|
|
................... |
|
................... |
UYUZ ÇERKESLER |
Tolga Kaya |
|
|
................... |
|
................... |
Elimde kitap, yavaş yavaş,
salına salına ve tadını çıkara çıkara yürüyorum şehri.
Konstantinniye´nin en güzel yerlerinden biri olan “Divan
Yolu”nda. O yol ki şehrin en güzel yerlerinden biri olan
“Sultanahmet” meydanına götürür sizi.
Beyazıt´tan itibaren büyü başlar. Her
yerde İmparatorluğun eski başkentine yakışan çok çeşitli insan
kalabalığı. Doğulusu Batılısı, Arap´ı, Rus´u, Türk´ü…
İmparatorlukta yaşamak böyle bir şeydi demek ki. Hala çözemediğim
büyülü bir atmosfer var burada. Ne olduğunu anlayamadığım bir etki
bu. ”Kapalı Çarşı”, ”Beyazıt Meydanı”, ”Sahaflar çarşısı”. Efsunlu
efsaneler gibiler, buğuların ardında, nargile dumanlarının o
çeşitli ağır kokulu sisi arasında, eski zamanlardan kalma bir
büyü. Yol devam eder “Çemberlitaş” Hıristiyanlığın belki de ilk
anıtı. Şehre adını veren “Konstantin” Hıristiyan olmasının adına
yaptırmış. Minarelerin arasından görünüşü dinler arası kardeşliği
simgeliyor sanki. Şehri eşsizleştirmek için Hıristiyanlık ve
İslamiyet el ele vermiş. Bu manevi hava mı burayı bu denli harika
bir yere çeviriyor? Bu atmosfer bu iç içe geçmeye mi borçlu
güzelliğini? Sultan Abdülhamit hanın mezarından meydana doğru
yürüyorum. İlerde Sultan Ahmet Meydanı ve bir birinden görkemli
yapıların resmi geçidi. Sultan Ahmet Meydanı. Meydanların
imparatoru ya da imparatorlukların meydanı. Karşıda Ayasofya bütün
görkemiyle duruyor. Yerinde eskiden bir pagan ibadet yeri varmış
onun üzerine bir kilise yapmışlar ve onun yerinede bir cami.
Sanırım dinlerin kardeşliğine “Paganizm”i de katmak gerekiyor.
”Dikilitaş”, ”Örmetaş” ve Persleri M.Ö. beşinci yüzyılda birlikte
yenen otuz bir Yunan şehir devletinin, elde edilen ganimetleri
eriterek yaptırdıkları bronzdan sekiz metrelik ”Yılanlı sütun”.
Nedir İstanbul´un bu tarihi büyüsündeki sır? Ki, beni her
defasında ‘’bu ruhu kavrayabilirsem, bunun ne olduğunu
anlayabilirsem, bütün ömrümü ve ruhumu o sırra verebilirim’’
dedirten bu gizem. Sadece dinsel mistik hava mı? Yoksa bu derin
tarihi doku mu? Yoksa Osmanlı İmparatorluğu’nun gücü ve ihtişamı
mı? Yoksa doğululuk mu ya da Türklük mü? Yoksa ilan edilen
cumhuriyet mi? Kim bilir belki de ayırıp sadece bir tane etkene
indirgemek doğru değildir ve aslında hepsidir bu rüyayı yaratan.
Bu şehir Osmanlı olduğu kadar aynı zamanda Bizans da.
İslam olduğu kadar, Hıristiyan da.
İmparatorluk olduğu kadar, cumhuriyet de.
Türk olduğu kadar Rum da.
İmparatorluk çökerken her yerden gelen insanlarla, biraz Çerkes,
biraz Kürt, biraz Ermeni aynı zamanda.
Cumhuriyetin zorluklarla dolu ekonomisinden dolayı biraz da
Anadolu, İstanbul, Konstantinniye, Konstantinapolis. Hala tam
anlayabilmiş değilim büyünün nedenini.
Elimde kitap yürüyorum, birazdan eski bir dostumla buluşacağım.
Uzun zamandır görmediğim ama her seferinde mutlaka tesadüflerle
karşılaştığım Kafkasyalı, bir İnguş olan sevgili dostum, “Maga”
ile. Yıllar önce Ankara´da yurtlar da başlayan dostluğumuz hala
devam ediyor ve o Moskova´da bir şirkette çalışıyor. Her sene bir
kere İstanbul´a geliyormuş. Bu akşamda Divanyolu’ndaki Türk
Ocağı’nda Rus kız arkadaşı İrina ile ona çay ısmarlayacağım. Türk
Ocağı eski Osmanlı ileri gelenlerinin yattığı bir mezarlığın
içinde. Bu mezarlıkta, II. Abdülhamit hanın mezarı da bulunmakta.
Mezarların içinden geçip birkaç basmak merdivenle çıkılan Türk
Ocağı´nın kafesine giriyorum. Hava karanlık oldu ama dışarıdaki
masalarda boş yer bulup hafif loş ışığın altına oturuyorum. Maga´nın
gelmesine daha var. En iyisi elimdeki kitabı kaldığım yerden
okumaya devam etmek:
ABAZA VE ÇERKES SİHİRBAZLARININ CENGİ
“Biz bu köydeyken (Hatukuayların Pedsi köyü) 1666 senesi Şevval
ayının yirmi ikinci gecesi kıyamet koptu. Şakıyan yıldırım ve
şahikalardan gökyüzü mahşere dönmüşken ve ortalık simsiyah bir
karanlık olduğu halde birden bire göğü ateş tutup öyle bir
aydınlık oldu ki, Çerkes avratları nakış işlese olurdu.
Çerkeslere sual ettik: “Vallaha, yılda bir kere böyle Kara
Koncolos gecelerde bizim Çerkes uyuzları ile Abaza uyuzları
gökyüzünde uçarak birbirleri ile cenk ederler. Sizde dışarı çıkın
korkmayın seyredin…” dediler. Meğer sihirbaz ile cadılara uyuz
derlermiş.”
Hafif bir gülümsemeyle başımı kaldırıp gökyüzüne baktım, acaba bu
gecede Kara Koncolos gecelerden biri olabilir miydi? Ancak şehrin
ışıklarının aydınlattığı gecede hiç bir şey görülmüyordu. Tekrar
kitaba döndüm.
“Biz dahi yetmiş seksen kişi silahlarımızı yanımıza alıp, misafir
kaldığımız evlerden dışarı çıktık. Biraz durduk ve baktık ki,
hemen Uyuz Dağı’nın ardından, Abaza cadıları, köklerinden kopmuş
ağaçlar üstünde ve küpler ve baltalar ve hasırlar ve araba
tekerlekleri ve nice bin türlü eşyalara binip havada uçarak Uyuz
Dağı’nın üstüne geldiler. Hemen beri tarafta, bizim Çerkes’in
Hapaş Dağı içinden, saçlarını dağıtmış, dişleri fildişleri gibi
dışarı fırlamış, gözlerinden ve burunlarından, kulak ve
ağızlarından, gemi direkleri gibi ateşler çıkan yüzlerce cadı, at
ve sığır leşlerine ve gemi direklerine, deve ölülerine binmiş
olarak, ellerinde yılanlar, evranlar ve ipler ve at ve deve
kelleri olduğu halde, gökte uçarak Abaza cadılarını karşıladılar.
İki tarafın uyuzları hemen birbirine girip öyle bir cenk ve cidal
ettiler ki, korkunç çığlıklarından kulaklarımız sağır olup hepimiz
dehşete kapıldık. Tam altı saat ardı arası kesilmeden bu müthiş
cenk devam etti. Derken üstümüze, keçe ve hasır parçaları düşmeye
başladı, peşinden de adam, at ve deve kelleri ve leşleri yağmaya
başladı, daha sonrada küp kırıkları ve balta parçaları ve araba
tekerlekleri ve parçaları düşmeye başlayınca dışarıda olan
atlarımız ürküp, boşandı, güçlükle zapt ettik.
Birde baktık ki, yedi tane Çerkes uyuzu ile yedi tane Abaza cadısı
birbirlerine sarılıp, başlarını birbirlerinin çenesinin altına
sokmuş olarak yere düştüler. Çerkesler seyirtip birbirlerinden
ayırdılar. Amma iki Abaza cadısı Çerkes cadılarının gırtlağına
dişlerini geçirip kanlarını emmişler. Çerkes uyuzları ölmüş,
cadıların beş çifti sağ olarak tekrar havaya gitti, lakin Çerkes
cadılarının kanını emip öldüren Abaza uyuzlarını Çerkesler
yakalayıp hemen orada ateşe attılar. Velhasıl, o gece sabah
horozlar ötene kadar, cadıların öyle bir cengini seyrettik ki; ne
diller ile tarif, ne kalemler ile tahrir olunur ve dehşetten
gözümüze asla uyku girmedi. Horozlar öttükten sonra, cadılar
tarumar olup dağıldılar. Peşinden de müthiş bir kütürtü oldu ve
gökten orman ve dağlara büyük şeyler düştü.
Sabahleyin birkaç arkadaş silahlanıp, cadıların harp ettikleri
yere gittik. Yerlerde at, eşek ve domuz leşleri, küp kırıkları ve
davullar ve baltalar ve uçları sırıklı furun parçaları ve birkaç
tane fil leşleri, bardak ve çanak, hasır, yılan, çiyan ve keçiler,
koyunlar ve ayı ölüleri ve nice yüz bin türlü buna benzer korkunç
şeylerden yerdeki çimenler görünmez olmuştu. Velhasıl, ben bu gibi
şeylere hiç inanmazdım, amma bizimle olan askerlerin binlercesi
görüp hayrette kaldılar. (Bir de adama esrar içip, atıp tutuyor
derler, adamcağız şahit de gösteriyor.) Amma Çerkes kişileri yemin
edip: ”Kırk elli yıldan beri uyuzların böyle müthiş harp
ettiklerini görmedik” dediler. Bundan önce beş on cadı yerde kavga
ederken havaya çıktıkları olurdu ama bu gece ki gibi acayip
harplerini görmedik” diye söylediler.’’
Saate bakıyorum. Dostumun gelmesine az kalmış. Birden hafif bir
rüzgar çıkıyor ve mezarların arasındaki ağaçların yaprakları
hışırdıyor. Yoksa uyuz Çerkesler kendilerinin anıldığını işitip
yıllar öncesinden vatanlarından kovulmuş hemşerilerinin
torunlarından birini ziyarete gelmiş olmasın. Merak edip durduğum
bu şehrin büyülü havasında Çerkes uyuzlarının da bir payı olmuş
olabilir mi? Belki de bu şehir de ki bu büyülü hava Çerkesler bu
topraklara geldiğinde onlarla birlikte gelen Çerkes uyuzlarının
Kara Koncolos gecelerde yaptıkları büyüler ile başladı.
Tekrar kitabımı okumaya dönüyorum
GÖRÜLMEMİŞ ACİP AHVAL
‘’Bu memlekette asla hastalık olmaz. Bir adam azıcık hasta olsa
yahut olmasa, Kara Koncolos geceleri olunca o gece uyuzlar, yani
cadılar bir köyde veya Peşkov´da (Çerkesler beylerin oturduğu
yerlere Peşkov derler) istedikleri hastanın yahut da sağlam adamın
kanını içerler. Böylece uyuz uyuzluktan kurtulmuş olur. Ancak gene
de eskiden uyuz olduğu gözlerindeki uyuzluk alametinden belli
olur. Bu diyarda, uyuz taşçı, yani uyuz ve cadıları bilici, soyca,
hekim, ihtiyar Çerkes adamları vardır. Bunlara ölü sahipleri para
verip öldükten sonra uyuz olmuş insanların mezarına getirirler.
Görürler ki, bir mezarın toprağı bozulmuştur, o mezardan o gece
uyuzun çıkıp kan içmeye gittiği anlaşılır. Hemen halk üşüşüp
mezarı açarlar, bakarlar ki uyuzun gözleri kan çanağına dönmüş,
adam kanı içmekten yüzü kıp kırmızıdır. Hemen melun uyuzun murdar
leşini gorundan çıkarıp, böğürtlen çalısından bir kazık sivriltip
uyuzun göbeğine kakarlar. Allah’ın izniyle o saat uyuzun sihri
bozulup ölür kalır ve uyuz tarafından kanı içilip merhum olan adam
ölümden kurtulup dirilir. Eğer kanı emilip ölenin bir kimsesi
olmayıp, uyuz taşçı bulmasa adam hakikaten mort olup gider. Amma
bazı adamlar, bu uyuzları mezarında buldurulup göbeğine kazığı
kaktıktan sonra, ölüm hastası şifaya kavuşup, belki bir daha bu
uyuz olursa hayatta olan bir başka uyuz pis leşine hulul etmesin
diye göbeğinde ki kazıkla beraber melun uyuzun murdar leşini
ateşte yakarlar. Böylece bütün ibadullah şerrinden kurtulmuş olur.
Tanrının hikmeti bu uyuzların leşleri asla toprakta çürümez.”
Mezarlar şimdi daha da bir korkutucu gözüktüler gözüme. Birden
mezarların arasındaki iki karaltı bana doğru gelince biraz ürktüm
ama gelenlerin Maga ve İrina olduğunu anlayınca kendi kendime
gülümsedim. Sevgiyle kucaklaştık. Maga bana o tam konuşamadığı
Türkçe ile ”Burada mı çay içeceğiz ama burada bir çok mezar var”
dedi. Bende onlara buranın tarihi bir yer olduğunu, bütün bu
mezarların Osmanlı´nın ileri gelen paşalarına ait olduğunu
söyledim. O da İrina´ya Rusça bir şeyler söyledi. Karşılıklı bir
süre Rusça konuştuktan sonra, Maga bir kahkaha attı ve İrina´nın
boğazını sıkar gibi yaparak sadece “Paşa” kelimesini anladığım
Rusça bir şeyler söyledi. Sonra bana dönerek ”İrina buradaki
mezarlardan ürktü. Burada çay içmenin onların ruhunu kızdıracağını
ve gece onu rahatsız etmelerinden korktuğunu ve bunun günah
olduğunu düşündüğünü” söyledi, bu yüzden de başka bir yerde
içebilir miyiz çayımızı, dedi.
Misafir karşısında boyun kıldan incedir. Birlikte yavaş yavaş
yürüyerek çıkarken mezarlara saygıyla karışık birazda korkuyla
bakıyorduk. Bense Çerkes uyuzlarını düşünüyor ve onlara sadece
sevgi duyuyordum. Sanırım onlarda bizimle birlikte Kafkasya´dan
göç ettiler ve bu şehrin havasında ki büyüyü yücelterek onun
gizemli olağan üstülüğüne çok şeyler katıp Çerkesler´e ait olan
bir çok şey gibi yok olup gittiler. Kim bilir belki yine Kara
Koncolos gecelerde yukardan bizi izleyip bize sevgi dolu
büyülerini yolluyorlardır.
Not:
Okunan kitap, Mehmet Güneş´in ”Evliya Çelebi ve Haşim Efendi’nin
ÇERKEZİSTAN NOTLARI“ isimli kitabıdır. |
|
|
|
|
|
|
|