karmaşık ve zor bir süreç içine sokuyor. Bugün bizim çağdaşlaşma dediğimiz süreç, son çözümleme de, üretim düzenimizi güçlü olanlara uydurmak için gösterdiğimiz çabanın çeşitli alanlardaki görüntüsüdür. Değişme hızına ayak uyduracak kültürel değişimi gerçekleştiremedikçe kendi kendimize yürümüyor, fakat sürüklenerek gidiyoruz.

Sanayileşmiş toplumların ortak bir görüntüsü var: Toplumun tümel üretimini etkileyen her tür örgütlenme bilimin kontrolündedir. Genel olarak geleneksel dünya görüşü ve ideolojiler bilimsel kontrolün etkinliğini azaltmaktadır. Geleneksel kültür ortamı içinde sanayileşmek bir hayaldir. Ve bunun kültürel kimliğin korunmasıyla eş anlamlı olmadığı açıktır. 

Çağdaşlaşma içinde kültürel kimliğin sürekliliği, kendi kültürümüzü kendi irademizle yenilemeye ve bunun modalitelerini kendi kendimize saptamamıza bağlıdır. Kuşkusuz bunu söylemek, hatta bu gerçeği kabul etmek, gerçekleştirmekten çok kolaydır. Geleneksel tutkuları bugünden yarına çözmek, kültür yapısını bugünden yarına değiştirmek olanağı yoktur.

Fakat bunun kendi kendine, ağrısız, sızısız olacağını sanmak da düş kurmaktır. Toplumun çağın gerçekleri konusunda bilinçlenmesi bir önkoşuldur. Ancak böyle bir bilinçlenme kendi modellerimizi çağın gereksinmelerine göre yaratmamıza, böylece kişi ve toplumu yabancılaştırmadan büyük bir geçit dönemini bir ölçüde serüvensiz geçirme olanağı sağlayabilir. Sorunları her kez yeniden tanımlamaya çalışmamız toplumsal bilinçlenmeyi hızlandıracak açıklığa kavuşma çabamızın sonucudur. Ve tarihsel çevrenin ve tarihsel mimari kalıtın geleceği, çağdaşlaşma ve kültürel değişimin yukarıdaki tanımlarına dayanarak tartışılmak zorundadır.

Kentlerimizin bugünden yarına değişen fizyonomisi, yukarıda sözünü ettiğim sürüklenerek değişmenin ifadesidir. Oysa biz kültürel kimliğini koruyarak çağdaşlaşan bir kent arıyoruz. Sürüklenerek değişimin kültürel sürekliliğini ortadan kaldıran, kişinin psikolojik ve biyolojik sağlığını kemiren, kişiyi araca köle eden ve estetik niteliği her gün daha fazla tartışılır hale gelen doğrusu istenirse estetik nitelikten yoksun görüntüsünden kurtulmak istiyoruz. Kontrolsüz büyümenin doğayı yok etmesinden de yakınıyoruz. Dünyada ve bizde çevre koruma ve sağlıklı çevre yaratma kavgası -ki tarihsel kalıtın korunması ve yeni işlevi sorunu da bunun içindedir- çağdaş kültürün fiziksel çevre değişimini kontrol edip edemeyeceği üzerinde toplanmaktadır.

Çağdaş çevre nasıl olmalı? Bunun yanıtı dünyanın son yarım yüzyılda geçirdiği ve bizim şimdi büyük bir yoğunlukla geçirmekte olduğumuz değişmelerin tepkisinde yatmaktadır. Günümüze gelene kadar kentlerin gelişmesi, insan ve çevre ilişkilerinin sağlığı gibi bir kavrama -bazı ütopyaları bir yana koyarsak- bağlı olmamıştır. Sanayi öncesinde kentlerin fiziksel gelişimi günlük yaşamla doğal bir alışveriş içinde kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Bu oluşum, içerdiği bütün geleneksel davranışlar, süzülmüş bütün birikimlerle o kentlerin özgül niteliklerini belirliyordu. Çevresini kontrol edebilen bir kültürün ifadesi olarak bu sınırlı kent fizyonomisinin örnekleri daha yaşamaktadır. 

Planlama, bugün anladığımız anlamda, sosyal ve ekonomik boyutlarıyla, yepyeni bir olgudur. İnsanoğlunu tehdit eden bir kent imgesi de ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkmıştır. Topluma mal olmaya başlaması ise son on yılın işidir. Fakat bizim gibi ülkelerde çok cılız bir akımdır. Bugün Türkiye' de kent gelişmesini kontrol eden.en büyük güç ilkel bir yapı ve toprak sömürüsü ile, teknolojik olanakları, sonucu ne olursa olsun, sonuna kadar kullanma arzusudur. Kültürel açıdan bu durum, batının, oradaki olanaklar ve örgütlenmeler olmadan, bilinçsiz bir kopyacılığımın ifadesinden başka bir şey değildir.

Türkiye' de kent planları, son on yıla gelene kadar sürekli olarak artan kent nüfusuna kap ve kalıp hazırlamaktan öteye gitmemiştir. Kaldı ki hazırlanan planların uygulanması da genellikle gerçekleşmemiştir. O planlarda kent, bazı büyüklüklerin yerleştirildiği bir depo niteliği gösterir. Bu deponun, içindeki malları, yani insanı çürüttüğünü görmeye, teknoloji hayranlığı ve değişme sarhoşluğu ile kamaşmış gözlerimizle, yeni yeni başlamış bulunuyoruz.

Sanayileşen toplumların kentleri hızlı bir değişme dönemini bizden önce geçirdiler ve özellikle Avrupa' da dünya savaşlarının "trauma"sını da geçirdiler. Çağdaşlaşmak için kendi kendilerini yadsımak gibi bir sorunları da olmadığı için bizim bugün içinde bulunduğumuz koşullara göre daha da iyi koşullarda ilk dönemi aştılar. Teknoloji, çağdaş toplum yapısı ve kent arasındaki ilişkiler o deneylerin sonunda oldukça açıklığa kavuştu. Gerçi daha hiçbir ülke büyük kent sorununa bir yanıt getirmiş değildir. Fakat bugün, hiç olmazsa basit konfor hesaplarına dayalı bir kent olamayacağı öğrenilmiştir. Araçların, özellikle otomobilin getirdiği kişisel yarar yanında, bir toplumsal dert olduğu -ekonomik göstergeleri incelemeden de- ortaya çıkmıştır. 

Tarihi yapı kalıtının insan çevresine getirdiği zenginliğin, göreneksiz bir çağdaş yapılaşmaya feda edilemeyecek kadar zengin bir veri olduğu anlaşılmıştır. Bugün ülkemizde İstanbul ve Ankara gibi büyük kentler, batının iki yüzyılda görmediği bir yıkıcılığa kurban olmuşlardır. Bunun çağdaş bir olgu olduğu açıktır, bizim ülkemiz için. Fakat çağdaşlaşmanın olumlu bir yanını gösterdiğini savunmak zordur. Teknolojinin bu biçimde kullanılışını, üstelik batının geçirdiği deneylere göre daha kalitesiz ve sağlıksız olanını tekrar yaşamak zorunda değiliz. Kaldı ki, bu savurgan ve kontrolsüz uygulama kaynak kurutucu ve kültürel açıdan soysuzlaştırıcıdır.

Çağdaş kent kişiyi araca esir etmeyen, kişiyi sosyo-ekonomik gettolar içinde bunaltmayan, toplumun ruh sağlığını tehdit etmeyen, kişiyi gündelik yaşamın bir düzeliğinden kolayca çekip alabilecek bir kent olmalıdır. Kişiyi günlük modaya köle etmeyen, kültürün zaman boyutunu ve sürekliliğini vurgulayan niteliklere sahip olması gerekiyor bu kentin. Kişiye tarihsel ve toplumsal kimlik bilinci verecek bir fiziksel çevrenin oluşması için, kültürel süreklilik referansları içermesi isteniyor yeni kent yapısından. Kaldı ki, yeni yaratmaları teşvik edebilmesi de zengin görsel verilerin varlığını gerektiriyor. Bugün en gelişmiş ülkelerin uzmanları bu özlemleri dile getiriyorlar. Kentlerde aradığımız bu özellikler çağdaş çevre bilincinin en son vardığı düzeyin ifadesidir.

Türkiye' de bugün yaşayan kent imgesi Birinci Dünya Savaşı sonundan kalmadır. Yüzyıl başında yeni kent, teknolojinin verdiği bütün olanakları kullanarak gökleri delen binalar, otomobilin egemen olduğu bir ulaşım düzeni ve makineleşmiş bir çevre olarak karşımıza çıkmıştı. Evin bir oturma makinesi olduğunu söyleyen Le Corbusier çağın sloganını yaratmıştı. Makine ve fabrika rasyonel düşüncenin ve dolayısıyla çağın simgesi idi. Gerçekte bir motorun çalışmasının bilimsel bir temele dayanması, motorun kullanılmasının rasyonel olmasını hiç de gerektirmiyor. İnsan yaşamı ve mutluluğu açısından rasyonel, ancak yaşam olanağını arttıran ve mutluluğu arttıran bir tutum olabilir. 

Bilim saygınlığından bir şey kaybetmedi. Makineler de çağımıza egemen olmayı sürdürüyorlar. Fakat bilimsel araştırma alanlarında insan ve toplum, insan ve doğa, bütün boyutlarıyla canlı varlık yeni bir önem kazanıyor. İnsan gereksinmelerine daha ayrıntılı olarak bakmaya başladık. Bilime olan saygı, teknolojinin ürettiği her şeye saygılı olmayı gerektirmiyor. Onun için yeni, daha insani bir kent imgesinin özlemi duyulmaya başlanmıştır.

Hiç kimse fabrika bacalarının ve gökdelenlerin gölgesinde ve sürat yolları üzerinde yaşamak istemiyor. Hava kirlenmesinin sayısal boyutlarından ve etkilerinden haberimiz var ve endişeleniyoruz. Hiçbir aklı başında insan, anonim bir hiç olarak kent kalabalıklarında yalnızlaşmanın, kaybolmanın özlenir bir durum olduğuna inanmıyor. İnsanla ve tümel ekonomik olanaklar ve kaynaklarla olan ilişkiler içinde ele alındığı zaman dört kattan yüksek konut yapısının, ekonomik olmadığını, aklı başında mimarlara anlatmak olanağı vardır bugün. Ve bu gözlemin ilginç yanı, bu konuyla ilgili sistemli araştırmaların gökdelenler ülkesinde yapılmakta olmasıdır.

İşte bu yargılarla ülkemizdeki kör bir yıkma ve yenileme uygulamasının karşısına çıkıyoruz. Yeni kent imgesi kişi ve toplumun kimliğini koruyacak, savurganlığa engel olacak bir kent imgesidir. Geçmişteki kalan yapıtların önemi kentin özlenen kişiliğinde ve çevre değerlerinin sürekliliğinde gördükleri ve görebilecekleri işlevlerden ileri geliyor. Doğrusu aranırsa tarihsel kalıtın bir bölümü her zaman için yaşamakta ve yaşatılmaktadır. Dinsel yapılar, yeni işlevler için kullanılan eski yapılar ve oldukça büyük bir konut stoku çevremizde yaşamakta devam ediyorlar. 

Bir bölümü hala işe yaradığı için, bir bölümü simgesel değerler taşıdığı için ve giderek sınırlı bir koruma bilinci bütün dünyada etkili olmaya başladığı için ayakta duruyorlar. Tarihsel kalıtın korunması karşısında çıkarılan gürültü, sanat ürünü oldukları genel olarak kabul edilen yapılar için olmuyor; daha çok günlük yaşamın hızlı değişen boyutlarına ayak uyduramayacakları kabul edilen geleneksel konutların korunması konusunda çıkıyor. Ve tarih boyunca kişi ve aile ile ev kolay ayrılamayacak ortak bir kavram oluşturdukları için, bir konutun taşıdığı tarihsel nitelikler nedeniyle bir kamu değeri olduğunu ve buna dayanarak korunmasının kamusal bir görev olduğunu anlatmak kolay değildir. Bu yüzden, tarihsel mimari kalıtın en büyük kesimi ve kent fizyonomilerini oluşturan en önemli öğe, değişme kontrolü en az yapılabilen yapı grubu olmaktadır.

Eski konutların ekonomik bir değeri olması ve teknik açıdan çağdaş konfora kavuşturulmalarının herhangi bir zorluğu olmaması bir yana, sıradan bir evin yeni çevre tanımında özel bir değer kazanmasının daha önemli bir nedeni var: Aristokratik ve anıtsal bir sanat anlayışından daha evrensel, daha demokratik bir sanat anlayışına doğru belirgin bir değişim egemen olmuştur sanat kuramına ve sanat tarihine. 

Sanat artık sultanların, vezirlerin iradesiyle yaratılan ve sadece büyük boyuta, zengin malzemeye, özel sanatçı atölyelerine dayalı lüks bir ürün olmaktan öteye, güzelin her tür ürüne yansıması anlamına gelmektedir. Her geleneksel ürün, çok uzun birikimleri, süzülüp gelmiş deneyleri yansıttığı için ilgi çekici nitelikler, şaşırtıcı estetik yoğunluklara sahip olabiliyor. Daha doğrusu öyle olduğunu görmeye, insanlar yeni yeni başlıyorlar. 

Günlük yaşamın kullandığı ürünlere yansımış bu güzellikler bu ustalıklar, politik ve ekonomik güçlerin bir anlık isteklerini yerine getirmek için bir araya gelmiş yaratıcı güçlerden daha çok, kültürde sürekliliğini istediğimiz değerleri, kendiliklerinden taşıyorlar. Bir kültüre özgü değerler varsa, onları, çok uzun yüzyıllar çok az değişerek bugüne ulaşmış yapıtlardan çok nerede bulabiliriz?

Basit bir köy evinin, bu yargılar ışığında, yaşamasını istemek, onu bugünün yaşamına şu ya da bu şekilde katmak, tüm çağdaş bir davranıştır. Bu isteğin yaygınlığı çağdaş bir olgudur. Tarihi birtakım politik olayların birbirini izlediği bir olaylar dizisi olmaktan çıkarıp, bütün insan boyutlarıyla anlamak isteği bu yeni davranışların kökeninde yatan düşüncedir. Sosyolojinin, antropolojinin ve diğer insanbilimlerinin gelişmesi, tarihi öykücülükten kurtarmıştır. İnsanı da, kültürü de bugün daha iyi tanımlıyor, daha iyi anlıyoruz. Ve insanın evi kadar onun yaşamını ve seçimlerini bize anlatacak bir belge bulmak güçtür.

İşte, işlevsel olup olmadığı bir yana, insan emeğine, insan ürününe gösterilen bu yeni ilgi, verilen bu değer çevrenin değişmesi ve korunması sorunlarına, şimdiye kadar söz konusu olmayan yeni boyutlar getiriyor, yeni davranışlar gerektiriyor.

İnsanın ayak uydurabileceği bir değişme hızı içinde, her tür insan ürününe bir değer veren, tarihin bugüne getirdiği düşün ve biçim birikimlerine bir gelecek kazandıran, kişiyi mekanik boyutlarıyla ezmeyen, toplumu fiziksel gerilimler içine sokup perişan etmeyen, kısacası daha insanca bir çevre arıyoruz. Ve ancak böyle bir çevrede insanlığımızla birlikte kimliğimizi koruyabileceğimize inanıyoruz. Tarihsel yapı kalıtı, böyle bir çevrenin oluşmasında birleştirici kimlik faktörüdür. Lao Tzu' nun çok eskilerde dediği gibi, eski ve yeni birlikte oluşabilir ancak.

Tarihsel mimari kalıtım korunması isteği bir tutuculuk değildir. Tersine insan çevresinin ilerici bir yorumunun ifadesidir.

Buna karşı çıkan güçlerin başında, kent toprağı spekülatörleri ve onların adamı olan politikacılar, teknoloji sloganları ve ürünleri satanlar ve neyi savundukları belli olmayan bağnazlar geliyor. Konforun her koşulda sağlanabileceği bir teknik aşamadayız. Otomobilin ise, insan yaşamında gereksiz bir itibar kazandığını görecek kadar deney sahibiyiz. Teknoloji adına sömürü yapanlara karşı ve teknolojiyi insana hizmetçi olacak düzeye getirecek savaşın verildiği bir döneme ulaştık. Bu savaş sadece ekonomik yanıtlarla değil, tarih ve toplum bilincinden ve insan sevgisinden kaynaklanan düşünce ve davranışlarla kazanılacaktır. Ve bu çağdaşlaşmanın başka ve gerçek bir göstergesi olacaktır.