Tarih: 24 Mart 1963
Bolu-Elmalık Yakubunyokuşu
SEVGİLİ HEMŞERİM
Köyden ve etraftan araya sora nihayet nüfus tezkeresinde
(Elmalık) yazılı olanların bir listesi meydana geldi. Bu iş
bitti derken ikinci bir sıkıntı baş gösterdi: Her birinize
yazılacak birer mektubu hazırlamak...
Bu işte de gördüğün gibi
Düzce‘de bulunabilen bir baskı makinesi yardıma yetişti.
Geriye ne kaldı? Derdi anlatabilmek. Bu işi de yazma sanatı
olan biri yapsa idi bana sırf seyretmek düşer;d aha güzel bir
mektup da meydana gelirdi. İçinizde mutlaka bu meslekten de
kimseler vardır. Mübarek köyde neler yok ki? Bana gelince:
Emekli vaktimde kimseyi kendime güldürmek istemem şüphesiz...
Ne çare ki hem hekimliğin ve hem de askerliğin güzel yazı
yazma sanatı ile yakınlığı kıt... Ben düpedüz okur yazar bir
Elmalıklı olarak aklıma geliverenleri, gördüklerimi,
hissettiklerimi sıralayıp kendimi bu sıkıntıdan kurtaracağım.
Biraz da siz okuyanlar sıkıntı çekerek ve iyi anlatamadığım
yerleri, tekrarlayarak terleyin. Böylece de ilk zahmetleriniz
başlamış olsun!.. Esasen bu satırlarda sıralananlar yalnız
benim değil; hepimizin türküsüdür. Seçim beyannamesi değil...
O halde Bismillahirrahmanirrahim.
İşin geçmişe dokunan tarafı uzun sürmemeli: Yeni teğmen
rütbesinde genç bir hekim olarak bir yaz köyü görmeğe
gelmiştim. Yıl 1937 idi... Rahmetli Şaban ağanın şimdi çürümüş
ve metruk koca evi bembeyaz badanalı idi. Bir Pazartesi günü,
sanki köyün tenhalığından faydalanarak toplanan 15 kadar yaşlı
arasında (şimdi çoğu rahmete kavuştu) ben de kar rengindeki o
nefis yayla kaymağı yığınına kaşık uzatanlar arasında idim.
Aşırı mide dolgunluğundan olacak ki vaktinde yol alıp
gidemedik de saatlerce fındık ağaçlarının diplerinde uzanıp
kalmıştık. Dün gibi hatırlarım. Sonradan Van Edirne arası
yıllarca dolaştım da o renk ve lezzette bir benzerine
rastlayamadım. Bunu söylemekle henüz lafın başında köylümü
methetmeğe başladığımı sanma! Aşağıda sıralananların çoğu
köyün aleyhine gibidir...
O gün o evde bir araya gelmekten bir murat var idi:
Muhtarların, fakir ve bilgisiz, teşkilatsız köy sakinlerinin
öteden beri yapamadıkları bazı köy işlerinin topluca yapılıp
yapılamayacağını konuşmak...
Bu yana yıllar geçti. Çeşitli kifayetsizlikler, yokluklar,
uygunsuzluklar ileri sürüldü. Olmadı bu işle... Olmadı da,
bizim köy 1963 yılında benim şu son Pazar sabahı gördüğüm hale
kadar geldi. Böyle demekle acaba ben fazla bir kötümserliğe mi
düşüyorum?
Seyrek, görüp inanmayanları veya
nüfuz edemeyenleri bu yaz ben davet ederim görmeye... Birlikte
yoklayalım: On beşimizin önüne bir karavana kaymağı; değil bir
evin mutfağında; mahalleden toplayabilecek miyiz bakalım?!..
Bir kaymağın üzerinde bu kadar
durulur mu? Şahsen pek yemediğime sizi temin ederim.
Durulur... Neden bakın:
Yıllar yılı mutlaka (yılda) iki üç
kere, son on yıldır pek sık yoklamadığım bu köyde azalan
kaymakla mütenasip olarak un çuvallarının da küçüldüğünü, bir
aileye mahsus harman gününün 10-15’ten bir tek güne kadar
düştüğünü; bunun yanında öksürüklerin arttığını, bel
kemiklerinin vaktinden evvel öne kıvrıldığını şu hekim
gözlerimle gördüm... Bu hakikati acı da olsa-bu mektubumda
sana duyurmadan geçersem ne yazacağım?!.. Selam ve kelam mı
hep?!...
Sana anlatmak istediklerimi hangi
kelimelerle iyi ifade edebilirim?. Biraz sabırla dağ ve yayla
karakteri icabı bizim köy doğumlu olanlar acelecidir ve yavaş
yavaş -bu mektup da birden fazla yazılacak değil- okumak
külfetine katlanmak şartı ile ve ben şimdi oturduğum şu
pencere kenarından sabahın bu erken vaktinde gördüklerimin bir
kısmını olsun; bu kağıda geçirebilirsem zannederim durum
anlaşılacak,başkaca ecnebi maharete lüzum kalmayacaktır...
Yine (köyde bir gün) hevesiyle dün
akşam çoluk çocuk köye gelmiş idik. Bu köyün iyiye yönelmeyen
hali herhalde kafamın düzenini bozmuş olacak ki gece
uyuyamadım. Nihayet saat 4’te büsbütün kalkıp oturdum. Önüme
koyduğum bardak çayı sobanın üzerinden tazeledikçe saatte
fecre doğru ilerledi... İnsan beyni boş durmuyor. Ben de
yıllardır kafamın içinde gezdirdiklerimi son bir kere hizaya
getirmeye çalıştım. İşin can ve püf noktası olarak evvela
Elmalıklılara (şu dakikada burada uyuyanlara değil!) birer
mektupla işe başlamayı uygun bularak kalemi elime alıp lüksü
pompalamayı da unutmadım.
İşte buraya kadar yazmışım. Artık
ortalık aydınlanıyor.
Saat 5.40, 24 Mart 1963 Pazar...
Önümdeki kağıdı şimdi daha iyi seçebiliyor, dikdörtgen köy
çayırını güney-batı köşesinden gözetleyebiliyorum. Bak neler
görüyorum: Hava soğuk. Köyün koyu yeşil çayırında yer yer kar
kümeleri katılaşmış duruyor. Bu yeşillikte hanginizin hissesi
yok? Çayırın batı tarafındaki -geçmiş yıllara nazaran o bile-
ufalmış gölcüğün kenarında birer (bu gölcükte kışın biz
boynuzdan yapılmış üzeri kırmızılı topaç çevirirdik çocukken.
Orta yaşlı olanlarınız hatırlar) ayakları üzerinde, başları
gövdelerine çekik, tüylerini kabartmış iki leylek
düşünüyorlar. Baharı umarak geldiklerinden olacak; azıcık
pişman ve perişan bir halleri var... Vefakar mahluklar...
Bunlar oldum olası bu köyü bırakmaz, öbür yıl şahıslarına
kısmet olmasa da haleflerine teslim ederler. Hem rast gele
değil; bir intizam ve disiplin altında, birbirlerinden haberli
geliş ve gidişleri ne kadar güzel ve manalıdır! Vazgeçemez bu
köyden bu hayvancıklar! Kendime soruyorum: Nerede bu leylekler
kadar olamayan bu çayırın asıl çocukları? Onların ilk
yıllarına ait yalın taban izlerini sabahın bu alaca vaktinde
bu çayırın her tarafında görür gibiyim! Büyüyünce neden
faydasız olmuşlar buraya?
Ekmek derdinden mi? Bizim
leylekler de bu mücadele de onlardan aşağı mı kalıyor sanki?
Üstelik her sene hem de vaktinde -düğünlerde değil- yetişerek
köy mahsulüne zarar veren haşere mücadelesine de katılıyorlar.
Neden katılmasınlar? Onlar bu köyde büyümediler mi?
Ortalık daha iyi seçilir hale
geldi şimdi. Yakınımdaki göçmenin horozu telaşla arka arkaya
feryat ediyor... Herhalde halkı uyandırmak istiyor... Dikkatle
bakıyorum. Henüz tüten baca yok... Karşı ki yamaçları yalayan
bir sis doğuya doğru savrularak atılıyor. Ben çocukken bu
yoktu bu vadide. Bu, elinden baltayı bırakmayanların musallat
ettiği zararlı bir misafirdir.
Bu ne uzun bir aşk mektubudur!
Hissettiklerimi yazabilmem çok zor. Ya okuyucuyu bulmak! Ama
devam edeceğim. Niyet ettim bir kere... İstersen çöp sepetine
at sen!
Nihayet kahve ocağının koyu renkli
dumanı savruldu. İşsizlerin otağı burası... Önü mavi boyalı
bir kamyon orada bekliyor... Bu kamyon bana köyün iyi huylu
kötü talihli bir çocuğunu hatırlatır: Şecaattin’nin arabasıdır
bu... (Bu köy için iyi şeyler düşünür ve didinirdi o. Kaç kere
yanıma gelip bu konuda söylediklerini ve yağlı pantolonunu
unutamam hiç.)
Bir köpeğin uzaktan gelen kısık
sesi, Emine’nin horozu, kamyon ve Nazım’ın baca dumanı olmasa
bu köyde insan oturduğuna inanmak zor bu dakikada... Halbuki
saat 6.50 oldu. Başkaca hayat izi yok şimdilik... Esasen
evlerin çoğunun kapıları gündüz de kapalı... Duvarları maili
indiham (yanpiri). Bacaları yenik yenik... Yer yer başlamış ve
ilerlemiş kanser yaralarını hatırlatıyor insana...
Çayır yan yana tümsekçiklerle
dolu. Eski bir göl dibi olmalı burası. Bizimkiler yüzyılda bir
gün bir araya gelip bunu düzeltmeyi bile akıl etmemişler de
hem romatizmaları artan kalçalarını daha zor duruma sokmuşlar
hem de istikballerini bağladıkları sevgili öküzlerine
etmediklerini bırakmamışlar... Şu uyuyanları uyandırıp sorsam:
bu birkaç tümsekçiği de hükümet makinelerinin düzeltmesi lazım
geldiği cevabını alacağımı düşünüyorum... Ne ayıp ve ne
beyhude bekleyiş! Mezar çukurlarımızın hazırlanmasını da
mesela karayollarından beklememiz yerinde olmaz mı diye
düşündüm ama fırsat ve rahat vermez ölüler!Kokar başımıza
mübarekler! Bekletmeye gelmezler...
Demin ki sis çayırı da kapladı
şimdi... On metre önümdeki bahçe kapısını zor seçebiliyorum.
Herhalde göze görünmemesi daha hayırlı, bir çok çirkinlikleri
saklamak ister...
Köydeki numeraj 140 kadarmış...
Bunların yarısı boş. İçinde oturanlar için de bir sözüm var:
Bunlardan da -köylümüzün kullandığı tabiri- kullanayım: Adına
hane denebileceklerin sayısı 25’i bulmaz. Hakikate bir adım
daha yaklaşalım mı? Bu yirmi beşten de bu gece -pirinçten
vazgeçtim- beşer kilo kuru fasulye ve nohutu yan yana birer
torbada muhafaza edenler elimizdeki parmak sayısını bulmaz...
Pek genç olanlarınız hariç çoğunuz iyi hatırlarsınız:
Çocukluğunuzda evlerinizde teneke ile bunlar yok muydu?
Bildiğiniz tarlalar havaya mı uçtu? Hayır... Hepsi yerinde...
Bir kısmını yaban otlar bürüdü, bir kısmını da çalılar
kapladı... Seyirci kalmakta daha devam etmeli mi bu hale? Bir
düşün bakalım!
Sisin içinden iki çarşaflı kadın
göründü: Bu geniş çimenlik köyde hediyelik
-veya nazarlık- bir tek hindi olmadığına göre herhalde birinin
koltuğu altındaki hasta bir çocuk olmalı... Konuşmamıza ara
verelimde sen ve ben dinlenelim azıcık...
Evet! Gelen bizim odunculardan
birinin 14 aylık yavrusu idi. 25 senedir kaçakçı atölyelere
yok pahasına tomruk yetiştirmekten kendi evinin tavanına on
tahta çakmaya eli değmeyen (!) iş bilmez bir babanın biricik
oğlu bronkopnömoni dediğimiz hastalığa -tabii olarak-
yakalanmış... Ağzı burnu morarmış... El ve ayaklar soğuk...
İçinizden pek çoğu azraille didişen bu küçüğün akrabasıdır.
900 metrelik çamurlu bu köy yolu yüzünden Bolu taksileri
buraya 20 liraya nazlanırlarmış... Zaten çağırıncaya kadar
öğlen olur... Bizim çocuk gözünü yumar. Doktor ve eczacı
beyler de 15-20 lira isterler. Pederini bulup acele elli sopa
atsak şimdi nereden bulur bu parayı? Yapacağı bir şeyi
olmadığından kendisi başını alıp kahveyi boylamış zaten. Bu
çocuğa gerekenleri ben şu dolaptan temin ettim bu gün ama ya
öbür çocuklar!
Yeter artık bu can sıkıcı hallerin
sayılması... Sonra bu mektup bitmeyecek... Birazda gelecekten
bahsedeyim sana... Böylece tatlı ümide kaptıralım kendimizi...
Dikkat et! Bu kısım bu mektubun mühim ve ikinci bölümüdür:
Halini tasvire çalıştığım bu köy
için bir tek kurtuluş ümidi var: Senin de dahil olduğun ve köy
dışı okur yazar 10'a yakın çocuğu... İşte bu imkan on yıl önce
yok idi. Bu büyük bir kuvvettir. Köyü kurtarmak için tutulacak
tek yol,b aş vurulacak tek çare ve beslenecek tek ümit kaynağı
köyün dışarıdaki bu varlığıdır... Memleketimizin kırk bin
köyünü bilmem ama bu vasıfta yetişmiş 100 çocuğa sahip köy
sayısının Türkiye'mizde bir tek değilse bile parmakla
sayılacak kadar az olduğunu iyi biliyorum... İmkanı bu hale
yükselmiş bu köy için çamur ve yokluk, düzensizlik için de
bundan fazla bırakılmak ne insanlık ne de memleket sevgisi ile
bağdaştırılamaz! Mektubun bu son paragrafında fazla söze
ihtiyaç hissetmeyecek kadar her birinizin yetişmiş olduğunuz
muhakkaktır... O halde işi iyice basitleştirmek için ne
yapılması gerektiğini sıralıyavereyim: Dürüstlük şartları
içinde ve eser meydana getirilmek şartı ile içinizde kendi
köşesinde ve küçük imkanları nispetinde köyünden yardımını
esirgeyecek kimse olduğunu sanmam şahsen... İşte basitçe köy
kalkınması ve planlaması.. İşte şahsi endişelerin ötesinde
memlekete hizmet...Üst tarafı laftır...
1) Hemen köyün yakınlarında
bu işi arzu edenlerden beşinin müşterek imzası ile ELMALIK
KÖYÜ KALKINMA DERNEĞİ Ana Tüzüğü vilayete verildi. Şu günlerde
müsbet vilayet cevabı beklenmektedir. Haberin ola!
2) Böyle teşekküllerde
mühim olan tüzük, edebiyat ve balo vaatleriyle değil Elmalığın
çamur ve diğer özelliklerine göre hazırlandı. Baskı
yapılabildiği zaman görüp okuyanı memnun edecek niteliktedir
sanırım.
3) Bu yazı ilk genel
toplantının yapılabilmesi, bu mektubu alanların çabuk
hareketlerine bağlıdır. Giriş aidatı 10, her ay gönderilmesi
gereken miktar senin yani köy dışı belirli bir iş ve mesleği
olanlar için 5 lira olarak düşünüldü. Fazla görülürse ilk
kongrede indirim yapılabilir. Köydekiler için bu rakamlar 5 ve
oldu. Bu bir paradoks gibi görünüyor ama; nidelim! Beş kıtada
ve edebiyatta odunculuk fakirliğin sembolüdür. Hariçtekiler bu
rakamdan alınmamalı bence... Sanırım hepiniz böyle
düşüneceksiniz...
4) Aidatı postalayacağın
adres şudur: Düzce Ziraat Bankası Elmalık
Derneği 6139 No.lu hesabına. Banka gönderenin adı ile muhafaza
edecektir.
5) Mümkün süratle: Bana
(Düzce-Dr. A.C.Tamzok) -kabul halinde- “Beni üye yazınız.
Giriş aidatı 10 lira bankaya postalandı”dan ibaret mektubunuzu
yollayın. Okunaklı adresinizi unutmayın...
6) İlk genel kongre de
bulunabilmeniz şansınızın yüksek olacağı tarihi de lütfen
yazın. (Yani sizin için Mayıs veya Haziran veya bir diğer ayın
birinci mi ikinci yarısı mı uygun olur?)
7) Kurucular şimdilik kağıt
ve kaleme ait kısımlar ile meşgul olacaklar.
İçinizde çoktandır köyü ziyaret
edememişleriniz veya kısa ziyarette etrafı iyi
görememişleriniz vardır. Bu mektup sanırım sana karlı bir
Pazar gezisi yaptırmıştır... Müşterek işimiz olduğu için acı
taraflarını çekinmeden yazdım. Bir son soru sorulmalı:
Acaba bu teşebbüs muvaffak olur mu? Yoksa memleketimizde
denenmiş binlercesinden bir çokları gibi kağıtları bir rafta
küllenir, iş güme gider mi? Teşebbüsün muvaffakiyetine
inanmasa idim bu kadar nefes harcar mı ve seni üzer miydim!
Ama işin yani muvaffakiyetin bir de derecesi var! Bu derece
senin göstereceğin alakaya bağlıdır. Üyeler aidatını
gününde öder ve yönetim kurulu yerinde çalışırsa dernek geniş
bir bölgeye numune olacak seviyeye bile ulaşır... Köy
kurtulur... Arzu edip ileri adım atanlara (kenara çekilenlere
değil) Hak yardımcıdır. Şimdilik biz 5 kişi gidebildiğimiz
yere kadar yavaş da olsa yürüyeceğiz...
Son söz:Senin gözlerinden
öpmeye imkan ve fırsat verdiği için ben şahsen bu kadarından
bile şimdiden hudutsuz memnunum. Muvaffakiyet dediğimiz de bu
değil mi zaten? Hoşça kal aziz köylüm.
Dr. Ali Cemil Tamzok
DÜZCE
NOT:
Mektubun yazılış ve
postalanış günleri arası mecburi sebeplerle uzadı. Bu gün 20
Mayıs 1963 Düzce Ziraat Bankasına uğrayıp Elmalık kalkınma
derneği hesabına ilk çoban armağanını vererek hesabı açtırdım.
Buyurun da devam etsin bu iş!
|