NESNE DİLİ VE ÜST DİL (OBJE DİLİ VE META-DİL)
Dil, bilimsel ve felsefi araştırmaların ele aldıkları tüm öbür
konulardan ayrılır. Çünkü dil, bu bilimsel ve felsefi
araştırmaların sadece konusu olmakla kalmaz; hatta aynı
zamanda bu bilimsel ve felsefi araştırmaların kendilerini de
betimler.
Yani
dil hem araştırılması gereken bir konu, hem de bu araştırmaların
betimlenme yeridir. Felsefi açıdan bakıldığında bu olgusal durum,
insanın bizzat kendisi üzerine refleksiyonla yönelebilmesi
anlamını taşır ki, "dil içinde dil üzerine konuşabilmek ", sadece
insana özgü bir şey olarak kendisini göstermektedir.
Bu dilsel katmanlar arasındaki ilişkiyi araştırmayı,metafiziksel
yorumlara asla başvurmak istemeksizin,mantıkçı pozitivizm kendisine
görev olarak koymuştur. Mantıkçı pozitivizme göre, mantıksal
açıdan bakıldığında günlük dilde birçok çelişkiler vardır ve her şeyden önce de, günlük dilde metafiziksel yoldan oluşturulup
dile sokulmuş sayısız sözcük ve kavram bulunur.
İşte dil, öncelikle bilimsel yoldan sağın bir şekilde ele alınmaya
muhtaçtır. Ama dili bir konu olarak ele almak için "dil üzerine
konuşan bir dil" e , yani bir üst dil 'e gereksinim vardır ve üst
dil ile nesne dili arasında kesin bir ayırım yapılmalıdır.
İlk kez Varşova Mantıkçı Okulu tarafından kullanılan bu
terimlerden genel olarak anlaşılan şey buydu. Yani , üzerinde
konuşulan dil nesne dili, nesne dilinden sözeden dil ise üst dil
olarak adlandırılıyordu. Bu üst dil, bir nesne dilinin betimini ve
çözümlemesini üstlenecekti. Böylece giderek bir dil sıradüzeni
(hiyerarşisi) oluşturuldu.
Örneğin nesne dili kendi içinde çeşitli basamaklara ayrıldığı
gibi, üst dil içinde de bir basamaklanma, örneğin üst dili altına
alan bir üst/üst dil (meta/meta-dil) oluşuyordu. Mantıkçı
pozitivizm içinde, çeşitli araştırma yönlerinden hareketle çok
sayıda bilimsel ve felsefi 'üst diller kurulmuş ve giderek bu üst
diller arasında bir bağdaşım sağlamak amacıyla bir "meta-dialektik"ten
de sözedilmeye başlanmıştır. Mantıkçı pozitivizm içindeki bu
çeşitlemeler dışında kısaca belirtmek gerekirse, bir nesne
dilinden sözeden bir üst dili, nesne dili üzerine geliştirilmiş
bir kuram, bir üst kuram (meta-kuram) olarak anlamak gerekir.
DİLİN BOYUTLARI
Dil bir işaretler sistemi olarak kavranırsa, bu sistem içinde her
işaretin belli bir işlevinin olması gerekir.
Ch.W. Morris, bir şeyin işaret olarak içinde işlev kazandığı
süreci semiosis olarak adlandırır. Bu süreç, bir semiotik model
içinde kendisini gösteren üç boyuta sahiptir.
1) Nesne ve nesnel durum açısından bakıldığında, işaret, bir
gösterge veya nesne veya nesnel durumun simgesidir.
2) Konuşan açısından bakıldığında, işaret, konuşanın düşünce,
istek veya duygularının ifadesi (dışa-vurumu), hatta semptomudur.
3) Dinleyen açısından bakıldığında, işaret, bir uyarıcı, bir
apeldir veya belli bir tepkiye yol açan bir sinyaldir.
YAPI OLARAK DİL
Kendi başına ele alındığında, dile bir "yapı" olarak bakılabilir.
Böyle bakıldığında, her şeyden önce, bu yapı, gerçeklikle olan
ilişkisinden (ki bu ilişki semantiğin konusudur), insanla olan
ilişkisinden (ki bu ilişki pragmatiğin konusudur) bağımsız olarak
incelenmek zorundadır. Başka bir deyişle, bir işaretler sistemi ve
yapı olarak dil sentaktik'in konusudur.
Her zihinsel yapıda olduğu gibi, somut dilde de çeşitli görünümler
vardır: Ses, içsel dil formu ve ortak bildirim.
İçsel dil formu, ortak bildirişimi belirleyen tarz olarak, dilde
ses ile içerik arasındaki bağı temsil eder. Dilsel yapı
öğretisinin merkez kavramı içsel dil formudur ve bu yüzden bu
kavramı daha yakından ele almak zorunluluğu vardır.
Felsefedeki iç form kavramı, ama daha doğrusu iç form problemi,
Eskiçağdan beri gündemdedir. "Ide", "entelekheia", "varlık
ilkesi", "iç yasa", v.b. türünden kavramlar, felsefede çoğu kez
bir iç form kavramı ile birarada düşünülür ve bu yüzden iç form
kavramı filozoflar için hep cezbedici bir şey olarak görünür. Iç
form kavramını genel felsefeden dil felsefesine ilk aktaran kişi
ise W.v.Hıımboldt olmuştur. Ama o bu kavramı asla tanımlamamıştır.
Bu yüzden kavram, kendisinden sonra bir dizi yoruma konu olmuştur.
Bugün de kavram hakkında karşımızda bir yorum denemeleri çokluğu
durmaktadır ve bu yorumlardan bir birliğe ulaşmak giderek
güçleşmektedir.
H. Steinthal Humboldt'un iç form kavramına üç açıdan eğilir ve
kavramı üç açıdan yorumlar:
1) Statik
anlamda iç form, kavram oluşturma, kategorileştirme, düşünsel
ilişkiler ve ide dizileri kurma tarz ve türüdür.
2) Dinamik anlamda iç form, düşünceleri açığa çıkartan
tinsel etkinlik ve biçim verici ilkedir. Örneğin onun sayesinde
bir ulus kendi düşünce ve duygularını dilde ifadeye taşımış olur.
3) Normatif (ideal) anlamda iç form, bir mantıksal-ideal
dilbilgisidir. Somut dilbilgisi, yani kendi içinde özel ve genel
olarak ayrılan dilbilgisi ona dayanır.
Humboldt'un iç form kavramı, yukarıda da değinildiği gibi, daha
sonraları sürekli olarak hep yeniden tanımlanmış ve çok çeşitli
biçimlerde yorumlanmıştır.
Örneğin içsel dil forumunu bir mantıksal-ideal dilbilgisi olarak
yorumlama eğilimi, Husserl'i bir "salt dilbilgisi" idesine, A. Martys 'i bir "betimleyici semsioloji" ye, G. Hjelmslev i bir "lingüistik
cebir" e, R. Carnap 'ı bir "salt sentaks" a götürmüştür.
Öbür yandan, içsel dil formu kavramı,,her dili belli bir sistem
kılan organik yapı ilkesi anlamında da kullanılmıştır. Bu
haliyle iç formun, hem sözcük dağarcığının (vokabüler) birliğini,
hem de dilsel formların birliğini garanti ettiği söylenmiştir:
Dili bir organik yapı olarak kavrayan bu yoruma göre, bir
organik sistem olarak dil içindeki her öğe, sistemi yapan temel
organik ilkeye göre hem öbür öğelerle, hem de sistemin bütünüyle
ilişkidedir.
İçsel dil formu kavramının H. Steinthal, W.Wundt, G.v.d. Gabelentz,
W. Porzgi ve L. Weisberger ve diğerleri tarafından benimsenen bu
konumu, özellikle 'ıçerikli dilbilgisi araştırmalarında ve
yapısalcılıkta merkezcil rol oynamaktaysa da, burada da kavramın
yine açıklanmadan bırakıldığı görülüyor.
Not: İzleyenler için teknik terimlerin ve yoğun dilbilgisel
yaklaşımın anlamayı güçleşdirdiğini düşünüyorum. Ancak fizik
bilmeden doğa felsefesine girilemeyeceği gibi “dilbilim” in genel
yaklaşımlarını dikkate almadan dil felsefesine girişin olanaksız
olduğunu burada alıntıladığım metin de gösteriyor.
Aslında bir dilde
söz dağarcığı ile dilin formu arasında sürekli bir birlik olduğu
hakkındaki tezler, uzun zamandan beri ileri sürülmelerine rağmen,
kanıtlanmamış tezler olarak kalmışlardır. Bu konuda ancak, aynı
dildeki veya aynı dil ailesindeki çeşitli ifade araçlarının
birlikli bir stile göre değil de, bir uzlaşım yolu üzerinde ortaya
çıktıkları söylenebilir.
Söz dağarcığı ile dil formu arasında ancak tipsel olarak
karakterize edilebilecek bağlılıklar saptanabilir ve bunları genel
kurallara bağlamak olanaksızdır. Günümüzde dil içeriği (söz
dağarcığı) ile dil formu arasında bir birlik olduğunu kanıtlama
çabaları içerikli dilbilgisi ve-yapısalcılıktan kaynaklanırlar.
Her ikisi de, dili, bir yandan ondaki temel ilişki bağlamlarını
keşfetmek üzere içerikten hareket ederek; öbür yandan sadece ses
formlarından yola çıkarak bir yapı olarak ele alırlar. Her iki
yöneliş, dilsel bağlamları açığa çıkarmak ve geleneksel
dilbiliminin "söz ve form kadavraları"ndan (G: Müller) kurtulmak
istemek konusunda birleşirler.
Dile bu " bütüncü" bakış, S. Öhman'ın da işaret ettiği gibi, eski
atomistik psikolojinin, bütünlük psikolojisinin yaygınlık
kazanması sonucu çözülmesiyle aynı zamanda ortaya çıkmıştır. Bu
"bütüncü" bakış, her iki yönelimde de, özellikle "dilsel alanlar"
konusunda kendini gösterir.
Dilsel alanlar kavramı, önce içeriği belli akraba sözcük
gruplarını belirtmek için içerikli dilbilgisi tarafından
geliştirilmiş olduğundan, dilsel yapıların araştırılmasına da
buradan geçilmiştir. Bir dilin söz dağarcığını, kavram ve anlam
olarak akraba olan sözcükleri gruplar halinde toplamak yoluyla ele
almak gerektiği iddiası, daha Leibniz tarafından ileri sürülmüş ve
sonradan H.Paul rafından savunulmuştur.
Ne var ki bu iddia, dilbilimde çok uzun süre yankı bulamamıştır.
ilk kez 1924'de G Ipsen, "Eski Doğu ve Indocermenler" adlı
yazısında alan kavramını dilbilime sokmuş ve onu "anlam alanı"
bireşimi içinde kullanmıştır. Daha sonra kavram çok sayıda
dilbilimci tarafından benimsenmiş, ama ne var ki bu dilbilimciler
kavramı çok çeşitli tarzlarda.kullanmışlardır.
W. Porzig, kendi alan kuramını "Temel Anlam ilişkileri' adlı
yazısında ve daha sonra da popüler kitabı "Dil Mucizesi"nde (3.
baskı, 1962) kullanıp geliştirmiştir. Porzig'e göre, her
sözcüğün tamamen belirlenmiş bir dilsel alanı vardır ve her sözcük
bu alan içinde tek başına bir anlama sahiptir
Örneğin sadece canlılar "soluk alır", sadece aslan "kükrer". Ne
var ki benzetmeli de olsa, biz "renklerin soluk
almasından,"babanın kükremesi"nden de sözederiz. Yani "temel
anlam"ların hiç de sabit olmadıklarını, tarih boyunca
çözüldüklerini, yeni "temel anlamlar" ortaya çıktığını görürüz.
Hatta benzetmeli sözcük kullanımlarının sonradan "temel anlamlar"
taşır hale geldiklerini de biliriz. Buna rağmen Porzig, temel
anlam ilişkilerini kuran sözcük ve anlam alanları bulunduğunu
belirterek, bunları sentaktik alanlar olarak adlandırır ve ad,
fiil veya sıfat bildiren sözcük alanlarının tümünü parataktik
alanlar olarak bu sentaktik alanların karşısına koyar Sözcük
alanlarının her iki türü birbirleriyle öyle bir ilişki
içindedirler ki, sözcükler, daima, bir sentaktik alanın belli bir
yerinde değişmeye açık bir parataktik alan oluştururlar.
Porzig, parataktik alanlara yönelmekten çok, dildeki en küçük
birlikler olarak sentaktik alanın öğelerine eğilir.
Ona karşı J. Trier, 1931'de, dil alanı kavramını sözcük
araştırmalarında ilk kez yöntemli olarak kullanmıştır. O, eski ve
orta Almanca dönemlerine kadar inerek, birbirine bağlı sözcükleri
gruplamayı denemiştir. Bu araştırma sırasında Trier, kavram
alanları ile sözcük alanları nı birbirinden ayırır.
Bir sözcük, kavramsal bakımdan kendi akraba sözcüklerle birlikte
bir sözcük alanı oluşturur ve tek tek sözcüklerin biraraya
gelmeleriyle oluşan bu sözcük alanı, kendisine karşılık olan
kavram alanına uyar. Kavram alanı olmadan bir sözcük öbür
sözcükten farklılaşamaz ve bir anlama sahip olamazdı. Trier bu
düşüncelerini basit bir örnekle açıklar: "Iyi" notu, dört, beş
veya altı değerlerinin oluşturduğu bir derecelenmeyi kapsayıp
kapsamamasına göre saptanır ve bu değerlerden birini içerip
içermemesine göre anlam farklılığına uğrar. Sözcük alanları dilden
dile değiştiği gibi, tarih boyunca aynı dil içinde de durmadan
değişirler. Böylece Trier'in sözcük alanları kuramının ana
düşüncesi şöyle ortaya çıkmış olur: Bir dilin söz dağarcığı her
zaman geçici ve itibarî bir bütünlük taşır ve bu bütünlük basamak
basamak kavram alanlarına halkalanır.
Yeni-Humboldtçu L.Weisberger de Trier'in dil alanları kuramını
benimser. Weisberger'in genel dılbilimsel savı şudur: Dile bir
yandan "ergon", yani içerikli dilbilgisi açısından, öbür yandan "energeia",
yani dilbilimsel açıdan eğilmek gerekir. Ne var ki, dilbilgisi
basamağında dilin içeriğini sadece ses ve form betiminden
hareketle açık kılamayız ve dilin insan ve toplumlar için
tinselliğin dışa vurulduğu bir ara-evren olarak niteliğini burada
saptayamayız. Bu yüzden dilbilgisel basamak, evreni dilsel
kavrayış tarzının bir parçasından ibarettir. Weisberger'e göre
Trierci anlamda bir dil alanı kavramı da ancak ö le tanımlamak
gerekir: "dil alanı, bir organik bağlılık içinde birlikte etki
eden dil işaretleri gruplarının oluşturduğu bütünlüğe dayalı
olarak inşa edilen dilsel ara-evrenin bir kesitidir ...
Herşeyden önce, dilsel alanlar dilin sağın birlikleridir... Bu
yüzden onlar, bir dilin evren betimini bilme girişiminde, yani
içerikli bir dilbilgisinin kurulmasında temel zemindirler ("Alman
Dilinin Evren ,Betimi", I, s.91-93). Anlaşılabileceği gibi,
Weisberger, Trier'in alan kavramını genişletmekte, sadece sözcük
alanları değil, hatta aynı zamanda, Porzig'in sentaktik
alanlarıyla hiç ilgisi olmayan sentaktik alanlar kabul etmektedir.
Weisberger, dilde ses ve içeriği birbirinden ayırma gereğine de
karşı çıkarak, bir "tinsel ara-evren" ve "dış dünya" ayırımı
yapmaktadır. Bu nedenle örneğin o ses formuna göre düzenlendikleri
için alfabetik sözlükleri ~yadsır; yine bunun gibi, nesneleri
sınıflayan sözlükleri de. Çünkü bu gibi sınıflama ve gruplamalar,
Weisberger için dilin dışındadırlar. O, bir ses formunun çeşidi
anlamlarını araştıran semasioloji ve bir nesneye karşılık olarak
konulmuş çeşitli işaretleri araştıran onomasioloji gibi
etkinlikleri de yadsır.
Weisberger leksikolojiye dayalı bir sözcük kurma ve oluşturma
öğretisiyle ilgilenir ve buradan hareketle, konuşmayı düzenleyen
araçlara, yani yaygın anlamıyla dilbilgisel öğelere yönelir.
İçerikli sentaksın görevi, önermelerin kurulmasında başvurulan
planların yapısını, ara-evren olarak dilin temel formları halinde
betimlemektir.
|