Dil
Felsefesi'nin özellikle 20. yüzyılın başından başlayarak
felsefenin temel ilgi alanı olduğunu görüyoruz. Site ve
forumda dil felsefesinin gündeme getirdiği soru ve yanıtlar
üzerine bir çok yazı yer aldı, ayrıca anlama çabamız
doğrultusunda söyleştik.
Felsefe Alanları
konusunda “dil felsefesi”nin ilgilendiği alt alanlara değinildi.
Özetle, dil felsefesi ; değişik söyleme olanaklarını çözümleyen,
anlamı anlamlandırmaya çalışan, anlamın nasıl oluştuğunu, dilde
nasıl dolaştığını, nasıl iletildiğini araştıran, dil gerçeklik
ilişkisini açıklayan, dil-iletişim ilişkisini betimleyen, dil
görüngüsünün kavranmasında belirleyici boyutları ele alan bir
disiplin.
Kendini bilmek ile “dil”i bilmek arasında çok yakın bir ilişki ve
örtüşme olduğunu düşünüyorum.
“Dil” konusundaki
felsefece düşünme için bir giriş alanı oluşturmaktan başka iddiası
olmayan (ve tabi bu konuya yaşamını adamış düşünürlerin
görüşlerinden oluşacak) bir alıntılar demeti sunulmaya çalışılacak
burada.
İlk aşamada
yararlanacağım kaynaklar:
1) Felsefe
Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları
2) Dil Felsefesi,
Waltraud Bumann (Günümüzdeki Felsefe Disiplinleri- Çeviri: Doğan
Özlem.) Ara Yayıncılık-1990
Dil felsefesi ilk
bakışta XX. yüzyılda ortaya çıkmış oldukça yeni bir felsefe
dalıymış gibi görünmekle birlikte, henüz felsefe dalları arasında
bugünkü anlamda bir bölünmenin söz konusu olmadığı Platon ile
Aristoteles'e dek uzanan "geleneksel felsefe"nin hemen bütün
filozofları, dili felsefi araştırmanın es geçilemez, değme bir
konusu olarak görmüşlerdir.
Nitekim dil
üstüne düşünüşün tarihi başta mantık tarihi olmak üzere bir bütün
olarak felsefe tarihinden ayrılamaz. Bu temel gerçeğin en önemli
kanıtı, geleneksel felsefe yapma tarzında bilgi, doğruluk, anlam,
us gibi en önemli felsefe kategorileri üzerine düşünmek ile bu
kategorileri dil yoluyla ifade etmek arasında bir ayrıma
gidilmemiş olmasıdır.
Bu yüzden
günümüzde çoğunluk dil felsefesi başlığı altında yanıt aranan
soruların önemli bir bölümü geçmişte metafizik, bilgikuramı,
varlıkbilgisi gibi temel felsefe dalları altında ele
alınmışlardır. Bundan da anlaşılacağı üzere, felsefe tarihinde dil
ile zihin ya da dünya ile dil arasındaki ilişkinin doğasına dair
ortaya bir öğreti koymamış felsefe okulu ya da fılozof yok
gibidir. Bu tarihsel gerçeğe karşın, günümüzdeki anlamıyla
bağımsız bir araştırma alanı olarak dil felsefesinin temellerinin
Hamann, Herder ve von Humboldt tarafından XIX. yüzyılın ilk
yarısında atıldığı dil felsefecileri arasında genellikle kabul
edilen bir görüştür.
Ancak dil
felsefesinin özerk bir felsefe dalı olarak bağımsızlığını
kazanması bir yana öteki felsefe dalları için de belirleyici bir
konuma yükselmesi, özellikle Wittgenstein'ın "önceki dönem" ile
"sonraki dönem" felsefelerinde sergilenen dılsel dönemeç
aşamasıyla gerçekleşmiştir.
DİL FELSEFESİ
(ing.philosopby
of language; Fr. Philosopbie du langage; Alm. Sprachpbilosophie)
Dil felsefesi en genel anlamda, bir bütün olarak dilin kökenini,
yapısını, özünü ve doğasını, kapsamını ve içeriğini inceleyen;
farklı diller arasındaki köken ve yapı bakımından ortak
özellikleri araştıran; bilim dili, şiir dili, matematik
dili,bilgisayar dili, beden dili diye adlandırılan değişik söyleme
olanaklarını çözümleyen; anlamın, anlamlı ifade ile anlamsız
ifadeyi birbirinden ayıranın neler olduğunu ortaya koyan; dildeki
anlamın nasıl oluşturduğunu, anlamların dilde nasıl dolaştığını,
nasıl iletildiklerini, nasıl anlaşıldıklarını betimleyen;
kavramlar ile kavramsallaştırmalar, sözcükler ile nesneler,
tümceler ile olgu ya da olgu bağlamları arasındaki ilişkiye
odaklanarak dil ile gerçeklik arasındaki ilişkinin nasıl
kurulduğunu açıklayan; dil yoluyla iletişimin nasıl ve hangi
koşullar altında olanaklı olduğunu özellikle dilin simgeselliğine
yoğunlaşarak betimleyen; dilin sözdizimi, pragmatik (edim
bilim/kullanım bilim), anabilim, göstergebilim, retorik gibi dil
görüngüsünün kavranmasında belirleyici konumda bulunan boyutlarını
araştıran; dilin insan yaşamındaki yerini ve önemini, başta genel
felsefe anlayışımıza ilişkin anlamları olmak üzere, bütün
yönleriyle sistemli bir biçimde ele alan felsefe dalıdır. (Güçlü
ve Diğerleri, 2002, s: 385-386)
Dilin gücü etkisi kültür varlığının her yanında kendini duyurur:
Toplum, din, edebiyat tarih, bilim, eğitim gibi kültürün her
yöresi en iç öğelerine dek zorunlukla dili damgasını taşır. Yönü,
amacı, kapsamı, başarısı ne olursa olsun, insanın yürüdüğü görünür
görünmez tüm yollar dilden geçer. Çepeçevre insan varoluşunun ana
koşuludur dil. İnsan konuşan bir varlık olduğu için dil, her çağda
güncel bir konu olmuştur. ( Uygur, 2001 s:9)
Dil felsefesi ilk bakışta XX. yüzyılda ortaya çıkmış oldukça yeni
bir felsefe dalıymış gibi görünmekle birlikte, henüz felsefe
dalları arasında bugünkü anlamda bir bölünmenin söz konusu
olmadığı Platon ile Aristotales’e dek uzanan “geleneksel
felsefe”nin hemen bütün filozofları, dili felsefi araştırmanın es
geçilmez, değme bir konu olarak görmüşlerdir. Nitekim dil üstüne
düşünüşün tarihi başta mantık olmak üzere bir bütün olarak felsefe
tarihinden ayrılamaz. Bu temel gerçeğin en önemli kanıtı,
geleneksel felsefe yapma tarzında bilgi, doğruluk, anlam, us gibi
en önemli felsefe kategorileri üzerine düşünmek ile bu
kategorileri dil yoluyla ifade etmek arasında bir ayrıma
gidilmemiş olmasıdır. Bu yüzden günümüzde çoğunlukla dil felsefesi
başlığı altında yanıt aranan sorunların önemli bir bölümü geçmişte
metafizik, bilgi kuramı, varlık bilgisi gibi temel felsefe dalları
altında ele alınmışlardır. Bundan da anlaşılacağı üzere, felsefe
tarihinde dil ile zihin ya da dil ile dünya arasındaki ilişkinin
doğasına dair ortaya bir öğreti koymamış felsefe okulu ya da
filozof yok gibidir. Bu tarihsel gerçeğe karşın günümüzdeki
anlamıyla bağımsız bir araştırma alanı olarak dil felsefesinin
temellerinin Hamann, Herde ve Von Humboldt tarafından XIX.
yüzyılın ilk yarısında atıldığı dil felsefecileri arasında
genellikle kabul edilen bir görüştür. Ancak dil felsefesinin özerk
bir felsefe dalı olarak bağımsızlığını kazanması bir yana öteki
felsefe dalları içinde belirleyici bir konuma yükselmesi,
özellikle Wittgenstein’in önceki dönem ile sonraki dönem
felsefelerinde sergilenen dilsel dönemeç aşamasıyla
gerçekleşmiştir. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s: 386-387)
Çağdaş dil
felsefesinin belki de üzerinde en çok durduğu konu, anlam
görüngüsünü bütün yönleriyle açıklayacak genel bir kuramın
oluşturulması, en azından kendi içinde tutarlı bir anlam
çözümlemesine varma arayışıdır. Bu arayış doğrultusunda
felsefecilerin en genel anlamda üç ayrı tutum sergiledikleri
söylenebilir. Bunlardan ilki dildeki tek tek bütün anlam
birimlerinin dünyadaki şeylere karşılık geldiğini dildeki her
sözcüğün bir şeye her tümceninse bir belli bir olgu bağlamına
gönderme yaptığını savunan göndergeci anlam görüşüdür.
Wittgenstein’in Tractatus Logico-Philosophicus adlı başyapıtında
ortaya koyduğu resim kuramının doruk noktasını oluşturduğu bu
görüş doğrultusunda düşünmeyi sürdürmüş felsefeciler arasında B.
Russell, R. Carnap, W Quine ile öğrencisi D. Davidson’un adları
öne çıkmaktadır. Söz konusu düşünürler kimileyin olgucu felsefenin
geçerliliğini kesinleme kaygısıyla, Wittgenstein’in anlam için
söylediklerinden çok önemli noktalarda ayrılan bir düşünce çizgisi
izlemişlerdir. Bu düşünce çizgisinin en ayırt edici özelliği,
olguculuğunda temel sorunu bir önermeyi anlamlı kılan önermenin
ilkece doğrulanabilir olması olduğunu savlayarak anlam sorununun
gerçekte bir doğruluk sorunu olduğu sonucuna varmışlardır. Varılan
sonucun en önemli içerimi analitik ile sentetik önermeler bir
yanda, normatif değer biçici öbür yanda olmak üzere olgucu
felsefenin çıkış noktalarından birini oluşturan olgu önermeleri
ile değer yargısı bildiren önermeler arasındaki ayrımı sağlama
almış olmasıdır. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s: 387)
Wittgenstein’in
TLP (Tractatus Logico-Philosophicus) ye göre dil, olguların ve
bütün olarak da gerçekliğin resmidir “ anlam” bu resmin kendisi, “
gösterim” adın gösterdiği şeydir. Dil, olguların mantıksal
biçimini yansıtır. Buna göre olgular, mantıksal biçime sahiptir.
Bu düşünceler, Wittgenstein’in ikinci döneminde tamamen terlettiği
düşünceler arasında başlıca olanlarıdır.
Wittgenstein yeniden felsefeye yöneldiğinde TLP2 deki bir yanlışı
ele alarak işe koyulur: ad ilenesne arasındaki karşılıklı o PU (
Felsefe araştırmaları)’ da (Wittgenstein’in ikinci dönem eseri)
adın taşıyıcı ile adın gösterimi arasında kesin bir ayrım yapar.
Adın gerçeklikte karşılığı olduğu şey -kişi veya nesne- adın
taşıyıcısıdır. Gösterimi değil. Adın taşıyıcısı yok olabilir ama
ad gösterimini yitirmez. Aksini düşünmeyi Wittgenstein ruh
hastalığı olarak görür: “ öyle bir ruh hastalığı düşünülebilir ki
hastalığa yakalanan biri, adları yanlızca onların taşıyıcısı
ortada olduğunda kullanılabilir ve anlayabilir olsun”. ( Soykan,
1995)
Göndergeci anlam
görüşü özünde “Olanın olduğunu olmayanın olmadığını söylemek
doğru; olanın olmadığını olmayanın olduğunu söylemekse yanlıştır”
sözüyle ilk kez Aristotales tarafından dile getirilen uygunluk
kuramı diye biline gelen doğruluk kuramının anlam görüngüsüne bir
uyarlamasıdır. İkinci anlam kuramı, anlamların insanların
zihinlerindeki tasarımlardan imgelerden ya da bir takım başka
ruhbilimsel görüngülerden oluştuğunu öne süren tasarımcı
zihinselci anlam görüşüdür. Bu görüşün en çok dile getirildiği
akımların başında genel çerçevesi Locke tarafından çizilen İngiliz
deneyciliği gelmektedir. Deneyciliğin özünde bir anlam kuramı
sunma çabasından daha çok bütün her şeyi açıklama savında olan
metafizik bir dizge olması nedeniyle bu dizgide doğal yolla
türetilen anlam açıklamasının deneyim olgusunun doğasını kavrama
amacıyla temellendirildiği görülmektedir. Bu durumun en temel
kanıtı, gerek Locke’ un gerekse Hume’un idealar ile izlenimler
arasında yaptıkları ayrıma bakılarak görülebilir. Üçüncü anlam
kuramıysa, özellikle Wittgenstein’ in sonraki dönemini yansıtan
Felsefece soruşturmalarda ortaya konan kimileyin oyun kuramı
adıyla da anılan kullanımcı anlam öğretisidir.
Bu öğretinin savunduğu temel düşünceler, dilsel dönemeçten geçerek
dil üstüne düşünmeyi sürdüren J.L. Austin, P.F. Strawson, J.
Seatle, G. Ryle gibi Wittgenstein’in izinden yürüyen dil
felsefecilerinin çalışmalarıyla oldukça verimli bir biçimde
işlenmiştir. Anlam öğretileri arasında günümüzde geçerliliği en
çok tanınan bu anlayışa göre, anlam görüngüsü belli bir dil
topluluğu içinde belli bir yaşam biçimi çerçevesinde toplumsal
uzlaşı yoluyla belirlenmiş birtakım kurallar uyarınca oynanan bir
dil oyunu olarak temellendirilmektedir. Bu anlamda bir şeyin
anlamını öğrenmek demek o şeyin belli bir bağlamda nasıl
kullanıldığını öğrenmek, yani o şeyi uygun biçimde kullanabiliyor
olmak demektir. Wittgenstein’in sonraki dönem felsefesinde
gerçekleştirildiği anlam sorununu kullanım içerisinde
çözüştürmesi, dil felsefesinde önemli bir kırılma aşamasına
karşılık gelmektedir. Anlam sorununa yaklaşım yordamında baş
gösteren bu kırılmayla birlikte dil felsefesi çalışmalarında
öteden beri egemen bir konumda bulunan anlam sorununa yönelik
yerleşik soruşturma kalıpları eski yerlerini ve değerlerini
yitirmiş; böylelikle de dil felsefesi için yeni bir soruşturma
ufku açılmıştır. Anlam sorunları yerine daha çok dilsel kullanım
sorunlarının ele alındığı bu soruşturma çerçevesinin en önemli
kavramı söylemek ile eylemek arasında geleneksel olarak yapılan
ayrımı çözüştürmeyi amaçlayan, aslında bu iki edimin bir ve aynı
şey olduğunu gösterme düşüncesi üstüne bina edilmiş söz
edimleridir. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s:388)
İçerisinde
çeşitli dil felsefesi aralaştırmalarının beraberce yürütüldüğü bu
yeni dil felsefesi çerçevesi kimileyin Wittgenstein sonrası dil
felsefesi diye kimilerince dilsel dönemeç diye adlandırılmaktadır.
Bu yeni dönemde yapılan dil felsefesinin en belirgin özelliği dil
felsefesinin artık öbür felsefe dalları arasında bu alana özgü bir
takım özel sorunların yanıtlamaya çalışıldığı bir dal olmayıp
bütün felsefe soruşturmaları için belirleyici anlamı bulunan genel
bir felsefe duruşu olarak değerlendirilmesidir. Dil felsefesinde
baş gösteren bu kırılmanın ana nedenlerinden biri hiç kuşkusuz
Heiddegger’in Dasein’a, yani insanın yeryüzünde olmaktalığına
yönelik verdiği çözümlemeler olarak gösterilebilir. Bu
çözümlemelerin en temel iletisi, Heiddegger’in “dil varlığın
evidir.” Tümcesiyle özetlenebilir. Dil ile varlık arasında
Heideggerce kurulan bu içiçelik ilişkisi, felsefenin bundan böyle
kurgusal metafizik yaparak varlık soruşturması yapamayacağını
yüksek sesle dile getirmeyi amaçlar.
Bunun yerine Heidegger’in önerisi insan olarak dünyadaki
deneyimlerimizin dilsel betimlenme yöntemiyle kavranmasına yönelik
kesintisiz bir dil soruşturmaları sürecini başlatmaktadır. Nitekim
Heidegger’in felsefesine getirdiği açımlamalardan ötürü
“Heidegger’in Köyden Kente İndirme” payesi verilen Gademer
“Anlaşılabilecek biricik varlık dildir.” diyerek geleneksel
felsefenin başsız sonsuz belgisel saltık varlık tasarımını dil
içerisinde alaşağı etmiştir. Kuşkusuz bu sonuç yine
Wittegenstein’in “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”
tümcesinde anlam kazanan bir sonuçtur. Bu yeni felsefece duruşun
en önemli etkisi, kıta felsefesi ile çözümleyici felsefe
arasındaki dengenin kıta felsefesinden yana, özelliklede
“yorumsamacı” “varoluşçu” “görüngü bilimsel” dil felsefesinin
soruşturma çerçeveleri lehine bozulmuş olmasıdır. (Güçlü ve
Diğerleri, 2002, s: 389)
Dil felsefesi
araştırmalarında öne çıkan bir başka ana doğrultu başını
Chomsky’nin çektiği “söz dizimci yaklaşım”dır. Bu yaklaşıma göre,
kullanımcı anlam öğretisi de dilin temel amacının bildirişim
olduğunu savunan dil bilim kaynaklı bütün görüşlerde dil
görüngüsünü açıklamada yetersiz kalmaktadırlar. Chomsky bu
eksikliği gidermek için öncelikle insanın doğası gereği “söz
dizimci” bir varlık olduğu geçeğine parmak basar. Buna bağlı
olarak da dilin insan kavrayışına ilkece açık bir özü varsa bunun
söz diziminde gizli olarak bulunduğunu ileri sürer. Dilin özünün
dilin söz dizimi olduğun savunan bu yaklaşımın aşırı uçları dil
felsefesinin araştırma alanını söz dizimi ile sınırlamaktan
yanadır. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s: 389)
Bu Başlığa İlişkin Kaynakça:
Güçlü, A. Baki, Uzun,
Erkan, Serkan, Uzun, Yolsal, Hüsrev Ümit. Felsefe Sözlüğü. Bilim
ve Sanat Yayınları. İstanbul: 2002
Soykan, Ömer Naci. Felsefe ve Dil. Kabalcı Yayınevi. İstanbul:
1995.
Uygur Mermi. Dilin Gücü. YKY Yayınları: 2001
Anlam konusundaki
görüşleri özetleyelim.
DİLİN
GÖRÜNÜMLERİ
İnsan diliyle sınırlanmış dil kavramında çeşitli görünümler
karşımıza çıkar. Daha W.v. Humboldt , dilden “ergon” (kurallar
sistemi ve sözcükler hazinesi olarak dil) ve “energeia” (sürekli
yinelenen bir konuşma etkinliği olarak dil) olarak söz etmiştir.
H. Steinhtal bugüne kadar sık sık yinelenegelen bir ayrım
yapmıştır. O dilde şu üç öğeyi ayırmaktadır:
1) Konuşma:
Dilin burada ve şimdi için düşünülmüş eylemi veya kullanımı.
2)
Dil etkinliği:
Dil, fizyolojik
bir enerjiyi, yani sesi, hece haline dökme etkinliği olduğu kadar,
düşünülmüş olan şeyi bu hecelerle dışa vurma etkinliği ve aynı
zaman- da kapasitesidir.
3)
Dil içeriği:
Dil
etkinliğinden çıkan ve konuşma sırasında başvurulan, yapılmış
öğeler.
Bunlar düşünülen şeyi (objeyi) dışa vurması gereken şeylerdir
("Gramer, Mantık ve Psikoloji", 1855, s. 137). G.v.d. Gatelentz de
Steinthal'inkine benzer bir sınıflama yapmıştır. Ama dilbilimciler
çevresinde en tanınmış sınıflama, F. de Saussure 'un yaptığı
sınıflamadır.
Onun;
"langage" (= insani dil
yetisi)
"langue" (= somut dil)
"parole" (= dil edimi)
ayırımı genç dil araştırmacılarını oldukça etkilemiş, bu ayrımına
dördüncü bir moment olarak
"parler" ( bireysel dil stili )
eklenmiştir.
Son olarak K. Bühler'in araştırmalarına dayanılarak, dildeki bu
dört görünüm, bir şema içersinde şöyle gösterilmiştir:
W.Bumann
DİL FELSEFESİ
Dil böylesine çok sayıda disiplinin konusu ise, empirik dil
bilimlerinin yanısıra bir "dil felsefesi" nin nasıl bir görevi
olabileceği sorulabilir. Önce dile yönelen felsefi uğraşları
birincil ve ikincil olarak ayırmak gerekir.
Birincil felsefı uğraşlar, doğrudan doğruya dil fenomenine
yönelirlerken, ikincil felsefi uğraşlar; dili , belli bir felsefı
tematik içinde ele alırlar.
Birincil dil felsefesi bir
yandan empirik dilbilimsel araştırmaların metodolojik açıdan
temellendirilmesi ile uğraşırken; öbür yandan, elde bulunan
veriler çokluğu içinde bu verileri açıklamak için başvurulan ana
ilkeleri bir birliğe sokmaya çalışır. O, dilbilimsel araştırmayı
hem geliştirmek, hem de bu araştırmanın sonuçlarını bir odakta
toparlamak istemesiyle, empirik dilbilimin ulaştığı son nokta veya
yer olarak görülebilir.
O çeşitli dilbilimsel araştırmaların sonuçlarına topluca bakmakla,
yeni bilgilere yol açar ve yeni problemler formüle eder. Yine o,
dilbilime karşıt olarak, dilin kendisini veya "genel dil tipi"ni
konu aldığından, öbür yandan "genel dilbilimi" ile aynı
düzlemdedir. Hatta, "dil felsefesi," "genel dilbilimi" ve "dil
kuramı" , bu anlamda özdeş kavramlardır. Aslında bunlar, hiç
kuşkusuz empirik dil araştırmasının sonuçlarını gözardı etmeksizin
ve öbür yandan verimsiz spekülasyonlara dalmaksızın çalışmak
zorundadırlar. Bu yüzden dil felsefesinin konusunu, empirik
dilbilimin konu ve araştırma sonuçlarını gözönünde tutmadan
betimlemek uygunsuz olur.
İkincil dil felsefesi daha
çok disiplinler arası bağlantıların felsefe aracılığıyla bütüncül
biçimde kurulabileceğine inanan filozoflar tarafından
geliştirilir. Bu tür felsefenin temsilcileri, çoğunlukla dil
felsefesine ait tüm problemleri bütüncül bir bakış altında çözme
iddiasını güderler. Örneğin dil mantığı, dil ontolojisi, felsefı
semantik, dıl estetiği, fenomenoloji ve son olarak varoluşçu dil
felsefesi bu gruba girer.
DİL KURAMLARI
Genel felsefi kutuplaşmalar dil felsefesinde de kendilerini
gösterirler. Ama ayrıca dil felsefesinde çeşitli metafiziksel
tutumların çeşitli zamanlarda yenilenerek ortaya çıktıkları ve
süreklilik kazandıkları da görülür. Dil felsefesinde dil
pozitivizmi ile dil idealizmi arasında sık sık bir temel ayırım
yapılır. Burada bu kutuplara ve bunların temsilcilerine ancak
kısaca yer verebileceğiz.
Dil pozitivizminden sözedilirken, önce, "yöntemsel pozitivizm" ile
"metafıziksel pozitivizm" arasında ayırım yapmak gerekir.
Yöntemsel pozitivizm, bilim adamından, kendi araştırma ve
bulgularının dışına çıkmamasını, denetlenebilir olgu ve olayları
saptamasını talep eder. Hiç kuşkusuz bu yöntemsel pozitivizm,
bugün de her bilim ve her felsefe uğraşı için açık bir taleptir.
"Metafiziksel pozitivizm" den ise, deneylenemeyen ve ,
doğrulamayan herşeyi yadsıyan bir pozitivizmi anlıyoruz. Bu
metafiziksel pozitivizm üzerinde burada kısaca durmak gerekir.
Çünkü onun izleyicileri, dili, idealist dil kuramlarını toptan bir
yadsıma eğilimi içinde, sadece pozitif bir veri sayarlar. Burada
dilin yukarıda anılan dört görünümünden bazen biri, bazen öbürü
araştırmanın merkezcil konusunu oluşturur.
W. Scherer 1874'de şöyle yazmıştı: "Dünyagörüşleri kendi
kredilerini tüketirler... Çünkü sadece 'ilginç' olan şeyin bir
değeri yoktur. Biz, haklarında bizi yeni bir kavrayışa götürecek
olgular nerededir diye soruyoruz... Sorumlu bir olgu araştırması,
ilk ve kaçınılmaz taleptir" ( "Yeni Kuşak", 1874,). Her türlü dil"dil tini" (Sprachgeist), ' içkin dil formu ,metafiziğini
yadsıyan, "toplum tini" gibi kavramları felsefeden elemek. isteyen
bu pozitivizmin kendisinibiz "metafiziksel pozitivizm" olarak
adlandırmak istiyoruz. Örneğin "genç dilbilgiciler (gramerciler)
okulu'nıın sistemcisi H. Paul "Dil Tarihinin İlkeleri" (6. baskı,
1960) adlı yapıtında şöyle demektedir: "Eğer gerçek şüreçlerdeki
etkenleri herhangi bir şekilde belirlemeyi denemek istiyorsak,
parolamız 'tüm soyutlamaları defetmek' olmalıdır" .
Aynı kalkış noktasından hareketle 1920'li yılların sonunda ortaya
çıkan, ama araştırmada tamamen farklı yollar izleyen mantıkçı
pozıtıvizmin temsilcileri, dile, tamamen bir işaretler sistemi ve
toplum içinde bildirişmeyi sağlayan bir araç olarak eğilmişlerdir.
Pozitivizm içinde ekstrem bir kalkış noktasından hareket eden bir
başka grup da Amerikan behavioristleridir. Bunlar aslında mekanik
bir materyalizmden hareketle, deney yoluyla elde edilmiş, doğrudan
gözlemle aracısız araştırma konusu olabilen dış davranışları
(veya: behavio) ele almakla kendilerini sınırlarlar. Her davranış
bir duyusal- duygusal etkinin ve tepkinin ürünü olarak betimlenir.
Bu, dile uygulandığında, dili koşullu tepkilerin bir sistemi
saymaya ve sonradan giderek, bu sistemin kendisinin de işitenleri
etkileyen bir etken olarak görülmesine yol açar. Buna göre,
dilbilimsel araştırmanın konusu, yukarıda anılan dört ana görünüm
içinden "konuşma edimi" ile sınırlanmış olur ve dil, biçimlerden,
ses davranışlarından oluşan bir şey, etki-tepki öğelerinden oluşan
bir konuşma edimi olarak anlaşılır.
Pozitivizme karşıtlık içinde, metafıziksel dil idealizminin
yandaşları için dil, veri olan dilden ve konuşma etkinliğinden çok
daha fazla bir şeydir.Dil, bir idenin, logos'un, aklın bir
görünüşü, bağımsız oluşan bir tinsel yaşamın meyvasıdır. Dil, bu
anlamda, daha Antikçağda (Herakleitos, Stoacılar, Yeni
Platoncular ve Yeni Platoncu Hıristiyanlık yandaşları ve
mistikler) mutlak ve tanrısal bir tözün açımı olarak
anlaşılmıştır. Günümüzde M. Heidegger de, dili, içinde varlığın su
yüzüne çıktığı, kendini gösterdiği bir logos olarak tanımlar:
"Dil, varlığın ışıyarak örtüsünü açtığı yerdir" ("Hümanizm
Üzerine"). W.V.Humboldt ise şöyle yarar: "Dil, bir yandan,
insanın genel tinsel enerjisinin düzenli işleyen bir çark içinde
açığa çıkmasıdır; öbür yandan bu çark içinde dilsel yetkinlik
idesinin gerçeklikte bir varoluş kazanma çabası vardır. Bu çabaya
eğilmek ve onu bu haliyle betimlemek, dil araştırmacısının son ama en basit çözümde, esas görevidir" ("İnsan
Dillerinin Yapısındaki Çeşitlilik üzerine" 1836)
Daha sonra Humboldt 'a dayanılarak, dil araştırmacısından hep buna
benzer bir görevi üstlenmesi istenegelmiştir. Örneğin Latin
dilleri araştırmacısı (romanist) K. Vossler 1904'de yayınlanan
"Dilbilimde Pozitivizm ve İdealizm" adlı yapıtında, pozitivizme
karşı tutkulu bir muhalefet içinde şöyle yazıyordu: "Bu yüzden
dilbilimin görevi asla şundan başka bir şey değildir: Tüm dil
formlarının tek etkin nedeni olarak tini görmek ve göstermek."
|