...................
...................
DİL FELSEFESİ  -1
Hazırlayan: Mehmet Ali Ceylan
                         
...................
 
...................
Dil Felsefesi'nin özellikle 20. yüzyılın başından başlayarak felsefenin temel ilgi alanı olduğunu görüyoruz. Site ve forumda dil felsefesinin gündeme getirdiği soru ve yanıtlar üzerine bir çok yazı yer aldı, ayrıca anlama çabamız doğrultusunda söyleştik.
 

Felsefe Alanları konusunda “dil felsefesi”nin ilgilendiği alt alanlara değinildi. Özetle, dil felsefesi ; değişik söyleme olanaklarını çözümleyen, anlamı anlamlandırmaya çalışan, anlamın nasıl oluştuğunu, dilde nasıl dolaştığını, nasıl iletildiğini araştıran, dil gerçeklik ilişkisini açıklayan, dil-iletişim ilişkisini betimleyen, dil görüngüsünün kavranmasında belirleyici boyutları ele alan bir disiplin.

Kendini bilmek ile “dil”i bilmek arasında çok yakın bir ilişki ve örtüşme olduğunu düşünüyorum.

 

“Dil” konusundaki felsefece düşünme için bir giriş alanı oluşturmaktan başka iddiası olmayan (ve tabi bu konuya yaşamını adamış düşünürlerin görüşlerinden oluşacak) bir alıntılar demeti sunulmaya çalışılacak burada.

 

İlk aşamada yararlanacağım kaynaklar:

 

1) Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları

2) Dil Felsefesi, Waltraud Bumann (Günümüzdeki Felsefe Disiplinleri- Çeviri: Doğan Özlem.) Ara Yayıncılık-1990

 

Dil felsefesi ilk bakışta XX. yüzyılda ortaya çıkmış oldukça yeni bir felsefe dalıymış gibi görünmekle birlikte, henüz felsefe dalları arasında bugünkü anlamda bir bölünmenin söz konusu olmadığı Platon ile Aristoteles'e dek uzanan "geleneksel felsefe"nin hemen bütün filozofları, dili felsefi araştırmanın es geçilemez, değme bir konusu olarak görmüşlerdir.

 

Nitekim dil üstüne düşünüşün tarihi başta mantık tarihi olmak üzere bir bütün olarak felsefe tarihinden ayrılamaz. Bu temel gerçeğin en önemli kanıtı, geleneksel felsefe yapma tarzında bilgi, doğruluk, anlam, us gibi en önemli felsefe kategorileri üzerine düşünmek ile bu kategorileri dil yoluyla ifade etmek arasında bir ayrıma gidilmemiş olmasıdır.

 

Bu yüzden günümüzde çoğunluk dil felsefesi başlığı altında yanıt aranan soruların önemli bir bölümü geçmişte metafizik, bilgikuramı, varlıkbilgisi gibi temel felsefe dalları altında ele alınmışlardır. Bundan da anlaşılacağı üzere, felsefe tarihinde dil ile zihin ya da dünya ile dil arasındaki ilişkinin doğasına dair ortaya bir öğreti koymamış felsefe okulu ya da fılozof yok gibidir. Bu tarihsel gerçeğe karşın, günümüzdeki anlamıyla bağımsız bir araştırma alanı olarak dil felsefesinin temellerinin Hamann, Herder ve von Humboldt tarafından XIX. yüzyılın ilk yarısında atıldığı dil felsefecileri arasında genellikle kabul edilen bir görüştür.

 

Ancak dil felsefesinin özerk bir felsefe dalı olarak bağımsızlığını kazanması bir yana öteki felsefe dalları için de belirleyici bir konuma yükselmesi, özellikle Wittgenstein'ın "önceki dönem" ile "sonraki dönem" felsefelerinde sergilenen dılsel dönemeç aşamasıyla gerçekleşmiştir.

 

 

DİL FELSEFESİ
(ing.philosopby of language; Fr. Philosopbie du langage; Alm. Sprachpbilosophie)


Dil felsefesi en genel anlamda, bir bütün olarak dilin kökenini, yapısını, özünü ve doğasını, kapsamını ve içeriğini inceleyen; farklı diller arasındaki köken ve yapı bakımından ortak özellikleri araştıran; bilim dili, şiir dili, matematik dili,bilgisayar dili, beden dili diye adlandırılan değişik söyleme olanaklarını çözümleyen; anlamın, anlamlı ifade ile anlamsız ifadeyi birbirinden ayıranın neler olduğunu ortaya koyan; dildeki anlamın nasıl oluşturduğunu, anlamların dilde nasıl dolaştığını, nasıl iletildiklerini, nasıl anlaşıldıklarını betimleyen; kavramlar ile kavramsallaştırmalar, sözcükler ile nesneler, tümceler ile olgu ya da olgu bağlamları arasındaki ilişkiye odaklanarak dil ile gerçeklik arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunu açıklayan; dil yoluyla iletişimin nasıl ve hangi koşullar altında olanaklı olduğunu özellikle dilin simgeselliğine yoğunlaşarak betimleyen; dilin sözdizimi, pragmatik (edim bilim/kullanım bilim), anabilim, göstergebilim, retorik gibi dil görüngüsünün kavranmasında belirleyici konumda bulunan boyutlarını araştıran; dilin insan yaşamındaki yerini ve önemini, başta genel felsefe anlayışımıza ilişkin anlamları olmak üzere, bütün yönleriyle sistemli bir biçimde ele alan felsefe dalıdır. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s: 385-386)


Dilin gücü etkisi kültür varlığının her yanında kendini duyurur: Toplum, din, edebiyat tarih, bilim, eğitim gibi kültürün her yöresi en iç öğelerine dek zorunlukla dili damgasını taşır. Yönü, amacı, kapsamı, başarısı ne olursa olsun, insanın yürüdüğü görünür görünmez tüm yollar dilden geçer. Çepeçevre insan varoluşunun ana koşuludur dil. İnsan konuşan bir varlık olduğu için dil, her çağda güncel bir konu olmuştur. ( Uygur, 2001 s:9)

Dil felsefesi ilk bakışta XX. yüzyılda ortaya çıkmış oldukça yeni bir felsefe dalıymış gibi görünmekle birlikte, henüz felsefe dalları arasında bugünkü anlamda bir bölünmenin söz konusu olmadığı Platon ile Aristotales’e dek uzanan “geleneksel felsefe”nin hemen bütün filozofları, dili felsefi araştırmanın es geçilmez, değme bir konu olarak görmüşlerdir. Nitekim dil üstüne düşünüşün tarihi başta mantık olmak üzere bir bütün olarak felsefe tarihinden ayrılamaz. Bu temel gerçeğin en önemli kanıtı, geleneksel felsefe yapma tarzında bilgi, doğruluk, anlam, us gibi en önemli felsefe kategorileri üzerine düşünmek ile bu kategorileri dil yoluyla ifade etmek arasında bir ayrıma gidilmemiş olmasıdır. Bu yüzden günümüzde çoğunlukla dil felsefesi başlığı altında yanıt aranan sorunların önemli bir bölümü geçmişte metafizik, bilgi kuramı, varlık bilgisi gibi temel felsefe dalları altında ele alınmışlardır. Bundan da anlaşılacağı üzere, felsefe tarihinde dil ile zihin ya da dil ile dünya arasındaki ilişkinin doğasına dair ortaya bir öğreti koymamış felsefe okulu ya da filozof yok gibidir. Bu tarihsel gerçeğe karşın günümüzdeki anlamıyla bağımsız bir araştırma alanı olarak dil felsefesinin temellerinin Hamann, Herde ve Von Humboldt tarafından XIX. yüzyılın ilk yarısında atıldığı dil felsefecileri arasında genellikle kabul edilen bir görüştür. Ancak dil felsefesinin özerk bir felsefe dalı olarak bağımsızlığını kazanması bir yana öteki felsefe dalları içinde belirleyici bir konuma yükselmesi, özellikle Wittgenstein’in önceki dönem ile sonraki dönem felsefelerinde sergilenen dilsel dönemeç aşamasıyla gerçekleşmiştir. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s: 386-387)
 

Çağdaş dil felsefesinin belki de üzerinde en çok durduğu konu, anlam görüngüsünü bütün yönleriyle açıklayacak genel bir kuramın oluşturulması, en azından kendi içinde tutarlı bir anlam çözümlemesine varma arayışıdır. Bu arayış doğrultusunda felsefecilerin en genel anlamda üç ayrı tutum sergiledikleri söylenebilir. Bunlardan ilki dildeki tek tek bütün anlam birimlerinin dünyadaki şeylere karşılık geldiğini dildeki her sözcüğün bir şeye her tümceninse bir belli bir olgu bağlamına gönderme yaptığını savunan göndergeci anlam görüşüdür. Wittgenstein’in Tractatus Logico-Philosophicus adlı başyapıtında ortaya koyduğu resim kuramının doruk noktasını oluşturduğu bu görüş doğrultusunda düşünmeyi sürdürmüş felsefeciler arasında B. Russell, R. Carnap, W Quine ile öğrencisi D. Davidson’un adları öne çıkmaktadır. Söz konusu düşünürler kimileyin olgucu felsefenin geçerliliğini kesinleme kaygısıyla, Wittgenstein’in anlam için söylediklerinden çok önemli noktalarda ayrılan bir düşünce çizgisi izlemişlerdir. Bu düşünce çizgisinin en ayırt edici özelliği, olguculuğunda temel sorunu bir önermeyi anlamlı kılan önermenin ilkece doğrulanabilir olması olduğunu savlayarak anlam sorununun gerçekte bir doğruluk sorunu olduğu sonucuna varmışlardır. Varılan sonucun en önemli içerimi analitik ile sentetik önermeler bir yanda, normatif değer biçici öbür yanda olmak üzere olgucu felsefenin çıkış noktalarından birini oluşturan olgu önermeleri ile değer yargısı bildiren önermeler arasındaki ayrımı sağlama almış olmasıdır. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s: 387)
 

Wittgenstein’in TLP (Tractatus Logico-Philosophicus) ye göre dil, olguların ve bütün olarak da gerçekliğin resmidir “ anlam” bu resmin kendisi, “ gösterim” adın gösterdiği şeydir. Dil, olguların mantıksal biçimini yansıtır. Buna göre olgular, mantıksal biçime sahiptir. Bu düşünceler, Wittgenstein’in ikinci döneminde tamamen terlettiği düşünceler arasında başlıca olanlarıdır.
Wittgenstein yeniden felsefeye yöneldiğinde TLP2 deki bir yanlışı ele alarak işe koyulur: ad ilenesne arasındaki karşılıklı o PU ( Felsefe araştırmaları)’ da (Wittgenstein’in ikinci dönem eseri) adın taşıyıcı ile adın gösterimi arasında kesin bir ayrım yapar. Adın gerçeklikte karşılığı olduğu şey -kişi veya nesne- adın taşıyıcısıdır. Gösterimi değil. Adın taşıyıcısı yok olabilir ama ad gösterimini yitirmez. Aksini düşünmeyi Wittgenstein ruh hastalığı olarak görür: “ öyle bir ruh hastalığı düşünülebilir ki hastalığa yakalanan biri, adları yanlızca onların taşıyıcısı ortada olduğunda kullanılabilir ve anlayabilir olsun”. ( Soykan, 1995)
 

Göndergeci anlam görüşü özünde “Olanın olduğunu olmayanın olmadığını söylemek doğru; olanın olmadığını olmayanın olduğunu söylemekse yanlıştır” sözüyle ilk kez Aristotales tarafından dile getirilen uygunluk kuramı diye biline gelen doğruluk kuramının anlam görüngüsüne bir uyarlamasıdır. İkinci anlam kuramı, anlamların insanların zihinlerindeki tasarımlardan imgelerden ya da bir takım başka ruhbilimsel görüngülerden oluştuğunu öne süren tasarımcı zihinselci anlam görüşüdür. Bu görüşün en çok dile getirildiği akımların başında genel çerçevesi Locke tarafından çizilen İngiliz deneyciliği gelmektedir. Deneyciliğin özünde bir anlam kuramı sunma çabasından daha çok bütün her şeyi açıklama savında olan metafizik bir dizge olması nedeniyle bu dizgide doğal yolla türetilen anlam açıklamasının deneyim olgusunun doğasını kavrama amacıyla temellendirildiği görülmektedir. Bu durumun en temel kanıtı, gerek Locke’ un gerekse Hume’un idealar ile izlenimler arasında yaptıkları ayrıma bakılarak görülebilir. Üçüncü anlam kuramıysa, özellikle Wittgenstein’ in sonraki dönemini yansıtan Felsefece soruşturmalarda ortaya konan kimileyin oyun kuramı adıyla da anılan kullanımcı anlam öğretisidir.

Bu öğretinin savunduğu temel düşünceler, dilsel dönemeçten geçerek dil üstüne düşünmeyi sürdüren J.L. Austin, P.F. Strawson, J. Seatle, G. Ryle gibi Wittgenstein’in izinden yürüyen dil felsefecilerinin çalışmalarıyla oldukça verimli bir biçimde işlenmiştir. Anlam öğretileri arasında günümüzde geçerliliği en çok tanınan bu anlayışa göre, anlam görüngüsü belli bir dil topluluğu içinde belli bir yaşam biçimi çerçevesinde toplumsal uzlaşı yoluyla belirlenmiş birtakım kurallar uyarınca oynanan bir dil oyunu olarak temellendirilmektedir. Bu anlamda bir şeyin anlamını öğrenmek demek o şeyin belli bir bağlamda nasıl kullanıldığını öğrenmek, yani o şeyi uygun biçimde kullanabiliyor olmak demektir. Wittgenstein’in sonraki dönem felsefesinde gerçekleştirildiği anlam sorununu kullanım içerisinde çözüştürmesi, dil felsefesinde önemli bir kırılma aşamasına karşılık gelmektedir. Anlam sorununa yaklaşım yordamında baş gösteren bu kırılmayla birlikte dil felsefesi çalışmalarında öteden beri egemen bir konumda bulunan anlam sorununa yönelik yerleşik soruşturma kalıpları eski yerlerini ve değerlerini yitirmiş; böylelikle de dil felsefesi için yeni bir soruşturma ufku açılmıştır. Anlam sorunları yerine daha çok dilsel kullanım sorunlarının ele alındığı bu soruşturma çerçevesinin en önemli kavramı söylemek ile eylemek arasında geleneksel olarak yapılan ayrımı çözüştürmeyi amaçlayan, aslında bu iki edimin bir ve aynı şey olduğunu gösterme düşüncesi üstüne bina edilmiş söz edimleridir. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s:388)
 

İçerisinde çeşitli dil felsefesi aralaştırmalarının beraberce yürütüldüğü bu yeni dil felsefesi çerçevesi kimileyin Wittgenstein sonrası dil felsefesi diye kimilerince dilsel dönemeç diye adlandırılmaktadır. Bu yeni dönemde yapılan dil felsefesinin en belirgin özelliği dil felsefesinin artık öbür felsefe dalları arasında bu alana özgü bir takım özel sorunların yanıtlamaya çalışıldığı bir dal olmayıp bütün felsefe soruşturmaları için belirleyici anlamı bulunan genel bir felsefe duruşu olarak değerlendirilmesidir. Dil felsefesinde baş gösteren bu kırılmanın ana nedenlerinden biri hiç kuşkusuz Heiddegger’in Dasein’a, yani insanın yeryüzünde olmaktalığına yönelik verdiği çözümlemeler olarak gösterilebilir. Bu çözümlemelerin en temel iletisi, Heiddegger’in “dil varlığın evidir.” Tümcesiyle özetlenebilir. Dil ile varlık arasında Heideggerce kurulan bu içiçelik ilişkisi, felsefenin bundan böyle kurgusal metafizik yaparak varlık soruşturması yapamayacağını yüksek sesle dile getirmeyi amaçlar.

Bunun yerine Heidegger’in önerisi insan olarak dünyadaki deneyimlerimizin dilsel betimlenme yöntemiyle kavranmasına yönelik kesintisiz bir dil soruşturmaları sürecini başlatmaktadır. Nitekim Heidegger’in felsefesine getirdiği açımlamalardan ötürü “Heidegger’in Köyden Kente İndirme” payesi verilen Gademer “Anlaşılabilecek biricik varlık dildir.” diyerek geleneksel felsefenin başsız sonsuz belgisel saltık varlık tasarımını dil içerisinde alaşağı etmiştir. Kuşkusuz bu sonuç yine Wittegenstein’in “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” tümcesinde anlam kazanan bir sonuçtur. Bu yeni felsefece duruşun en önemli etkisi, kıta felsefesi ile çözümleyici felsefe arasındaki dengenin kıta felsefesinden yana, özelliklede “yorumsamacı” “varoluşçu” “görüngü bilimsel” dil felsefesinin soruşturma çerçeveleri lehine bozulmuş olmasıdır. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s: 389)
 

Dil felsefesi araştırmalarında öne çıkan bir başka ana doğrultu başını Chomsky’nin çektiği “söz dizimci yaklaşım”dır. Bu yaklaşıma göre, kullanımcı anlam öğretisi de dilin temel amacının bildirişim olduğunu savunan dil bilim kaynaklı bütün görüşlerde dil görüngüsünü açıklamada yetersiz kalmaktadırlar. Chomsky bu eksikliği gidermek için öncelikle insanın doğası gereği “söz dizimci” bir varlık olduğu geçeğine parmak basar. Buna bağlı olarak da dilin insan kavrayışına ilkece açık bir özü varsa bunun söz diziminde gizli olarak bulunduğunu ileri sürer. Dilin özünün dilin söz dizimi olduğun savunan bu yaklaşımın aşırı uçları dil felsefesinin araştırma alanını söz dizimi ile sınırlamaktan yanadır. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s: 389)

Bu Başlığa İlişkin Kaynakça:
Güçlü, A. Baki, Uzun, Erkan, Serkan, Uzun, Yolsal, Hüsrev Ümit. Felsefe Sözlüğü. Bilim ve Sanat Yayınları. İstanbul: 2002
Soykan, Ömer Naci. Felsefe ve Dil. Kabalcı Yayınevi. İstanbul: 1995.
Uygur Mermi. Dilin Gücü. YKY Yayınları: 2001

 

Anlam konusundaki görüşleri özetleyelim.
 


 

DİLİN GÖRÜNÜMLERİ

İnsan diliyle sınırlanmış dil kavramında çeşitli görünümler karşımıza çıkar. Daha W.v. Humboldt , dilden “ergon” (kurallar sistemi ve sözcükler hazinesi olarak dil) ve “energeia” (sürekli yinelenen bir konuşma etkinliği olarak dil) olarak söz etmiştir. H. Steinhtal bugüne kadar sık sık yinelenegelen bir ayrım yapmıştır. O dilde şu üç öğeyi ayırmaktadır:

1) Konuşma: Dilin burada ve şimdi için düşünülmüş eylemi veya kullanımı.

2
) Dil etkinliği: Dil, fizyolojik bir enerjiyi, yani sesi, hece haline dökme etkinliği olduğu kadar, düşünülmüş olan şeyi bu hecelerle dışa vurma etkinliği ve aynı zaman- da kapasitesidir.

3
) Dil içeriği: Dil etkinliğinden çıkan ve konuşma sırasında başvurulan, yapılmış öğeler.

Bunlar düşünülen şeyi (objeyi) dışa vurması gereken şeylerdir ("Gramer, Mantık ve Psikoloji", 1855, s. 137). G.v.d. Gatelentz de Steinthal'inkine benzer bir sınıflama yapmıştır. Ama dilbilimciler çevresinde en tanınmış sınıflama, F. de Saussure 'un yaptığı sınıflamadır.

Onun;

"langage" (= insani dil yetisi)

"langue" (= somut dil)

"parole" (= dil edimi) ayırımı genç dil araştırmacılarını oldukça etkilemiş, bu ayrımına dördüncü bir moment olarak "parler" ( bireysel dil stili ) eklenmiştir.

Son olarak K. Bühler'in araştırmalarına dayanılarak, dildeki bu dört görünüm, bir şema içersinde şöyle gösterilmiştir:
 

 


W.Bumann

 


DİL FELSEFESİ

Dil böylesine çok sayıda disiplinin konusu ise, empirik dil bilimlerinin yanısıra bir "dil felsefesi" nin nasıl bir görevi olabileceği sorulabilir. Önce dile yönelen felsefi uğraşları birincil ve ikincil olarak ayırmak gerekir.

Birincil felsefı uğraşlar, doğrudan doğruya dil fenomenine yönelirlerken, ikincil felsefi uğraşlar; dili , belli bir felsefı tematik içinde ele alırlar.

Birincil dil felsefesi bir yandan empirik dilbilimsel araştırmaların metodolojik açıdan temellendirilmesi ile uğraşırken; öbür yandan, elde bulunan veriler çokluğu içinde bu verileri açıklamak için başvurulan ana ilkeleri bir birliğe sokmaya çalışır. O, dilbilimsel araştırmayı hem geliştirmek, hem de bu araştırmanın sonuçlarını bir odakta toparlamak istemesiyle, empirik dilbilimin ulaştığı son nokta veya yer olarak görülebilir.

O çeşitli dilbilimsel araştırmaların sonuçlarına topluca bakmakla, yeni bilgilere yol açar ve yeni problemler formüle eder. Yine o, dilbilime karşıt olarak, dilin kendisini veya "genel dil tipi"ni konu aldığından, öbür yandan "genel dilbilimi" ile aynı düzlemdedir. Hatta, "dil felsefesi," "genel dilbilimi" ve "dil kuramı" , bu anlamda özdeş kavramlardır. Aslında bunlar, hiç kuşkusuz empirik dil araştırmasının sonuçlarını gözardı etmeksizin ve öbür yandan verimsiz spekülasyonlara dalmaksızın çalışmak zorundadırlar. Bu yüzden dil felsefesinin konusunu, empirik dilbilimin konu ve araştırma sonuçlarını gözönünde tutmadan betimlemek uygunsuz olur.

İkincil dil felsefesi daha çok disiplinler arası bağlantıların felsefe aracılığıyla bütüncül biçimde kurulabileceğine inanan filozoflar tarafından geliştirilir. Bu tür felsefenin temsilcileri, çoğunlukla dil felsefesine ait tüm problemleri bütüncül bir bakış altında çözme iddiasını güderler. Örneğin dil mantığı, dil ontolojisi, felsefı semantik, dıl estetiği, fenomenoloji ve son olarak varoluşçu dil felsefesi bu gruba girer.

 

 

DİL KURAMLARI

Genel felsefi kutuplaşmalar dil felsefesinde de kendilerini gösterirler. Ama ayrıca dil felsefesinde çeşitli metafiziksel tutumların çeşitli zamanlarda yenilenerek ortaya çıktıkları ve süreklilik kazandıkları da görülür. Dil felsefesinde dil pozitivizmi ile dil idealizmi arasında sık sık bir temel ayırım yapılır. Burada bu kutuplara ve bunların temsilcilerine ancak kısaca yer verebileceğiz.

Dil pozitivizminden sözedilirken, önce, "yöntemsel pozitivizm" ile "metafıziksel pozitivizm" arasında ayırım yapmak gerekir. Yöntemsel pozitivizm, bilim adamından, kendi araştırma ve bulgularının dışına çıkmamasını, denetlenebilir olgu ve olayları saptamasını talep eder. Hiç kuşkusuz bu yöntemsel pozitivizm, bugün de her bilim ve her felsefe uğraşı için açık bir taleptir.

"Metafiziksel pozitivizm" den ise, deneylenemeyen ve , doğrulamayan herşeyi yadsıyan bir pozitivizmi anlıyoruz. Bu metafiziksel pozitivizm üzerinde burada kısaca durmak gerekir. Çünkü onun izleyicileri, dili, idealist dil kuramlarını toptan bir yadsıma eğilimi içinde, sadece pozitif bir veri sayarlar. Burada dilin yukarıda anılan dört görünümünden bazen biri, bazen öbürü araştırmanın merkezcil konusunu oluşturur.

W. Scherer 1874'de şöyle yazmıştı: "Dünyagörüşleri kendi kredilerini tüketirler... Çünkü sadece 'ilginç' olan şeyin bir değeri yoktur. Biz, haklarında bizi yeni bir kavrayışa götürecek olgular nerededir diye soruyoruz... Sorumlu bir olgu araştırması, ilk ve kaçınılmaz taleptir" ( "Yeni Kuşak", 1874,). Her türlü dil"dil tini" (Sprachgeist), ' içkin dil formu ,metafiziğini yadsıyan, "toplum tini" gibi kavramları felsefeden elemek. isteyen bu pozitivizmin kendisinibiz "metafiziksel pozitivizm" olarak adlandırmak istiyoruz. Örneğin "genç dilbilgiciler (gramerciler) okulu'nıın sistemcisi H. Paul "Dil Tarihinin İlkeleri" (6. baskı, 1960) adlı yapıtında şöyle demektedir: "Eğer gerçek şüreçlerdeki etkenleri herhangi bir şekilde belirlemeyi denemek istiyorsak, parolamız 'tüm soyutlamaları defetmek' olmalıdır" .

Aynı kalkış noktasından hareketle 1920'li yılların sonunda ortaya çıkan, ama araştırmada tamamen farklı yollar izleyen mantıkçı pozıtıvizmin temsilcileri, dile, tamamen bir işaretler sistemi ve toplum içinde bildirişmeyi sağlayan bir araç olarak eğilmişlerdir.

Pozitivizm içinde ekstrem bir kalkış noktasından hareket eden bir başka grup da Amerikan behavioristleridir. Bunlar aslında mekanik bir materyalizmden hareketle, deney yoluyla elde edilmiş, doğrudan gözlemle aracısız araştırma konusu olabilen dış davranışları (veya: behavio) ele almakla kendilerini sınırlarlar. Her davranış bir duyusal- duygusal etkinin ve tepkinin ürünü olarak betimlenir. Bu, dile uygulandığında, dili koşullu tepkilerin bir sistemi saymaya ve sonradan giderek, bu sistemin kendisinin de işitenleri etkileyen bir etken olarak görülmesine yol açar. Buna göre, dilbilimsel araştırmanın konusu, yukarıda anılan dört ana görünüm içinden "konuşma edimi" ile sınırlanmış olur ve dil, biçimlerden, ses davranışlarından oluşan bir şey, etki-tepki öğelerinden oluşan bir konuşma edimi olarak anlaşılır.

Pozitivizme karşıtlık içinde, metafıziksel dil idealizminin yandaşları için dil, veri olan dilden ve konuşma etkinliğinden çok daha fazla bir şeydir.Dil, bir idenin, logos'un, aklın bir görünüşü, bağımsız oluşan bir tinsel yaşamın meyvasıdır. Dil, bu anlamda, daha Antikçağda (Herakleitos, Stoacılar, Yeni Platoncular ve Yeni Platoncu Hıristiyanlık yandaşları ve mistikler) mutlak ve tanrısal bir tözün açımı olarak anlaşılmıştır. Günümüzde M. Heidegger de, dili, içinde varlığın su yüzüne çıktığı, kendini gösterdiği bir logos olarak tanımlar: "Dil, varlığın ışıyarak örtüsünü açtığı yerdir" ("Hümanizm Üzerine"). W.V.Humboldt ise şöyle yarar: "Dil, bir yandan, insanın genel tinsel enerjisinin düzenli işleyen bir çark içinde açığa çıkmasıdır; öbür yandan bu çark içinde dilsel yetkinlik idesinin gerçeklikte bir varoluş kazanma çabası vardır. Bu çabaya eğilmek ve onu bu haliyle betimlemek, dil araştırmacısının son ama en basit çözümde, esas görevidir" ("İnsan Dillerinin Yapısındaki Çeşitlilik üzerine" 1836)

Daha sonra Humboldt 'a dayanılarak, dil araştırmacısından hep buna benzer bir görevi üstlenmesi istenegelmiştir. Örneğin Latin dilleri araştırmacısı (romanist) K. Vossler 1904'de yayınlanan "Dilbilimde Pozitivizm ve İdealizm" adlı yapıtında, pozitivizme karşı tutkulu bir muhalefet içinde şöyle yazıyordu: "Bu yüzden dilbilimin görevi asla şundan başka bir şey değildir: Tüm dil formlarının tek etkin nedeni olarak tini görmek ve göstermek."

 
1       2       3