Ya…
Şu Aziz Nesin var ya, çok hoş bir insan. Onun ünlü bir öyküsü var,
okumuşsunuzdur belki. Hani, çok ünlü bir yazar olacakmış da,
evlenseymiş de, evi olsaymış da, çocukları büyüseymiş de, sinek
belasından yazamıyor-muş da... Tabii, ona göre hava hoş. Evinde
sinek olmayınca, sineklerin ne menem şeyler olduklarını anlamak
güç. Çöplüklerde rastladığın bir tabur sineğin içine girdiğinde
uçuşuverdikleri gibi korkarak uçuşuvermiyorlar evdeki sinekler. Ya
da lokantada yemeğine düşen, ekmeğinin üzerine konan sinekler
kadar da aptal değiller. Ben çok çektim sineklerden.
Bu yaz evdekilerin tümü de tatile gittiler. Niye gitmesinler,
varımızı-yoğumuzu dökerek süs olsun diye mi aldık deniz
kıyısındaki dubleks evimizi. Herkes bir yerlere giderek havalarını
atarlarken bizimkilerin evde havasız kalmaları olacak şey değil.
Yalnız, tatil konusunda evdekilerle biraz tartıştık. Ben yıllık
iznimi Temmuz'da kullanacağıma karar verdiğimden beri evdekilere,
eşe-dosta bu yıl tatile gitmeyeceğimi, evde kalarak yıllardır
usumda oluşturduğum öykülerimi yazacağımı söylüyordum. Evde yalnız
olursam çarşı-pazar işlerinden uzak, geldisi-gittisi olmadan sabah
oturup, gece yarılarına dek çalışabilecektim. Fakat evdekiler beni
de tatile götürmek istiyorlar. Ben gitmem dedikçe, onlar
üsteliyorlardı. Haziran başlarında başlayan tartışma tüm ay
boyunca akşam yemeklerinde sürdü. Niçin akşam yemeklerinde mi?
Ancak akşam yemeklerinde bir araya gelebiliyoruz da ondan. Tabii,
hanımın ara sıra daireye telefon ederek, tatil konusunu iyi düşün,
diye imalı konuşmalarını tartışmadan saymıyorum. Memurlarımın
içinde karımla tartışacak değilim ya...
Temmuz'un ilk günü olabildiğince erken kalktım. Hanımın dün akşam
hazırlamış olduğu bavulları arabanın bagajına bir güzel
yerleştirdim. Çayı koydum. Kahvaltı masasını hazırladım. Benim
ayak sesime uyanan hanım, ilk kez bu kadar erken kalkmama şaşırdı.
Tatil konusunda fikir değiştirdiğimi sanarak gözleri ışıldadı,
sevindi. Bir şeyler söylemek istiyordu ya, belki yanlış anlar,
aramızda tartışma çıkarsa bizimle gelmeye karar vermiş olsa bile
cayar, diyerek düşündüklerini söylemedi. Bugüne dek görülmemiş bir
keyifle kahvaltımızı yaptık. Çocuklar da esprilerle, gülüşmelerle
yaptığımız kahvaltıdan oldukça hoşlanmışlardı.
Ben tam havasına girdiğim için bir an önce arabalarına
binmelerini, evi bana bırakmalarını istiyordum. Ama hanım, şunu
koydun mu, bunu unutmadık ya diyor, evin içinde dört dönüyordu.
Ara sıra da benim ne yaptığımı, neyle uğraştığımı gözlemekten de
geri kalmıyordu. Bir ara, kararımdan caymış olduğumu anlamış olsa
gerek, geleceğini sanmıştım, deyince patladım. Açtım ağzımı,
yumdum gözümü... Çocuklar, baba, sen olmazsan tatilin zevki olmaz
ki... gibilerinden bir şeyler söylemeye kalktılar ama, onların
ağızlarını da çabucak kapadım. Hanım en sonunda, kitaplarını
başına çal, dedi. Bindiler arabaya, gittiler.
Sinirimi yatıştırmak için bir süre evde gezindim. Kendime
okkalısından bir kahve yaptım. Balkona oturdum, kahvemi zevkle
içtim. Çalışma masama oturdum. Aylardan beri elimi sürmediğim
dergileri karıştırmaya başladım. Ama ne okuyabiliyor, ne de
yazabiliyordum. Sinirim hâlâ geçmemişti. Masanın başında böyle
oturmanın anlamsız olduğuna karar verdim. Giyindim, evden çıktım.
Doğru kahveye gittim. Tüm gün arkadaşlarımla briç oynadım. Eve
döndüğümde yazmak bir yana, bir satır bile okuyacak durumda
değildim. Karnım iyice aç olduğundan dolapta ne bulduysam yedim.
Artık her sabah erkenden kalkıyor, kahveye gidiyordum. Hayır
hayır, boşu boşuna kahveye gitmiyordum. Çevremdeki tipleri
inceliyor, gözlemler yapıyor, konuşulanları belleğime iyice
yerleştirmeye çalışıyordum. Öykü kahramanlarımın daha inandırıcı,
halktan olmaları için kendime malzeme topluyordum.
Bir hafta göz açıp kapayıncaya değin geçiverdi.
Artık kahvemi değiştirmiş, "Krallar"a gitmeye başlamıştım. Burada
daha "tip" insanlar oturuyorlardı. Tanık olduğum bir olayı
anlatayım da siz de şaşırın:
Okey oynanan bir masanın kenarına ilişmiş, oyun izliyordum.
Oyununu izlediğim adam ellibeş-altmış yaşlarında, silindir
gözlüklü, kamburu çıkmış biriydi. Taşlar dağıtıldığında elinde bir
okey vardı. Çektiği taşların tümü de eline yaramış, henüz oyun
beş kez dönmeden okey atacak duruma gelmişti. Ben kenarda
heyecandan donacak duruma gelmiştim. Derken bir okey daha çekti.
Tamam, okey attı, diyordum ki, adam elini bozdu, çifte gitmeye
başladı. Ulan senin gibi okeycinin de, falan diye içimden verip
veriştiriyordum. Derken üçüncü çift, dördüncü çift, adam çiftin
çiftini yapmaz mı! Bende heyecan dorukta. Biri ha deyiverse
bayılacağım. Benim rengim attı, adam hâlâ ökeyi dışarı atmak için
dönüyor...
Gerçekten "Krallar" oturuyormuş burada. Ben gözlem yapıyorum,
öyküme tip buluyorum, derken bir gün kendimi bir karenin içinde
buluverdim. İlk gün çok para verdim. Ama değerdi. Bunlar
profesyonel oyunculardı. Onları daha yakından tanımam gerekiyordu.
Artık ben de her gün bir karede yer buluyordum. Saat yirmi bire
dek okey oynuyor, sonra kalkıp meyhaneye gidiyordum. Meyhanenin
zevkine de diyecek yoktu. Yıllarca boşu boşuna yaşadığıma inanmaya
başlamıştım. Ev, daire, kitaplar... Sanki sosyal ve ekonomik
sorunların hepsini ben düzeltecektim. İdealistlik bizimkisi...
Sonra, senin bu kadar birikimine kim değer veriyor?...
Yeni bir dünyayla tanışmıştım ve dünyamı çok sevmiştim. Meyhane
erken kapatıldığı için içtiğim bana yetmez olmuştu. Bir kasa bira
alarak dolaba yerleştirdim. Yirmi dörtten sonra da evde "cila"
yapmaya başlamıştım. Her gün kumar, ardından meyhane, derken bende
para tükendi. Tükensin, borç alabileceğim arkadaşımda mı yoktu,
önceleri borç istemek için çok sı-kıldıysam da sonraları buna
alıştım. Fakat aradan çok geçmeden aradığım arkadaşlarımı oturmayı
alışkanlık haline getirmiş oldukları yerlerde bulamaz olmuştum.
İlk önceleri tatile çıktıklarına kendimi inandırmaya çalışmıştım.
Fakat borç istememem için benden kaçtıklarını anladım. "Arkadaş"
bellediğim insanların nasıl insanlar olduklarını görüyorsunuz
değil mi?...
Bu sabah da çok erken uyandım. Ama kahveye giderek kumar oynamayı
bırak, cebimde çay içecek param yok. Evin içinde dört dönmeye
başladım. Bir iki dilim kuru ekmek bularak yedim. Karnım doyar
gibi olunca canım sigara içmek istedi. Sigara bulanması gereken
yerleri araştırdım. Üç dört yıldır giymediğim ceket, palto gibi
giysilerimin ceplerine bile baktım. Koskaca evde bir tek sigara
bile yoktu. Sıkıntıdan ne yapacağımı bilemiyordum. Mutfağa girince
masanın üzerinde duran boş bira şişeleri gözüme ilişti. Hemen
şişelerin depozitoları aklıma geldi. Ama bunları bayiye nasıl
götürecektim. Gören olsa ne demezdi. Kim ne derse desin, diyerek
bira şişelerini yüklendiğim gibi kendimi bayide buluverdim. İki
paket sigara alarak eve döndüm.
Kahveye gidemeyeceğime, hatta sokağa çıkamayacağıma göre evde
oturacaktım. Sıkıntıdan ne yapacağımı düşünürken aklıma okumadığım
dergiler geldi. Dergilerimi topladım, koltuğa uzandım, yazı
başlıklarına bakmaya başladım. Ben dergileri, gazeteleri öyle uzun
uzadıya okumam. Başlıklarına bakarım. Yazı başlıkları bana çok
şeyler esinlendirirler. Şunu bilir, şunu söylerim: Hangi yazar
olursa olsun, artık bana öğretebileceği çok şeyi kalmamıştır.
Okuduğum bir roman, bir makale, bir öykü bana yeni yeni şeyler
vermeyecekse boş yere niçin okuyayım! Sonra, yazacağım öyküler
için eleştirmenlerin şundan esinlendi, bundan esinlendi demeleri
sinirime dokunur. Bir yandan yazı başlıklarını okuyor, bir yandan
da notlar alıyordum. Öykü yazmak için havasına girmiştim ki, evin
içinde iki sinek uçuşmaya başladı. Birbirini öylesine
kovalıyorlardı ki, gürültülerinden ne yapacağımı şaşırdım. Dergiyi
kaptığım gibi arkalarına takıldım. Ah, bir yere konsalar ben ne
yapacağımı biliyordum ya...
Onlar da benim ne yapmak istediğimi anlamışlar gibi ne konuyorlar,
ne de birbirini kovalamayı bırakıyorlardı. En sonunda biri
yoruldu, kapının koluna kondu. Dergiyi öfkeyle indirdim. Bir iki
debelenmeden sonra kımıldayamaz oldu. Ben de iyice yorulmuştum.
Oturduğum yerde derin derin soluklanırken diğer sineğin konacağı
yeri gözetliyordum. Nihayet o da koskoca evde konacak yer
bulamamış gibi, arkadaşımı öldürdün, beni de öldür, demek
istercesine sol elime konmaz mı? Onu vurmak için pek zorlanmadım.
Tüm hışmımla sağ elimi sol elime vurduğumda sinek eziliverdi.
Derinden bir ohh çektim.
Biraz dinlenmiş, sinirim de yatışmıştı. Tam yazı başlıklarını
okumaya daldığım bir sırada bir sinek daha ortaya çıktı. Oturduğum
yerden nereye konacağını gözlerken gözüm çiçeklere ilişti. Bir
aydır su yüzü görmeyen çiçekler buruşmuşlardı. Oysa hanım, sakın
çiçekleri sulamayı unutma, diyerek sıkı sıkı tembihlemişti. Derken
keskin bir kokunun burnumu yakmakta olduğunu fark ettim. Yere
dökülen biranın ve yemek artıklarının kokuşuydu bu koku da.
Çiçeklere, sineğe baktım. Kokuyu derin derin içime çektim.
Yılgınlığa kapıldım. Bu sineği öldürmeyeceğim. Ben sinek öldürmek
için dünyaya gelmedim. Yahu, her dakikası altın değerinde olan
benim gibi biri zamanını sinek öldürerek harcayabilir mi? Ben,
kendimi toplumumun gelecek güzel günlerine adamışım. Toplumumuz
için yapılması gereken şeyleri benden daha iyi kim biliyor ki?
Toplumumuzun açmazlarını, çözüm yollarını bilmez miyim?
Gece gündüz demeden toplumsal sorunlarımızı düşündüğüm yetmiyormuş
gibi sinek öldürme sorunu da bana mı düşüyor? Benim zamanım çok
değerli. Bir öyküyle, bir makaleyle insanlarımıza açmazlarını
kavratabilirim. Hem de en cahilinden, en bilginine dek herkese...
Peki, insanlarımız için bu kadar çok çalışmama karşın beni takdir
ediyorlar mı, beni anlıyorlar, bana destek oluyorlar mı?... Ne
gezer. Ben okusam da, okumasam da hiç bir şey kaybetmem. Asıl
kaybedecek olan halkımız. Bana birazcık destek olsalar, birazcık
yardım etseler ben onlara ne şaheserler kazandırırım. Yahu, bu
kadar başıboş gezen insan varken, zamanlarını kahve köşelerinde,
meyhanelerde geçirirlerken sinekle uğraşmak bana düşer mi? Bırak
rahatsız etsin, ben de yazmam...
Aziz Nesin, büyük yazar olacak ama ah şu sinek, diyor. Ne demek ah
şu sinek? Öldürsünler sineği, ben de onların sorunlarını en
çarpıcı bir dil ile anlatayım, şıp diye dertlerine derman olayım.
Yaaa… |