...................
...................
MERAL OKAY

www.ykykultur.com

                         
...................
 
...................

"Canım istemezse hiçbir şey yapmam..."

SİZ ONU "İKİNCİ BAHAR"IN KASAP MELAHAT’İ, "YEDİTEPE İSTANBUL"UN HAVVA’SI,"ASMALI KONAK"IN YARATICISI OLARAK BİLİYORSUNUZ BELKİ. BU KEZ MERAL OKAY İLE MERAL OKAY’DAN KONUŞTUK...

TBMM’de de çalıştı, Dünya Bankası’nda da. Gazetecilik, dergicilik, yayıncılık, yapımcılık yaptı; Sezen Aksu’ya kimsenin unutamadığı şarkı sözleri yazdı; "show" dünyasına girdi, tv dünyasından çıktı. En çok izlenen dizilerin ya senaryosunu o yazmıştır, ya yapımcısıdır ya da kendisi oynuyordur. Meral Okay camiada hiperaktivitesi, maharetliliği ve insan sarraflığıyla biliniyor. Dostlarının hepsi bir anda zıplasa, bir fay hattı boydan boya çatlar. Okay ile, Orhan Gencebay’dan Woody Allen’a, birtakım "alıntılar"ın peşi sıra, eğriden, doğrudan; doğudan, batıdan; saptan, samandan; aşktan meşkten söyleştik. Gerektiğinde "alıntı" yaparsınız...

TURKISHTiME: Heykeltraş Zühtü Müridoğlu zamanında demiş ki: "Kafamla ellerim aynı biçimde çalışmıyor; kafamın çalışmasına ellerim yetmiyor". Dokuz tarakta bezi olan, "hiperaktif" bilinen bir kişi olarak kendi hızınıza yetişebiliyor musunuz?

MERAL OKAY: Aslında hiperaktif sayılmam, çünkü hiperaktif enerjisini de çabuk tüketen insandır. Hızlı yürür, hızlı konuşur, hızlı yemek yer... Benim aksine saatlerce bir noktaya dalıp baktığım zamanlar vardır. Gayet lezzetli bir tembelimdir hatta. Canım istemezse hiçbir şey yapmam.

Woody Allen da "Ben sevdiğim işi yapıyorum, üzerine bana para veriyorlar" diyor...

Çok kullanırım ben zaten bu sözü. O anlamda çok talihliyim, aklımın erdiği andan itibaren sevmediğim hiçbir işi yapmadım.

Bu metafizik bir talih değil tabii ki, bunu biraz siz yaratmadınız mı?

Doğru, talihimi seçimlerim belirledi. Tesadüfler de oldu, ama direncim hep çok para kazanmak için istemediğim bir şeyi yapmamak yönünde oldu. 21 yaşında vereceğin karar değil bu. 21 yaşında Ankara’da devlet memuruydum ben, 24’ümde hayatımı değiştirmeye karar verip, mesleğimi, yaşadığım kenti, ailemi, bir insanın kendini emniyetli hissettiği her şeyi değiştirdim. Bunu yapmazsam orada kalacağımı hissettim, zaman çabuk akıyor ve insan konfora çok çabuk alışıyor. Kazandığı parayı sadece kendi zevki için harcayan, şımarık, orta sınıf bir ailenin çocuğuydum. Hızla ilerliyordum, 15 yıl sonra emekli olurdum, evlenirdim, iki ev alıp, üçüncüsünün taksidine girerdim. Yıllar sonra karşılaştığım arkadaşlarım aynen bu şekilde yaşıyorlar.

O bağımlılık yapıcı orta sınıf sıcaklığı insanın hayatından bir anda çekildi mi, neler oluyor?

Allak bullak oluyorsun. Tipik Türk filmlerindeki gibi, elimde bir bavulla İstanbul’a geldim ve ancak bir hafta kalabileceğim Harbiye Orduevi’ne gittim. Günaydın gazetesinde işe başlamıştım, o bir hafta içinde öğle aralarında ev aradım. Ailem hep geri döneceğimi düşündü, bir yıl odamı bozmadılar.

Sonrasında hayatınızda bu kadar radikal bir değişim oldu mu?

Olmuştur. Ama sonuçta gazete, dergi, yayıncılık, yapımcılık, Sezen Aksu ile birlikte sahne işleri, bunların arasındaki hep yumuşak geçişler oldu. Mühendisken helva satmaya kalkmadım yani.

Bu irili ufaklı değişimler de çok insan tanımanıza neden oldu galiba. Bu ülkede genelkurmay başkanına kadar tanımadığınız mühim şahsiyet yokmuş. Sizin için "insan sarrafıdır" diyorlar ayrıca...

O anlamda da şanslıyım, farklı alanlarda çok özel insanlarla tanışma fırsatım oldu. Genelkurmay başkanına gelince, babam yüzünden tanıdım bazı üst düzey askeri yöneticileri. Benim nişan yüzüğümü o dönemin genelkurmay ikinci başkanı takmıştı mesela. MGK’nın genel sekreteri nikah şahidimdi, çünkü babamın en yakın arkadaşıydı.

"Çocuklar Duymasın" adlı dizi için yapılan "Siyaset Meydanı"nda şöyle bir sahne yaşandı: Ünsal Oskay kendi üslûbunda konuya yaklaşırken, "bu tarz senaryoları yazmak o kadar da zor değildir. Zaten siz mutfağa gidip döndüğünüzde bir şey kaçırmayın diye ona göre yazılır" dedi. Ali Kırca panikledi, Birol Güven celallendi, "Buyrun o zaman siz yazın" dedi. Ali Kırca’nın o arada Ünsal Oskay gibi mevzunun bilirkişilerinden birini harcamasına ne demeli? Daha önce "İkinci Bahar" için yapıldığı gibi bir televizyon dizisi üzerine saatlerce tartışmak ne manaya geliyor? Bir dizi bu kadar ciddiye alınmalı mı, dizideki küçük kız karakteri üzerinden feminizm tartışılabilir mi? Tüm bunlar bize özgü şeyler mi?

Tamamen bize özgü, hepimiz boş gezenin kalfalarıyız çünkü. Bir de orta yolculuğumuz var. Ali Kırca Ünsal Oskay’ın kalibresini, ne demek istediğini bilmiyor mu? Ama kendi kanalının dizisi bu, kendine gol attırır mı?

Peki bizim hayata dair televizyon dizilerinden öte referanslarımız yok mu?

Yok, çünkü insanlar okumuyor, insanlar evlerinde, insanlar o kutuya bakıyor. Kemal Sunal filmlerinin 322. tekrarı da iyi iş yapıyor bu ülkede, "Çocuklar Duymasın" doğru bir format. Kız çocuğu üzerinden feminizm nasıl tartışılır yoksa, düşünce tembelliği var herkeste.

İzleyicinin bağımlığını çözmek daha kolay. Son yıllarda böyle popüler kültür malzemelerinin entelektüel gündemde prim yapmasına ne diyorsunuz?

Onlar safari duygusu yaşıyorlar. Diğer katmanlar ne izliyor, neyle ilgileniyor diye küçük bir seyahat yapıp, sonra ait oldukları yere geri dönüyorlar.

Perihan Mağden’in bin yıldır orada duran bir pavyona gidip, çok "acayip" bulması gibi mi?

Kesinlikle, evinden kalkıp safariye gitmiş o da, bir macera yani... Bu, anlamayı getirmiyor.

"İkinci Bahar", "Yeditepe İstanbul", "Asmalı Konak" gibi dizilerle, Sezen Aksu için yazdığınız şarkı sözleriyle, hep konuşulan işlerin ucunda bucağında isminiz oluyor. Size fiyakalı deyişle, "trendsetter" diyen oldu mu?

Oldu, şuursuzlukla suçladım ben de onları. Bir pazarlama, iletişim taktiği olarak yapılmış işler değil bunlar. Hepsinden ayrıca heyecan duyuyorum.

Geçenlerde Cumhuriyet’in manşet haberiydi, sonra Haluk Şahin köşesinde yazdı: McDonalds’lar zarar ediyor, Amerikan dizilerinin ABD dışındaki ülkelerde "prime time" da gösterilme oranı düşüyormuş. Uluslarüstü sermayenin egemenliği yüzünden, Amerikan kültür emperyalizminin güçten kaybettiği sonucu çıkıyor bu verilerden. Amerikan taklidi yerli televizyon dizilerimiz de bol, ama son dönemde "Türk tipi" televizyon dizisi diye bir şey oluştu mu sizce?

Bence oluştu, kendi anlatım dilini bulan işler var. Filmin ilk karesinde "A, bu Fransız film, bu Amerikan filmi" diyebileceğin bir şey vardır; bir renk, bir ritm, ışığı kullanma şekli, oyuncunun bir hali, o toplum için bir ipucudur. Son yıllarda daha buralı, daha kendi gibi, kendi lezzetlerini yakalayan işler yapıldı. "Süper Baba" gibi, "Yeditepe İstanbul"; "İkinci Bahar" gibi... Psikoloji çok önemli, "Asmalı Konak"ın da temel başarısı bence, oradaki kimliklerin birer tip değil, karakter olmalarıdır, hepsinin bir psikolojisi var.

"Ankara’nın doğusunda" geçen son dönem dizileri ne kadar içeriden bir bakış sunuyor sizce, ne kadarı oryantalist?

Bir kere ben "Asmalı Konak"ı yazarken bir oryantalist olarak düşünmedim. Tamam Batı değerleriyle, eğitimiyle yetişmiş bir insanım, ama ailem alışkanlıklarıyla, kültürleriyle doğulu, aslında biraz da Akdenizli. Bu ikisinin arasına sıkışmışlığı yazmak istedim. Taklitleri yapıldı ve tabii ki komik oldu. Ben içimde bir doğulu ile batılı barındırmayı asla bir çelişki olarak değil, aksine hep bir zenginlik olarak gördüm. Eğer sadece birisi olsaydım eksik hissederdim. Masallardan, ota boka sevinen, üzülen halimizden, doğulu kimliğimizden vazgeçmememiz lazım. Batıyla bir meselem yok, bir sürü şeyini de çok seviyorum, ama kendi kumaşıma sahip çıkarak...

Kendi içinizde çözdüğünüz bu formülü Türkiye becerebiliyor mu?

Becerdi ve bunu yaşıyor zaten. Becermeseydi 15 yıl savaş yaşayan bu ülkede kimse intikam duygusunu bastıramazdı. Kimse hâlâ bunun hesabını sormuyorsa, aksine birbirlerinin yaralarını sarmak için sessiz bir anlaşma içindelerse, bu ülke bunu halletmiş, kendi konsensüsünü yaratmış demektir.

Bu sessizlik hali, bu konsensüs sağlıklı mı?

Bence sağlıklı; intikam kötü bir şeydir. Ama bu da birilerini rahatsız ediyor; paranoya ve şizofreni üzerine politika üretemiyorlar. Bu hikayede iyiler kazanır diyorum, umutluyum bu ülke adına.

Baudrillard "Artık felaket kehanetinde bulunmak banaldir. Özgün olan felaketin çoktan gerçekleşmiş olduğunu varsaymaktır" diyor. İnsanlık adına da umutlu musunuz?

Umutluyum ve bundan vazgeçmeyeceğim. Bu yüzyılda yaşadığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Türkiye’nin sosyologlar ve siyaset bilimciler için çok iyi bir laboratuvar olduğunu düşünüyorum ayrıca. Tahminleri o kadar zorlayan bir enerjisi var ki... İki yıl önce bana Demirel, Erbakan, Bahçeli, hepsi gidecek, yerine Akparti ve tek muhalefet olarak da arkaik bir biçimde Baykal gelecek, deselerdi gülerdim.

Bir röportajda Orhan Gencebay "Var olan hiçbir şey benim için anormal olamaz" demişti. Sizde böyle bir sufi genişliği var mı, yoksa hep şaşırarak mı yaşıyorsunuz?

Tabii dehşetle izliyorum her şeyi. Bu ülkede merak edilecek o kadar şey varken insanların birtakım şeylere atfettikleri değerler, ilgilendikleri konular beni dehşete düşürüyor. Tuhaf bir şekilde eğrisi doğrusuna geliyor ve akıyor hayat. O yüzden ayrıca büyülü.

Başka bir tuhaflığa, büyülü duruma geliyoruz. Borges, "Bir insan gördüğü ya da işittiği bir şey yüzünden değil, derinden yayılan birtakım gizli işaretler yüzünden aşık olur" diyor. Evlenince bu işaretlerin gizi çözülür mü?

Aşkın ateşine bağlı. Aşk konusunda, ilişki konusunda genelleme yapmak o kadar zor ki, her biri ayrı bir macera. O iki insan birbirinde ne buluyor, o kimya, o sihir ne?

Şöyle dolu dolu bir aşk ya da sorunu olmayan bir evlilik, kadının hayat hızını bir vites düşürür mü?

Yo, bende öyle olmamıştı. On yıl evli kaldım, eşim vefat etmese hâlâ da evliydim herhalde. Biz birbirini besleyen bir çifttik, herkesin soluk alacak alanı vardı, kimse kimsenin üzerinde sevgi tahakkümü kurmuyordu. Hem birbirimizi, hem de kendimizi seviyorduk. Bu, kişilerin kendi kendilerine bulabilecekleri bir formül. Belki hayatıma bir adam girecek, kıskançlıktan gözünü oyacağım, onu da bilemem. Hissettiğin yerde aşka teslim olunması gerektiğini biliyorum ama, kaçmayacaksın aşktan. Bunu da kırkından sonra söyleyebiliyorum. Çok güzel bir ilişki yaşadım, mutlu oldum, araya ölüm girdi, ayrılık girdi. Ama bunlar benim aşktan kaçacağım anlamına gelmiyor, aksine aşık olabilme halimi korumaya çalışıyorum. Tarihini, zamanını, yerini sen bilemiyorsun. Bir tuhaf organizasyon yani... Nereden ayarlıyorlarsa bu işleri, "hard-disc"lerine girmeyi çok istiyorum gerçekten.

Dua edelim de sistem çökmesin, hepimiz mahvoluruz yoksa...

Bilmiyorum, sağlam bir organizasyon gibi, ama bir "back-up" alıp da halimize bakmayı çok istiyorum doğrusu..