...................
...................
DİL FELSEFESİ  -2
Hazırlayan: Mehmet Ali Ceylan
                         
...................
...................

NESNE DİLİ VE ÜST DİL (OBJE DİLİ VE META-DİL)

Dil, bilimsel ve felsefi araştırmaların ele aldıkları tüm öbür konulardan ayrılır. Çünkü dil, bu bilimsel ve felsefi araştırmaların sadece konusu olmakla kalmaz; hatta aynı zamanda bu bilimsel ve felsefi araştırmaların kendilerini de betimler.

Yani dil hem araştırılması gereken bir konu, hem de bu araştırmaların betimlenme yeridir. Felsefi açıdan bakıldığında bu olgusal durum, insanın bizzat kendisi üzerine refleksiyonla yönelebilmesi anlamını taşır ki, "dil içinde dil üzerine konuşabilmek ", sadece insana özgü bir şey olarak kendisini göstermektedir.

Bu dilsel katmanlar arasındaki ilişkiyi araştırmayı,metafiziksel yorumlara asla başvurmak istemeksizin,mantıkçı pozitivizm kendisine görev olarak koymuştur. Mantıkçı pozitivizme göre, mantıksal açıdan bakıldığında günlük dilde birçok çelişkiler vardır ve her şeyden önce de, günlük dilde metafiziksel yoldan oluşturulup dile sokulmuş sayısız sözcük ve kavram bulunur.

İşte dil, öncelikle bilimsel yoldan sağın bir şekilde ele alınmaya muhtaçtır. Ama dili bir konu olarak ele almak için "dil üzerine konuşan bir dil" e , yani bir üst dil 'e gereksinim vardır ve üst dil ile nesne dili arasında kesin bir ayırım yapılmalıdır.

İlk kez Varşova Mantıkçı Okulu tarafından kullanılan bu terimlerden genel olarak anlaşılan şey buydu. Yani , üzerinde konuşulan dil nesne dili, nesne dilinden sözeden dil ise üst dil olarak adlandırılıyordu. Bu üst dil, bir nesne dilinin betimini ve çözümlemesini üstlenecekti. Böylece giderek bir dil sıradüzeni (hiyerarşisi) oluşturuldu.

Örneğin nesne dili kendi içinde çeşitli basamaklara ayrıldığı gibi, üst dil içinde de bir basamaklanma, örneğin üst dili altına alan bir üst/üst dil (meta/meta-dil) oluşuyordu. Mantıkçı pozitivizm içinde, çeşitli araştırma yönlerinden hareketle çok sayıda bilimsel ve felsefi 'üst diller kurulmuş ve giderek bu üst diller arasında bir bağdaşım sağlamak amacıyla bir "meta-dialektik"ten de sözedilmeye başlanmıştır. Mantıkçı pozitivizm içindeki bu çeşitlemeler dışında kısaca belirtmek gerekirse, bir nesne dilinden sözeden bir üst dili, nesne dili üzerine geliştirilmiş bir kuram, bir üst kuram (meta-kuram) olarak anlamak gerekir.

 

 

DİLİN BOYUTLARI

Dil bir işaretler sistemi olarak kavranırsa, bu sistem içinde her işaretin belli bir işlevinin olması gerekir.
 


Ch.W. Morris, bir şeyin işaret olarak içinde işlev kazandığı süreci semiosis olarak adlandırır. Bu süreç, bir semiotik model içinde kendisini gösteren üç boyuta sahiptir.


1) Nesne ve nesnel durum açısından bakıldığında, işaret, bir gösterge veya nesne veya nesnel durumun simgesidir.
2) Konuşan açısından bakıldığında, işaret, konuşanın düşünce, istek veya duygularının ifadesi (dışa-vurumu), hatta semptomudur.
3) Dinleyen açısından bakıldığında, işaret, bir uyarıcı, bir apeldir veya belli bir tepkiye yol açan bir sinyaldir.

 

 

YAPI OLARAK DİL

Kendi başına ele alındığında, dile bir "yapı" olarak bakılabilir. Böyle bakıldığında, her şeyden önce, bu yapı, gerçeklikle olan ilişkisinden (ki bu ilişki semantiğin konusudur), insanla olan ilişkisinden (ki bu ilişki pragmatiğin konusudur) bağımsız olarak incelenmek zorundadır. Başka bir deyişle, bir işaretler sistemi ve yapı olarak dil sentaktik'in konusudur.

Her zihinsel yapıda olduğu gibi, somut dilde de çeşitli görünümler vardır: Ses, içsel dil formu ve ortak bildirim.

İçsel dil formu, ortak bildirişimi belirleyen tarz olarak, dilde ses ile içerik arasındaki bağı temsil eder. Dilsel yapı öğretisinin merkez kavramı içsel dil formudur ve bu yüzden bu kavramı daha yakından ele almak zorunluluğu vardır.

Felsefedeki iç form kavramı, ama daha doğrusu iç form problemi, Eskiçağdan beri gündemdedir. "Ide", "entelekheia", "varlık ilkesi", "iç yasa", v.b. türünden kavramlar, felsefede çoğu kez bir iç form kavramı ile birarada düşünülür ve bu yüzden iç form kavramı filozoflar için hep cezbedici bir şey olarak görünür. Iç form kavramını genel felsefeden dil felsefesine ilk aktaran kişi ise W.v.Hıımboldt olmuştur. Ama o bu kavramı asla tanımlamamıştır. Bu yüzden kavram, kendisinden sonra bir dizi yoruma konu olmuştur. Bugün de kavram hakkında karşımızda bir yorum denemeleri çokluğu durmaktadır ve bu yorumlardan bir birliğe ulaşmak giderek güçleşmektedir.

H. Steinthal Humboldt'un iç form kavramına üç açıdan eğilir ve kavramı üç açıdan yorumlar:

 

1) Statik anlamda iç form, kavram oluşturma, kategorileştirme, düşünsel ilişkiler ve ide dizileri kurma tarz ve türüdür.

2
) Dinamik anlamda iç form, düşünceleri açığa çıkartan tinsel etkinlik ve biçim verici ilkedir. Örneğin onun sayesinde bir ulus kendi düşünce ve duygularını dilde ifadeye taşımış olur.

3
) Normatif (ideal) anlamda iç form, bir mantıksal-ideal dilbilgisidir. Somut dilbilgisi, yani kendi içinde özel ve genel olarak ayrılan dilbilgisi ona dayanır.

Humboldt'un iç form kavramı, yukarıda da değinildiği gibi, daha sonraları sürekli olarak hep yeniden tanımlanmış ve çok çeşitli biçimlerde yorumlanmıştır.

Örneğin içsel dil forumunu bir mantıksal-ideal dilbilgisi olarak yorumlama eğilimi, Husserl'i bir "salt dilbilgisi" idesine, A. Martys 'i bir "betimleyici semsioloji" ye, G. Hjelmslev i bir "lingüistik cebir" e, R. Carnap 'ı bir "salt sentaks" a götürmüştür.

Öbür yandan, içsel dil formu kavramı,,her dili belli bir sistem kılan organik yapı ilkesi anlamında da kullanılmıştır. Bu haliyle iç formun, hem sözcük dağarcığının (vokabüler) birliğini, hem de dilsel formların birliğini garanti ettiği söylenmiştir: Dili bir organik yapı olarak kavrayan bu yoruma göre, bir organik sistem olarak dil içindeki her öğe, sistemi yapan temel organik ilkeye göre hem öbür öğelerle, hem de sistemin bütünüyle ilişkidedir.

İçsel dil formu kavramının H. Steinthal, W.Wundt, G.v.d. Gabelentz, W. Porzgi ve L. Weisberger ve diğerleri tarafından benimsenen bu konumu, özellikle 'ıçerikli dilbilgisi araştırmalarında ve yapısalcılıkta merkezcil rol oynamaktaysa da, burada da kavramın yine açıklanmadan bırakıldığı görülüyor.

Not: İzleyenler için teknik terimlerin ve yoğun dilbilgisel yaklaşımın anlamayı güçleşdirdiğini düşünüyorum. Ancak fizik bilmeden doğa felsefesine girilemeyeceği gibi “dilbilim” in genel yaklaşımlarını dikkate almadan dil felsefesine girişin olanaksız olduğunu burada alıntıladığım metin de gösteriyor.

 

 

Aslında bir dilde söz dağarcığı ile dilin formu arasında sürekli bir birlik olduğu hakkındaki tezler, uzun zamandan beri ileri sürülmelerine rağmen, kanıtlanmamış tezler olarak kalmışlardır. Bu konuda ancak, aynı dildeki veya aynı dil ailesindeki çeşitli ifade araçlarının birlikli bir stile göre değil de, bir uzlaşım yolu üzerinde ortaya çıktıkları söylenebilir.

Söz dağarcığı ile dil formu arasında ancak tipsel olarak karakterize edilebilecek bağlılıklar saptanabilir ve bunları genel kurallara bağlamak olanaksızdır. Günümüzde dil içeriği (söz dağarcığı) ile dil formu arasında bir birlik olduğunu kanıtlama çabaları içerikli dilbilgisi ve-yapısalcılıktan kaynaklanırlar. Her ikisi de, dili, bir yandan ondaki temel ilişki bağlamlarını keşfetmek üzere içerikten hareket ederek; öbür yandan sadece ses formlarından yola çıkarak bir yapı olarak ele alırlar. Her iki yöneliş, dilsel bağlamları açığa çıkarmak ve geleneksel dilbiliminin "söz ve form kadavraları"ndan (G: Müller) kurtulmak istemek konusunda birleşirler.

Dile bu " bütüncü" bakış, S. Öhman'ın da işaret ettiği gibi, eski atomistik psikolojinin, bütünlük psikolojisinin yaygınlık kazanması sonucu çözülmesiyle aynı zamanda ortaya çıkmıştır. Bu "bütüncü" bakış, her iki yönelimde de, özellikle "dilsel alanlar" konusunda kendini gösterir.

Dilsel alanlar kavramı, önce içeriği belli akraba sözcük gruplarını belirtmek için içerikli dilbilgisi tarafından geliştirilmiş olduğundan, dilsel yapıların araştırılmasına da buradan geçilmiştir. Bir dilin söz dağarcığını, kavram ve anlam olarak akraba olan sözcükleri gruplar halinde toplamak yoluyla ele almak gerektiği iddiası, daha Leibniz tarafından ileri sürülmüş ve sonradan H.Paul rafından savunulmuştur.

Ne var ki bu iddia, dilbilimde çok uzun süre yankı bulamamıştır. ilk kez 1924'de G Ipsen, "Eski Doğu ve Indocermenler" adlı yazısında alan kavramını dilbilime sokmuş ve onu "anlam alanı" bireşimi içinde kullanmıştır. Daha sonra kavram çok sayıda dilbilimci tarafından benimsenmiş, ama ne var ki bu dilbilimciler kavramı çok çeşitli tarzlarda.kullanmışlardır.

W. Porzig, kendi alan kuramını "Temel Anlam ilişkileri' adlı yazısında ve daha sonra da popüler kitabı "Dil Mucizesi"nde (3. baskı, 1962) kullanıp geliştirmiştir. Porzig'e göre, her sözcüğün tamamen belirlenmiş bir dilsel alanı vardır ve her sözcük bu alan içinde tek başına bir anlama sahiptir

Örneğin sadece canlılar "soluk alır", sadece aslan "kükrer". Ne var ki benzetmeli de olsa, biz "renklerin soluk almasından,"babanın kükremesi"nden de sözederiz. Yani "temel anlam"ların hiç de sabit olmadıklarını, tarih boyunca çözüldüklerini, yeni "temel anlamlar" ortaya çıktığını görürüz.

Hatta benzetmeli sözcük kullanımlarının sonradan "temel anlamlar" taşır hale geldiklerini de biliriz. Buna rağmen Porzig, temel anlam ilişkilerini kuran sözcük ve anlam alanları bulunduğunu belirterek, bunları sentaktik alanlar olarak adlandırır ve ad, fiil veya sıfat bildiren sözcük alanlarının tümünü parataktik alanlar olarak bu sentaktik alanların karşısına koyar Sözcük alanlarının her iki türü birbirleriyle öyle bir ilişki içindedirler ki, sözcükler, daima, bir sentaktik alanın belli bir yerinde değişmeye açık bir parataktik alan oluştururlar.

Porzig, parataktik alanlara yönelmekten çok, dildeki en küçük birlikler olarak sentaktik alanın öğelerine eğilir.

Ona karşı J. Trier, 1931'de, dil alanı kavramını sözcük araştırmalarında ilk kez yöntemli olarak kullanmıştır. O, eski ve orta Almanca dönemlerine kadar inerek, birbirine bağlı sözcükleri gruplamayı denemiştir. Bu araştırma sırasında Trier, kavram alanları ile sözcük alanları nı birbirinden ayırır.

Bir sözcük, kavramsal bakımdan kendi akraba sözcüklerle birlikte bir sözcük alanı oluşturur ve tek tek sözcüklerin biraraya gelmeleriyle oluşan bu sözcük alanı, kendisine karşılık olan kavram alanına uyar. Kavram alanı olmadan bir sözcük öbür sözcükten farklılaşamaz ve bir anlama sahip olamazdı. Trier bu düşüncelerini basit bir örnekle açıklar: "Iyi" notu, dört, beş veya altı değerlerinin oluşturduğu bir derecelenmeyi kapsayıp kapsamamasına göre saptanır ve bu değerlerden birini içerip içermemesine göre anlam farklılığına uğrar. Sözcük alanları dilden dile değiştiği gibi, tarih boyunca aynı dil içinde de durmadan değişirler. Böylece Trier'in sözcük alanları kuramının ana düşüncesi şöyle ortaya çıkmış olur: Bir dilin söz dağarcığı her zaman geçici ve itibarî bir bütünlük taşır ve bu bütünlük basamak basamak kavram alanlarına halkalanır.

Yeni-Humboldtçu L.Weisberger de Trier'in dil alanları kuramını benimser. Weisberger'in genel dılbilimsel savı şudur: Dile bir yandan "ergon", yani içerikli dilbilgisi açısından, öbür yandan "energeia", yani dilbilimsel açıdan eğilmek gerekir. Ne var ki, dilbilgisi basamağında dilin içeriğini sadece ses ve form betiminden hareketle açık kılamayız ve dilin insan ve toplumlar için tinselliğin dışa vurulduğu bir ara-evren olarak niteliğini burada saptayamayız. Bu yüzden dilbilgisel basamak, evreni dilsel kavrayış tarzının bir parçasından ibarettir. Weisberger'e göre Trierci anlamda bir dil alanı kavramı da ancak ö le tanımlamak gerekir: "dil alanı, bir organik bağlılık içinde birlikte etki eden dil işaretleri gruplarının oluşturduğu bütünlüğe dayalı olarak inşa edilen dilsel ara-evrenin bir kesitidir ...

Herşeyden önce, dilsel alanlar dilin sağın birlikleridir... Bu yüzden onlar, bir dilin evren betimini bilme girişiminde, yani içerikli bir dilbilgisinin kurulmasında temel zemindirler ("Alman Dilinin Evren ,Betimi", I, s.91-93). Anlaşılabileceği gibi, Weisberger, Trier'in alan kavramını genişletmekte, sadece sözcük alanları değil, hatta aynı zamanda, Porzig'in sentaktik alanlarıyla hiç ilgisi olmayan sentaktik alanlar kabul etmektedir.

Weisberger, dilde ses ve içeriği birbirinden ayırma gereğine de karşı çıkarak, bir "tinsel ara-evren" ve "dış dünya" ayırımı yapmaktadır. Bu nedenle örneğin o ses formuna göre düzenlendikleri için alfabetik sözlükleri ~yadsır; yine bunun gibi, nesneleri sınıflayan sözlükleri de. Çünkü bu gibi sınıflama ve gruplamalar, Weisberger için dilin dışındadırlar. O, bir ses formunun çeşidi anlamlarını araştıran semasioloji ve bir nesneye karşılık olarak konulmuş çeşitli işaretleri araştıran onomasioloji gibi etkinlikleri de yadsır.

Weisberger leksikolojiye dayalı bir sözcük kurma ve oluşturma öğretisiyle ilgilenir ve buradan hareketle, konuşmayı düzenleyen araçlara, yani yaygın anlamıyla dilbilgisel öğelere yönelir. İçerikli sentaksın görevi, önermelerin kurulmasında başvurulan planların yapısını, ara-evren olarak dilin temel formları halinde betimlemektir.

 
1       2       3