Kemal
Karpat, bugünkü Türkiye nüfusunun %40 ila 50’sinin Balkan ve
Kafkas kökenli olduğunu belirtmektedir (K.H. Karpat, “Turks
Remember Their Ottoman Ancestor”, in K.H. Karpat (ed),
Ottoman Past and Today’s Turkey, Leiden, Boston-Köln,
2000, s. XVI ). Cumhuriyet Türkiye’sinin, azınlık
milliyetleri ve ezilen ulusu inkar ettiği ve/veya onları, tek
bir kalıba döküp, yekpareleştirmeye zorladığı göz önünde
bulundurulacak olunursa, Karpat’ın yukarıdaki belirtisinin
önemi ortaya çıkmaktadır. Hal böyle olunca, Türkiye’de yaşayan
azınlık milliyetler üzerine tarihsel bir araştırmanın -Hamit
Bozarslan’ın değimi ile- “serinkanlı” yapılmasının
gerekliliği, bilimcilerin önünde bir zorunluluk olarak
durmaktadır. Arsen Avagyan’ın Çerkesler (Arsen
Avagyan, Osmanlı İmparatorluğu ve Kemalist Türkiye’nin
Devlet-İktidar Sisteminde Çerkesler, Belge Yayınları,
Ocak 2004.) adlı kitabını okumaya başladığımda “serinkanlı”
çalışmaya duyduğum özlemle, epey heyecanlandım. “Osmanlı
İmparatorluğu ve Kemalist Türkiye’nin Devlet-İktidar
Sisteminde” üst başlığını taşıyan bu iddialı doktora tezinin,
geçmişten buyana hasıraltı edilmiş kimi gerçekleri su yüzüne
çıkartacağını umut ettim.
Teşvik edici sorular
Bu satırların yazarı, etnik kökeninde bir miktar
Çerkesliği de taşısa, katien bir Çerkes milliyetçisi değildir.
Çerkes uzmanı ise hiç değildir. Amatör bir tarihçi ve
araştırmacıdır. Bunları belirtiyorum zira, Avagyan’ın
kitabının birinci bölümü (“Kuzey Kafkas Müslüman Boylarının
Osmanlı İmparatorluğu Topraklarına Göçertilme Nedenleri ve Bu
Yer Değiştirmenin Seyri”) ve ikinci bölümü (“Osmanlı
İmparatorluğu Devlet Erkinde II. Abdülhamid ve İttihat Terakki
Döneminde Çerkes Siyaseti”), yüzeysel bilgilerimle,
önsezilerimle, kurguladığım hipotezleri önemli ölçüde teyit
etmiştir. Kitabın en önemli yanı, Rusya ile Osmanlı arasındaki
çıkar çatışmalarının dişlileri arasında Çerkeslerin nasıl
öğütüldüğünü bütün çıplaklığı ile sergilemesidir. Avagyan,
Osmanlı İmparatorluğu’nun “dağlılar” için döktüğü
gözyaşlarının sadece sahteliğini ispat etmekle kalmıyor
bilakis, onca zorluklarla dolu göçün (salgın hastalıklar,
entegre kampları, kitlesel ölümler vb.) ardından, İstanbul’un,
bu insanları neden ve niçin coğrafyasının en sorunlu
bölgelerine yerleştirip, tabasına aldığını sorgulamaktadır.
Avagyan’ın çalışması, harem üzerinden oluşan “akrabalık”
ilişkisinden, sistemin üst yapı kurumlarında Çerkes
soylularının entegre edilişine, nihayet, göçertilenlere
Osmanlı’nın gösterdiği “şevkat”e kadar birçok faktörün,
Çerkeslerde düzene nasıl biat edişi beraberinde getirdiğini
deşifre etmektedir.
Osmanlı toplumundaki görev dağılımında, payına savaşçılık
düşen Çerkeslerin orduda nasıl da yükseldiklerini belgeleyen
kitap, haksızlığa uğramış bir milli azınlığın (Çerkeslerin),
düzen tarafından bir başka milletin (Ermenilerin) soykırıma
uğratılmasında nasıl kullanıldığını, tarihsel nedenleriyle
ifşa etmektedir. Hem sağda hem de solda, siyaset, cemaat ve
etnik aidiyetin iç içe geçtiği Türkiye’de, acaba, -1960-90 arası
yaşanılan kanlı saflaşmalarda- Yozgat’tan Maraş’a kadar uzanan
coğrafyada, Çerkeslerin büyük çoğunluğunun, faşist ya da
gerici-muhafazakar safta yer almalarının perde arkasında,
tehcir ve taktile uğrayan Ermenilerin yaşadıkları topraklara
iskan edilmelerinin tarihsel izleri var mıdır? Avagyan’ın
kitabının birinci ve ikinci bölümleri, okuyucuyu, bu türden
bir dizi soruların sorulması için adeta teşvik etmektedir.
Sınıflar nerede?
Fakat ne ilginçtir ki, Avagyan okuyucuyu, bu cins soruları
sormaya teşvik ederken, bütün Çerkesleri, topyekün bir kefeye
koymaktan çekinmiyor. 289 sayfalık kitabı bitirdiğinizde
Çerkeslerin sizde bıraktığı intiba, “eşkiya”lık ve
“katil”likle dolu bir sicil dosyası. Bir bilimci açısından
“iyi ulus” olamayacağı gibi “kötü ulus” olamayacağı da su
götürmez bir gerçektir. Ancak Avagyan, burada, maalesef Türk
resmi tarihinin yekpareciliğini tersinden üstlenmiş oluyor.
Tabii böylece kitabın üçüncü bölümünün (“Çerkeslerin Milli
Kurtuluş Hareketine Katılmaları 1919-1923”) üzerine bilimsel
titizlikten uzak bir yaklaşımın gölgesi düşüyor.
Avagyan’a göre Milli Mücadele’de sınıflar yok; Bir yanda
Ankara bir diğer yanda İstanbul ve bunların arakasında bulunan
büyük güçler ve tabii bir de, bu kampların birbirlerine karşı
ilk başta kullandıkları kitlesel güce sahip “eşkiyalar” (yani
Çerkesler) var. Halbuki Avagyan’ın sıkca gönderme yaptığı
Doğan Avcıoğlu bile, “para eşraftan can köylüden” (Doğan
Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, c.3, İstanbul
Matbaası, 1974, s. 1011) diyerek Milli Mücadele’nin iki
kutbunu kabullenmek zorunda kalmıştır. Türk resmi tarihi,
1919-23 yıllarına damgasını vuran, keşmekeşliği, çıkar
çatışmalarını ve hatta bütün bunların bir tezahürü olan iç
savaş faktörünü görmemeyi bir avantaj telakki etmiştir. Onun
içindir ki, resmi tarih, esas olarak Milli mücadelenin “milli”
boyutuna vurgu yapmaya bayılır.
Japon tarihçi Yamauchi Masayuki
ise, işgale karşı çarpışan güçleri “konformistler” ve
“nonkonformistler” diye ikiye ayırmaktadır. (Yamauchi
Masayuki, “Reflections on the social Movements during the
National Liberation War of Turkey: A Tentative Analysis of
Partisan Activities in Western Anatolia”, Journal of Asian
and African Studies, No.15, Tokyo, 1978, s.16/31-32)
Masayuki, Milli Mücadele’nin ilk yıllarında sivil ve askeri
bürokrasi içersinden gelenlerin başını çektiği, “yukarıdan”
yapılan örgütlenme (“konformistler”) ile, çok çeşitli
nedenlerden ötürü kurulu düzene vaktiyle baş kaldırmış olan,
asker kaçaklarının, zeybeklerin, efelerin, hapisane
firarilerinin, ordudan atılmış küçük rütbeli subayların,
velhasıl “belalılar” takımının “aşağıdan” oluşturdukları
direnişin (“nonkonformistler”) varlığına dikkat çeker. Bugün
elimizdeki verilerden yola çıkarak, Masayuki’nin değindiği
ikinci gurubun (“nonkonformistler”in) daha Birinci Cihan
Harbi’nin sonlarına doğru, hangi siyasal ve iktisadi
koşullardan ötürü neden, niçin ve nasıl yeşerdiğini
görebiliriz. Mustafa Kemal’in, 20 Eylül 1917’de kaleme aldığı
bir rapor, sanırım, yukarıda değindiğim siyasi ve iktisadi
şartları çarpıcı ifadelerle ortaya koymaktadır. “Hükümetle
halk arasındaki bağlar tamamiyle çözülmüştür. Halk dediğimiz
şey, bugün kadınlardan, sakat erkeklerden ve çocuklardan
ibarettir. Bunların hepsinin gözünde Hükümet, kendilerini
açlığa ve ölüme sevkeden kuvvettir. İdari mekanizma,
otoritesini kaybetmiştir. Umumi hayat anarşi içindedir.
Hükümetin attığı her adım, halkın kendisine karşı olan
nefretini arttıracak yolda tesirler yaratmaktadır. Bütün
memurlar rüşvet kabul ediyor ve her türlü yolsuzluğa alet
olmaya hazır bulunuyor. Adalet mekanizması tamamiyle
durmuştur. Emniyet kuvveti işlemez haldedir. İktisadi hayat
korkunç bir süratle çöküntüye doğru gidiyor. Ne halkın, ne de
hükümet memurlarının yarına güvenleri yoktur. Yaşamak zorluğu,
en iyilerin ve en namusluların mukaddeslik duygularını
sarsıntıya uğratıyor. Harp daha çok zaman devam ederse, bütün
kısımları zaten felce uğramış olan hükümet binası ve hanedan
birdenbire çökebilir.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.2,
Kaynak Yayınları, İstanbul, 1999, s.120-125)
Tehlike kimin için?
Burada sorulması gereken en önemli soru, Mustafa Kemal’in
belirttiği durum kimin için tehlike oluşturmaktadır? Savaşta
daha da yoksullaşan geniş köylü kitleleri, hatırı sayılır işçi
sınıfı ve halkın bir unsuru olan asker kaçakları, zeybekler,
efeler, hapisane firarileri, ordudan atılmış küçük rütbeli
subaylar, velhasıl “belalılar” takımı için mi? Sanmıyorum.
Zira, Mustafa Kemal gibi bir “erkan-ı harp” mensubunu telaşa
düşüren, “felce uğramış olan hükümet binası ve hanedan”ın
çökmekle karşı karşıya bulunduğu gerçeğidir.
Mustafa Kemal’in bahsettiği ortamda, zenginleri haraca
bağlayan, askeri birliklere saldıran, ve adına devlet
yöneticileri tarafından “şaki” denenleri resmi tarihin görmek
istememesi ve/veya onları aşağılaması anlaşılabilir. Fakat
bırakalım sıradan bir tarih çalışmasını bir yana, hele hele
bir doktora tezinde, aynı devlet argümanlarıyla kalem oynatmak
nasıl açıklanabilir? Avagyan çalışmasında, maalesef, 1919-23
arası dönemde Milli Mücadele’nin saflarındaki bu ciddi
farklılığı görmediği gibi, bir de üstüne üstlük resmi tarihin
üslubunu kullanmakta da bir beis görmüyor. Avagyan, bu
insanlara “eşkiya” diyor. Tabii bu “eşkiya”ların başında da,
-tıpkı resmi tarihin yaptığı gibi- Çerkes Ethem’i görüyor. Ben
burada tartışmayı boğmamak için, Ethem Bey, “eşkiya” mı değil
mi gibi bir polemiğe girmeyeceğim. (Bu konuda dahil olmak
üzere Ethem Bey’i tüm yönleriyle irdelediğim,“Bâki İlk
Selam” -yabancı arşiv belgelerinden ve kendi kaleminden-
Çerkes Ethem, (Belge Yayınları, Mart 2004) adlı kitabıma
bakılabilir.) Fakat kaçınılmaz olarak, Avagyan’ın Ethem Bey’i
ele alırken, bilimsel titizlikten nasıl uzak düştüğüne ilişkin
birkaç örnek vereceğim.
Hatalar ve vahim hatalar
Avagyan, Ethem Bey’e gönderme
yaparken yegane kaynak olarak,
Çerkes Ethem Anılarım (
Avagyan, kitabının Biblografya bölümünde kaynak kitabı, “Çerkes
Ethem Anılarım, İstanbul, 1998” şeklinde veriyor. Berfin
Yayınları tarafından yayınlanan bu kitabın evveliyatı 1962
senesine uzanır. İlk defa kitabı yayınlayan Dünya
Yayınlarıdır. Ve kitabın özgün ismi Çerkes Ethem’in Ele
Geçen Hatıraları dır. Çerkes Ethem’in Ele Geçen
Hatıraları, oldukça
sorunludur. Önsöz’de, “Çerkes Ethem hatıralarını Atina’da
yazmıştır. Bu hatıraların bir kopyesi sonradan affedilerek
memlekete dönen bir arkadaşında kalmıştı. İşte ondan aldığımız
hatıraları yayınlıyoruz” denmektedir. Aynı Önsöz’de, “Ele
Geçen Hatıralar”a bir sansür uygulandığı da şu sözlerden
anlaşılmaktadır: “Hatıraların bir kısmı kendisini tenkit
edenlere küfürden ibaret. Bu kısım okunmağa bile değmez.” s.6
) adlı kitabı, kullanıyor. Parantez içersinde de belirttiğim
gibi bu kitap sorunludur. Fakat biran için bu kitabın, Ethem
Bey tarafından kaleme alınmış olduğunu var sayalım. Bu
taktirde bile Avagyan, Ethem Bey’e gönderme yaparken bir
tarihçinin göstermesi gereken titizliği maalesef,
gösteremiyor. İşte bir örnek. “Alaşehir’de ise, toprağı
kazdırıp yeni gömülen kadın ve kızların cesetlerini, sırf
çetecilerin ziynetlerini almaları için mezarlarından
çıkarttırmıştır.” ( Avagyan, age, s. 194)
Şimdi bir de Avagyan’ın gönderme yaptığı, Ethem Bey’in
olduğu söylenen “ele geçen hatıralar”ına bir bakalım:
“Alaşehir’de, para vermedikleri için yataklarında boğulan
karı koca, ırzlarına tecavüzden sonra öldürülüp gömülen
kızların ve bazı Alaşehirlilerin cesetlerini gömülü
bulundukları yerlerden çıkarttık. Bu arada gasp edilen para ve
mücevherler de yine gömüldükleri yerlerden çıkartıldı.
“Bütün bunları yapanlar, Mustafa Bey’le adamlarından
Alaşehirli reji kolcubaşısı Salih ve yirmi beş kişiydiler…
Cinayet eserlerini kendi elleriyle kuyulardan çıkarttım. Ondan
sonra da idam sehpalarının başına getirttim.” (
Çerkes Ethem Anılarım, Berfin Yaıynalrı, İstanbul., 1998,
s. 14-15 )
Avagyan’ın yorumu ile
Ethem Bey’e ait olduğu söylenen satırlar arasındaki fark son
derece net ve ortadır. Benim herhangi bir yorum yapmama gerek
kalmıyor. Burada acı olan, bir tarihçinin “eşkiya” diye
adlandırılan Ethem Bey’e karşı resmi tarihin cephanesi ile
ateş etmeye kalkışmasıdır.
Üzülerek belirtmek gerekir ki, Avagyan’ın Ethem Bey’e
ilişkin bilimsel ve titiz araştırmacı olmayan yaklaşımı sırf
yukarıdaki örnekle sınırlı değildir. Bir başka, örnek verelim.
İzmir’de, 24 Ekim 1921 senesinde, İngilizlerin ve Yunan işgal
kuvvetlerinin himayesinde, “Şark-ı Karib Çerkesleri Temin-i
Hukuk Cemiyeti”nin (Yakın Doğu Çerkeslerinin Haklarını Sağlama
Derneği) kongresi yapılır. Avagyan’a göre, “Ethem teslim
olduktan sonra, Yunan komutanlığı, Ethem gibi bir Çerkes
lideri ellerinde olduğu için, Batı Anadolu’nun Çerkes
topluluğunu kullanabileceklerine karar verdi. İngilizlerin de
desteğiyle 24 Ekim 1921’de İzmir’de, Çerkeslerin Yunan
Ordusu'na desteğini sağlamak amacıyla bir ‘Çerkes Konferansı’
düzenlendi.” ( Avagyan, age, s. 210)
Avagyan’ın bu konuda yegane kaynağı Tarık Zafer Tunaya’dır.
( Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler,
Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1986, c.2) Söz konusu
Çerkes Kongresi’ni belgeleriyle birlikte gün ışığına çıkartan
Tunaya, Avagyan’ın kurduğu kongre-Ethem Bey ilişkisini
kurmamaktadır. Tunaya’ya göre, “Bu gelişmelerin Anzavur ve
Çerkes Ethem olaylarını kapsayıp kapsamadıkları üzerinde
durulabilir... Çerkes Ethem eylemlerine gelince, Müdafaa-i
Hukukçular arası bir iç çatışmanın sonucu olmuşlardır. Çerkes
Ethem’in ve kuvvetlerinin Yunanlılara katılması da, Cemiyetçe
güdülen Çerkes sorununa bağlanamaz.” ( Tunaya, age, s. 609)
Fakat Avagyan, böylesi bir bağlantıyı kurmakta o denli
heveslidir ki, -doktora tezinin en vahim hatalarından birini
yaparak- “Kongrede Çerkes Ethem bir konuşma yaptı”
diyebilmektedir. (Avagyan, age, s. 211) Bırakalım Tunaya’nın
kitabında yayımladığı kongre belgelerinin altındaki 23 adet
imzanın içersinde Ethem Bey’in adının bulunmamasını bir yana,
aynı Tunaya’nın kitabında Ethem Bey’in bu kongrede konuştuğunu
belirten tek bir cümle dahi yoktur. Olamaz da. Zira, Ethem
Bey, kongreden yaklaşık 6 ay evvel (25 Nisan 1921’de) İzmir’i
terk edip Atina’ya geçmiştir. ( Emrah Cilasun, age, Fransız
Belgeleri 5, s. 197)
Tarihleri doğru
okumanın gerekliliği
Avagyan, yanlış yaklaşımını Ethem Bey’in Bolşeviklerle
ilişkisini ele aldığı bölümde de sürdürmektedir. Yazar bu
bölümde de, tarihleri ve olayları birbirine karıştırıyor,
gelişmeleri kendi başına irdelemiyor ve sanki ele aldığı
noktalar birbirlerinin doğal sonucuymuş gibi başlıyor “tarih”
anlatmaya. Ortaya, böylece hem Ethem Bey’in ve hem de
Türkiye’de komünist mücadelenin yanlış bir tablosu çıkıyor.
Avagyan’ın burada ilk hatası, kurgusuna ilk önce, Mustafa
Kemal’in kurdurttuğu resmi TKP ile başlaması. Ardından Yeşil
Ordu’ya geçmesi. Bu kurgu sırasının yanlışlığına birazdan
değineceğim, fakat, yazar bu tarih sıralamasının yanlışlığının
yanı sıra, gizli TKP’e ise (Mustafa Suphi TKP’si değil) hiç
değinmiyor.
Yeşil Ordu’nun kuruluş tarihi, Mayıs 1920’dir.
( Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-1 (1908-1925),
c.1, BDS Yayınları, İstanbul, 1991, s.84) Avagyan’ın iddia
ettiği, “Enverci sayılan Yeşil Ordu”nun, (Avagyan, age, s.
207) Enver Paşa ile hiç ilgisi yoktur ( Yamauchi Masayuki,
The Green Crescent Under The Red Star, Enver Pasha in
Soviet Russia 1919-1922, Tokyo, 1991. Enver Paşa ile diğer
İttihatçılar arasındaki yazışmaların orjinal haliyle verildiği
bu kitapta, İttihatçı liderlerin hele hele Enver Paşa’nın bu
örgüt ile ilişkisini gösteren tek bir belge bulunmamaktadır.)
. Tamamen Mustafa Kemal’in rızası ile kurulmuştur. ( Doğan
Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, c.2, İstanbul
Matbaası, 1974, s. 559) Doğrudur kurucularının hepsi İttihatçı
saflardan gelmektedir. Örgütün kuruluş amacı, geniş halk
yığınlarının, erkanı harplere duyduğu güvensizliği bertaraf
edip onları Ankara’nın yanına çekebilmek ve iç isyanlarla baş
etmektir. Örgüt kısa sürede ikiye bölünmüştür. Ethem Bey bu
dönemde teşkilata katılır. Radikal kanat, Rusya’dan gelen
Şerif Manatov’un önayak olmasıyla gizli Komünist Partisi’ni
kurmuştur. Parti’nin kuruluş tarihi, Temmuz 1921’dir.
Parti, radikal programıyla (Gizli Parti’nin programında,
“İngiliz politikasının aleti olan Hürriyet ve İtilafçılar’ın
onursuz İstanbul hükümetine karşılık, eski İttihatçılar’ın
maskeli olarak kurdukları Kuva-yı Milliye hükümetinin de
komünizmden yana görünmeye çalışmakla birlikte, gerçekte
aldatıcı bir milliyetperverliği temsil ettiği, TKP’nin ise her
iki hükümetle de hiçbir ilgisinin olmadığı belirtilmektedir.”
Bakınız, Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, c.1, BDS
Yayınları, İstanbul, 1991, s.97), çok kısa süre içersinde,
kurduğu teşkilatlarla, işçi sınıfı ağırlıklı Eskişehir’de
yürüttüğü faaliyetlerle, Mecliste bulunan Halk Zümresi
gurubuyla, Ethem Bey’in önderliğindeki Kuavayı Seyyare
içersinde sahip olduğu prestij ve Ethem Bey’in finanse ettiği
Yeni Dünya gazetesi ile Ankara’daki yönetimin gözüne
batmıştır. (Cilasun, age, s.49-51) Özetin özetini vermeye
çalıştığım bütün gelişmelerin ardından, Mustafa Kemal,
kontrolü elden bırakmamak için bir yandan komünistlere karşı
şeker ve sopa politikası uygulamış, diğer yandan da 18 Ekim 1920’de, resmi Komünist Partisi’ni
kurdurtmuştur.( Tunçay, age, s.205) Mustafa Kemal, Ethem Bey’i
- Avagyan’ın yanıldığı gibi Eylül’de değil (Avagyan, age,
s.205)- 1920 Ekim’inin sonlarında resmi partiye bir mektupla
davet etmiştir.( Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.10, s.
82)
Sovyetlerin tavrı
Zamanın Sovyet Rusya'sı, Ethem Bey’e karşı yılan eğrisi bir
politika izlemiştir. Örneğin ilk başlarda Ethem Bey’in finanse
ettiği Yeni Dünya gazetesini, “Komünizm’in, ona bir Müslüman
ahlâkı atfeden, ilkel ve bilisiz, fakat nispeten dürüst
yorumları” şeklinde tanımlanmış (Tunçay, age, s. 85), daha
sonra, Ethem Bey ile Ankara’nın arasının açılmasının ardından
ilk başlarda Ethem Bey ile sıkı temasta olan Sovyet temsilcisi
Upmal, Mustafa Kemal ile yaptığı 1 Ocak 1921 tarihli görüşmede
-Mustafa Kemal’in, Ethem Bey’in arkasında Sovyetlerin
bulunduğunu ima etmesine karşılık- Ethem Bey’i, “ilkesiz
anarko-Bolşevizimden sultancılığa dönmekle” suçlamıştır.
(Mustafa Kemal- Upmal görüşmelerinin tüm metni için bkz.
Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.10, s.233-239/317-328)
Dolayısıyla, Sovyetlerin o günlerde izlediği tutarsız
politikayı arkasına alarak Avagyan’ın, “Ethem’in Bolşevik
yanlısı faaliyetlere bu denli sürüklenmesinde Kemalist
hükümetin payı olduğu” (Avagyan, age, s. 205) şeklindeki
iddiasına Upmal’i, “şahit” göstermesi mümkündür. Bu iddia,
Sovyet tarihçi Noviçev’in, Ethem Bey’i, “Kemalist provokatör”
(Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, c.2, Tekin
Yayınları, İstanbul, 1979, s. 710) olarak tanımlamasını
hatırlatmaktadır. Fakat kim tarafından söylenirse söylensin,
bu iddianın tarihi gerçeklerle bir alakası yoktur. Zira o halde, Ethem Bey’e karşı, Kemalist hükümet
tarafından Aralık 1920’de başlatılan tasfiye hareketine karşı,
THİF’in ( Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası gizli TKP’nin daha
sonra legalleşerek 7 Aralık 1920’de aldığı addır. Bakınız.
Mete Tunçay, age, s. 97) daha alt kesimlerinin Ethem Bey’in
yanında yer almalarını, örneğin, Ankara’dan, Ethem Bey’in
üzerine gönderilecek olan bir tren dolusu kuvvetin hareketini
engellemek için demir yolu işçileri arasında örgütlenen
grevleri, Eskişehir’de, “kirli gürûh”a karşı Bolşevizm’in
safında yer alınmasını talep eden bildirileri neyle
açıklayacağız. (Emrah Cilasun, age, s. 56) Yoksa bu tarihi
gerçeklerin arkasında da başka “Kemalist provokatör”ler mi
vardı?
Ethem bey 'Enver'ci miydi?
Avagyan’ın bir başka iddiası da Ethem Bey’in Enver yanlısı
olduğudur. (Avagyan, age, s.207, 210) Yazar ardını
araştırmadan ve sorgulamadan burada da, bol miktarda resmi
tarihin cephaneliğinden faydalanmaktadır. Mustafa Kemal’in,
Kazım Karabekir’in çizdikleri Ethem tablosunu olduğu gibi
doktora çalışmasının satır aralarına yerleştirmektedir.
(Avagyan’ın başvurduğu diğer bir kaynakta Cemal Kutay’dır. Pan
Türkist çizgisi bütün çalışmalarına sirayet etmiş olan Cemal
Kutay’ın ise Ethem Bey’i -uysa da uymasa da- zorla “Enverci”
göstermesinde garipsenecek hiçbir şey yoktur. Kutay’ın bu
akıllara durgunluk veren iddiasının tamamen gerçek dışı olduğu
belgelerle çürütülmüştür. Bakınız. Emrah Cilasun, age, s.
77-80)
Mustafa Kemal’in, Ethem Bey’i tasfiye ederken
“Bolşevik”liğin yanı sıra bir de “Enverci” suçlamasında
bulunması doğaldır. Çünkü, Ethem Bey ve komünistlerin
tasfiyesinin ardından, Mustafa Kemal’in hedeftekiler
listesinde Enverciler bulunmaktadır. Yıllar sonra anılarını
yazan Kazım Karabekir’in de, adı “hain”e çıkmış Ethem Bey
hakkında “Enverci” diye suçlamada bulunmasına şaşmamak
gerekir. Çünkü “İzmir Suikastı Davası”nda yargılanarak, adı
İttihatçıya çıkan ve böylece bir komploya kurban giden bu
paşanın, resmi tarihle fazla ters düşmeden (örneğin Ethem Bey
meselesinde Mustafa Kemal ile hem fikir olarak), yeni
Türkiye’nin bir değil birkaç kurtarıcısı olduğunu göstermesi
gerekmektedir. Burada şaşılması gereken, bilimsel bir
çalışmayı yapanın, tarafların tümünü yeterince araştırıp
sorgulamamasıdır.
Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir, Ethem Bey’e nazaran çok
daha İttihatçıydılar. Her ikisinin, Talat ve Cemal paşalarla
olan ilişkileri bilinmektedir. Ethem Bey ise, İttihatçıların
düşün dünyasından yaşamının sonuna kadar etkilenmesine rağmen,
İttihatçı önderlere karşı tavrını, daha 1919’da -İzmir valisi
Rahmi’nin oğlunu neden kaçırdığını anlattığı mektubunda-
almıştır. (“Eminim ki, Rahmi Merkez-i Umumi’nin -kastedilen
İttihat ve Terakki’nin yönetimidir. E.C.- kör bir aleti
olduğunu nedamet etmiş ola…” Mektubun tümü için bakınız, Emrah
Cilasun, age, s. 34 ) Buna rağmen, doğrudur, Enver ve adamları
Ethem Bey’i yanlarına çekmeye çalışmışlar fakat bunda muavfak
olamamışlardır. Ve nihayet, Anadolu’daki gelişmeleri epey
geriden takip eden Enverciler, tıpkı Ankara Hükümetinin
ağzıyla Ethem Bey’e saldırmışlardır. Trabzon’daki Küçük Talat
Bey’in, Moskova’daki Enver Paşa’ya 12 Mayıs 1921’de yazdığı
mektup buna örnektir. “Bir tamiminizde Ethem ve Reşid
meselesinden bahsetmenizi muvâfık bulmadım. Bu adamlar
hakkında öyle propagandalar yapıldı. Resmi tebliğlerde o kadar
acı şeyler yazıldı ki, hadd-i zatında az çok hizmetleri ile
beraber birer şaki olan Türk köylerini gaddarane bir süratle
soyup soğana çeviren bu üç kardeş, bu gün haklı haksız, her ne
ise halkın çok menfuru oldular. Bence artık böyle adamlardan
el etek çekilmeli. Bazen bize en yakın ve namuslu ve
hamiyetlerine tamamen inandığımız arkadaşlara tahammül
edilmezken, böyle bütün varlıkları mağdur kanları ile bulanan
bu insanları nasıl tesahup edebiliriz? Zaten bugün kabul edip
de üzerinde yürümek istediğimiz prensiplere nazaran bizim
hangi eşhas ile hangi sınıflar ve zümrelerle elele vereceğimiz
taayyün etmiştir.” (Yamauchi Masayuki, The Green Crescent
Under The Red Star, Enver Pasha in Soviet Russia
1919-1922, Tokyo, 1991, s. 228)
Kimler mandacı idi?
Avagyan’ın kitabında akıllara durgunluk veren bir başka
noktanın da “Çerkes aristokrasisinin Amerikan mandacısı
olduğu” ve “Mustafa Kemal’i de kendilerine ayakbağı
gördükleri” (Avagyan, age, s. 195) şeklindeki iddiadır.
Üzülerek belirtmek gerekiyor ki, anlaşılan Avagyan başvurduğu
kimi kaynakları titizlikle incelemek zahmetini göstermemiş.
Örneğin kendisinin sıkca gönderme yaptığı Doğan Avcıoğlu’nun
konuya ilişkin değerlendirmesi şöyledir: “İsmet İnönü ve
Saffet Arıkan ve onlarla yakın işbirliği yapan Ahmet İzzet
Paşa, Sivas Kongresi’nde Amerikan mandasının kabulü için çaba
göstermişlerdir. Bu amaçla, Ahmet İzzet Paşa, bir tasarı
hazırlamıştır. Tasarı, İsmet Paşa’nın ‘Yaşamak için tek uygun
çare Amerikan mandasıdır’ yolunda Kazım Karabekir’e yazdığı
bir mektupla birlikte Saffet Arıkan tarafından Erzurum’a
getirilir.” (Doğan Avcıoğlu, age, c.1, s.264-265) Kemalist
yazar Avcıoğlu’nun, Mustafa Kemal’in tavrına ilişkin fazla bir
bilgi vermemesi ve/veya Mustafa Kemal’in mandacılığa karşı
durduğu izlenimi vermesi doğaldır. Tuhaf olan ise, Avagyan’ın,
Avcıoğlu’nun bu çizgisini “titizlikle” üstlenmesidir. Halbuki,
dünyaca ünlü İttihat uzmanlarından Hollandalı (Avagyan, age,
s. 160’da doktora çalışmasında kabul edilmeyecek türden bir
hatayı, maalesef, burada da yapmakta ve Erik Jan Zürcher’i
okuyucuya “Alman tarihçi” diye tanıtmaktadır.) Erik Jan
Zürcher, Mustafa Kemal’in “başlangıçta Amerikan mandasına
hayırhah baktığı”nı tespit etmektedir. (Bilal Şimşir’den
aktaran Erik Jan Zürcher, Milli Mücadele’de İttihatçılık,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.183 )
Mağduriyet
psikolojisi
Bütün bu sıraladığımız hatalar, maalesef, kitabın tümünün
bilimselliğine gölge düşürmektedir. İster istemez, kitabın,
katliama uğramış bir ulusun içersinden çıkıp gelen bir tarihçi
tarafından, mağduriyet psikolojisi ile yazıldığı kanısını
uyandırmaktadır. Sistematik bir soykırıma uğramış Ermeni
ulusunun çektiği ızdırapları -hangi etnik kökenden gelirse
gelsin-, bilince çıkartması gereken bir tarihçinin, bir başka
etnisitenin (Çerkeslerin) tarihine ilişkin kaleme aldığı
kitapta, sadece bir yerde, -o da lütfen- “pek çok mahrumiyete”
(Avagyan, age, s. 25) katlanmalarından bahsetmesi hazindir.
Avagyan’ın kitabı, yayınlandıktan kıs bir süre sonra, bir
Çerkes sitesinde tanıtıldı. Siteye gelen okuyucu yorumlarından
bir tanesi dikkatimi çekti: “Bu kitabı okumadım, okumakta
istemem, çünkü bir Ermeni'nin Çerkesler hakkında ne kadar
bilgisi olabilir? Olsa da Çerkesleri oldukları gibi
anlatacağını hiç zannetmiyorum, zaten bu kitapla da ortaya
koymuş yazar Çerkesler hakkında ki düşüncelerini. Halen
Türkiye de bir Ermeni soykırımından söz edilmesi ve bu konunun
kitaplara aksetmesi hayretler uyandırıyor.” (9 Nisan 2004
tarihli Nartajans sitesinden alınmıştır.)
Türkiye’de, gıdasını resmi ideolojiden alan ırkçı
kuramların, diğer azınlıkların yanı sıra Ermenileri ve
Çerkesleri “içerideki düşmanlar” (Nihal Atsız’ın
vasiyetnamesinden aktaran Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği,
Kültür Bakanlığı, Ankara, 1993, s. 363) olarak tanımlamasından
bir haber olan yukarıdaki Çerkes okuyucunun, yazdıkları da
aynı derecede hazindir. Hakim ulusların, ezilen ulusları
birbirlerine düşürmeleri tarihsel bir gerçektir. Ezilen ulus
mensuplarının ise hâlâ bunun farkında olmamaları insanı
kahretmektedir.
Avagyan’ın kitabı, bütün eleştirilerime rağmen kaydı
ihtiyatla okunması gereken bir çalışmadır. Eleştirilerimin
yeni çalışmalarına hayırlı vesile olmasını dilediğim Arsen
Avagyan’ın Çerkesler adlı kitabı, her halükarda,
Çerkeslerin, kendi tarihlerini de gözden geçirmeleri için
kapıyı aralamaktadır. |