Sonuna
kadar açılan konuk kapısında dik vücutlu, uzun boylu bir
savaşçı belirdi. Sivri tepeli miğferindeki yarı erimiş
kar kütlecikleri aşağı kayıp pervazdan damlıyordu. Gümüş
grisi gür bıyıkları sarkıtçıklar halinde buz
tutmuşlardı. Göğsünde bir gümüş kancayla kenetli geniş
omuzlu yamçısını biraz yana kaydırdı, silahlı sağ elini
ve fişekliğinin bir bölümünü açığa çıkarttı. Kapı
çerçevesinin iki yanında kalan aralıklardan dışarısı
görülebiliyordu. Saz damlı beyaz evlerle çevrili geniş
avluya bazı pencerelerden, göz kırpar gibi yansıyan
zayıf ışık huzmeleri dökülüyordu.
Açık cümle kapısından içeri bir atlı grubu girdi. Önden,
omuzlarında ne olduğu seçilemeyen bir yük ile kare
düzeni içinde dört atlı ilerledi. Bunların hemen
ardından eğeri boş bir at geliyordu. Daha gerilerde,
henüz eve ulaşmamış, tek sıra halinde bir dizi siyah
atlı yaklaşıyordu. Yokuş yukarı çıkıyorlardı. Derin kara
bata çıka ilerleyen atların ayaklarından yayılan soluk
gıcırtı insana tuhaf bir ürperti veriyordu.
Eve önce, önden gelen dörtlü girdi. Uçlarından birer
savaşçının tuttuğu iki tüfek arasında beşik biçiminde
gerili büyük yamçının üzerinde alev rengi kırmızı
giysili bir genç yatıyordu. Hafifçe yana kaymış
miğferinin altından kan pıhtılarının şakaklarına
yapıştırdığı sarı saçları parlıyordu. Gözler açık fakat
gözbebekleri hafif içeri dönmüştü. İki eli hala
kamasının kabzasına yapışıktı. Kırmızı meşin çizmeler
dizlere kadar çekili, altın işlemeli kırmızı kınında
bulunan uzun kılıcı yanı başında duruyordu. Kusursuz bir
genç kız yüzü kadar taze bu henüz sakalsız yüz, şuurlu
bir yaratığın kesin bir ölüme yüce bir güçle göğüs
gerişinin ifadesini korumaktaydı hala.
Hemen odanın ortasına serilen yatağın üzerine uzatıldı.
Bu arada yetişen diğer savaşçılar, atlarını yamçılarıyla
örtüp, kaşla göz arası bir çeviklikle dizginleri, avlu
ortasında bu iş için özel olarak çakılı dev kuru ağacın
budaklarına taktılar. Sivri miğferleri başlarında ve
silahlı olarak yatağı çember örneği çevirip, kabzalarını
yere dayadıkları uzun tüfeklerine tutunmuş durumda
korkunç ve sessiz bir bekleyişe geçtiler. Bunların
karşısına bereleri altın işlemeli genç kızlar ikinci bir
dizi oluşturdu. Demir halkalı bir paçavra meşale, baca
başından odaya kan rengi, dalga dalga, gür bir ışık
saçıyordu. Avluda, atlar huzursuzluk içindeydiler. Köle
haneden ve onun komşu evlerinden, aradaki mesafenin yarı
boğuklaştırdığı, dibek sesleri sürekli duyuluyordu.
Savaşın devam etmekte olduğu anlamını taşıyan bu sağır
seslerin kaçınılmaz etkisiyle, savaşçıların burun
kanatları kopacakmışçasına inip kalkıyordu. Cepheye
sürekli barut gerekti. Aile ocağında barut hazırlayan
kadınların savaşı, aralıksız sürmekteydi.
Kısa bir süre sonra içeri bir kadın girdi. Çember, bir
yerinden hafifçe açılıp, yatağa yaklaşması için ona yol
verdi. Bu, orada yatan gencin anasıydı. Uzun boylu ve
dimdikti. Telaşsız bir yüzü ve antik tanrıça
heykellerine özgü bir burnu vardı. Koyu renkli bir tül,
oval yüzünü çevreledikten sonra sol omzunda yumuşak bir
düğüm oluşturup, topuklarına dek süzülüyordu. Dudakları
mutat tebessümünü, kaşları yay şeklini koruyordu. Güzel
yüzünde herhangi bir heyecan belirtisini açığa
vurabilecek en ufak bir gerilim izi sezilmiyordu.
Cenazeye yaklaştı ve yumuşak, şakacı bir tonla, "Ah
oğlum, bu küçücük çocuk halinle böylesine şerefli bir
töreni hak edecek ne yaptın?" diye konuştu.
Adigelerin en ileri gelenleri eksiksiz hazır bulunuyordu
naaşın başında. Olanca gücünü kullanmasına rağmen yeğeni
yolundan döndüremeyen amca, destanlara özgü
mertlikleriyle ünlü prens, ardından sayısız kahramanlık
ve aşk şarkıları bestelenmiş şık savaşçı, kısaca, şu ana
kadar hiçbir gücün karşısında eğilmemiş o dimdik ve
bembeyaz başlar, bu yüce ölümün karşısında sıradan,
bükülmüş duruyorlardı. Prens, saygıyla ileri bir adım
atıp, metin anaya şu cevabı verdi: "Oğlun bütün
konularda bizi geçti. Bize ancak kendisine refakat etme
şerefi kaldı."
Anne aynı soğukkanlılık ve sadelikle eğilip oğlunu
gözlerinden öptü, çenesini kavuşturdu, kama ve kılıcını
göğsünün üzerine çapraz olarak koydu, oğlunu son kez
alnından öpüp odadan çıktı.
Diğer ölüm olaylarında olduğu gibi köy bu kez, kadın
çığlıklarıyla çınlamadı. Zira gelenekte düşmanla
savaşırken ölene ağlamak yoktu. Abla ve bacılar bu
kurula saygılı kalmak için canlarını dişlerine takmış,
kıyasıya dudaklarını ısırıyorlardı. Diğer evlerden koro
halinde aralıksız duyulan dibek sesleri, barut
hazırlıklarını ve savaşın devam etmekte olduğunu bir an
olsun kimseye unutturmuyordu.
Küçük prens Guşaw, ürpertili, neşeyle parıldayan bu
kırmızı giysilere bürünmeden önce uzun, uzun düşünmüştü.
Çepeçevre, her tarafta, her şey kıyasıya yerle bir
oluyordu. Civar köylerden göklere çılgın alevler
yükseliyordu. Bu halleriyle vahşi bir törende birer
paçavra gibiydiler. Ormanlar cayır, cayır yanıyordu. Bu
arada defalarca bir zamanların asırlık ağaçları göklere
uzanan alevli dallarıyla adeta evrenden umutsuzca imdat
diliyor, çok geçmeden de dayanılmaz bir çatırtıyla ateş
tufanına bir, bir pes ediyordu. Recep seyirci kaldığı
bir dizi olayın ardından babasını da kaybetmişti ve
bütün bunların üstüne son ölüm kalım toplantılarında,
Prens Kangot tüm meclise hitaben haykırmıştı:
"Sizler Kabardey gururunuz uğruna gücünüzün kat, kat
üstündeki umutsuz bir savaşı uzatmakta hala inat
ediyorsunuz. Karşınızda sonsuz boyutlara sahip dev bir
imparatorluk var. Düşüreceğiniz bir alayın yerine ellisi
gelecek ve hepiniz yok edileceksiniz!"
Diğer erkekler hep birden ayağa kalkıp hep bir ağızdan;
"Silahlarımız ellerimizde olarak, ayakta öleceğiz. Kimse
düşmanın önünde diz çöküp yaşamak istemiyor."
İçten içe bütün karşıt çabasına rağmen Küçük Prens,
ruhunun ta derinlerinde düşmanın boyunduruğuna düşme
olasılığını fısıldayan kahredici bir esinti sezmeye
başlamıştı. Bu düşünce onun körpe beynini acı, acı
sızlatıyor, damarlarındaki özgür ata kanını ölçüsüz bir
isyanla ateşliyordu. Yaşlı Kangot'un uyarı sesi ve
diğerlerinin karşı haykırışları genç yüreğinde kıyasıya
çarpışıyor, tüm benliği anlatılmaz bir acı ile
kıvranıyordu.
Sonunda kalktı, biraz dolaşmak için ormana gitti.
Asırlık bir ağacın altında duraladı. Yerleri okşadı.
Nazik elinin toprağı titrettiğini hissediyordu. Böylece
hayli dolaştı. Vaktiyle ataları için kutsal bir varlık
olan antik meşe ağacının altında eğreti otlarından
kendine bir yatak yapıp üzerine uzandı. Tüm geceyi orada
geçirdi.
Bir ara kutsal ağacın büklüm, büklüm dalları küçük
prensin üzerine eğildiler. Alev, alev yanan alnını
okşayarak, yumuşak bir dille ona seslendiler; genç Prens
söyleneni çok iyi anladı.
Şafakta, dudaklarında tuhaf bir tebessümle iki kız
kardeşinin kendisine doğru geldiklerini gördü. İkisini
de muhabbetle kolları arasına aldı, heyecanlı bir sesle
konuştu: "Şimdi bana bir Tley elbisesi gerek."
Bu söz üzerine, iki kız kardeş de küçük prensin ayakları
dibine yığıldılar. Sesleri sedaları kesildi. Aynı anda
ruhları, önüne geçilmez bir matem duygusunun baskınına
uğramıştı. İri, şaşkın gözlerinde çaresizlik
parıldıyordu.
Anne etkisiz kalacağını bilerek hiç bir şey dememişti.
Fakat amca... Böyle bir şeye kesinlikle razı olmak
istemiyordu. Vaktiyle on beş yaşında silaha sarılıp,
elli yıl vatanı ve özgürlüğü için savaşmayı çok doğal
bulmuştu ama şimdi neslinin son kuşağının da söndüğünü
görmek ona belirli belirsiz bir hiçlik duygusuna eşdeğer
bir dehşet veriyordu. Kısa boylu, ince yapılı, esmer,
kara gözlü, genç bakışlı bir ihtiyardı. Kısa ve düzgün
kesilmiş bembeyaz sakalı yüzünü alttan ışıklı bir hilal
gibi çevreliyordu. Yerinde duramıyor, huzursuzluk içinde
kıvranıyordu. Yeğenini çağırıp hiddetle haykırdı: "Guşaw
demek sen, şu dün doğmuş bebek, biz Thamadelerin önünde
savaşa gidecek kadar büyümüş sanıyorsun kendini!"
Daha sonra otoriter bir sesle emretti: "Yerine dön ve
sıranı bekle! Anlaşıldı mı?"
Küçük Prens, gözleri saygıyla önüne eğik, yüzünde sanki
bu dünyaya ait olmayan bir ışık huzmesi, tek söz
etmeksizin bir adım bile geri çekilmeden orada kaldı.
İhtiyarın yüzünü, ürperten bir solgunluk kapladı, başı
eğildi.
Basık tavanlı geniş odanın katı çıplaklığı içinde, en
yaşlılar dahi tek çizgi halinde dizilmiş olarak,
thamadelerin tümü hazırdılar. Uzun yaşamlarının bin bir
güçlüğü karşısında başları hala dimdik, fakat sakalları
bembeyazdı. Gözleri soğuk bir onur tabakasıyla kaplıydı
ve her biri yıllar yılı derinlemesine yığılmış bin bir
meşakkati uzaklardan yansıtan birer dünya gibiydiler. Ak
badanalı bembeyaz duvarlar paha biçilmez silahlarla
kaplıydı. Ayaklarının altında ne bir halı ne bir hasır,
yalnızca pekişik toprak vardı. Ateşsiz bacadan içeri
ocağın küllerini hafifçe kımıldatan bir rüzgâr esiyor,
camsız dar bir pencereden de çok az ışık girebiliyordu.
Odanın ortasında büyük masanın üstünde taze kan rengi
bir kumaş yayılı duruyor, küçük prenseslerden daha
büyükçe olanı kardeşinin yanı başında dikiliyordu.
Küçük prens, thamadenin uzattığı silahlara doğru uzandı,
yumuşak fakat kararlı bir sesle andını içti: "Düşman
üzerine, kılıç gibi keskin, ok gibi hızlı gideceğim.
Ayaklarımın altındaki sert toprak korkudan titreyebilir,
ama ben asla! Dehşet karşısında gök iki büklüm olabilir,
ama ben asla! İmkansız denen başka şeyler olabilir,
yerle gök birleşebilir, fakat ben yolumdan dönmeyeceğim."
Silahlar thamadenin elinden küçük prense devrolundu. Kız
kardeş hafif bir ürpertiden sonra kırmızı kumaşı biçmeye
koyuldu.
Ertesi gün, cepheye doğru rüzgar gibi ilerleyen siyah
kitlenin elli metre önünde, bembeyaz atının üstünde
alabildiğine mutlu, olağanüstü göz alıcı Küçük Prens,
dolu dizgin ebediyet yoluna düştü.
Düşman saflarının ta içlerine dalmış, savaş dumanları
arasında şimşek örneği zigzaglar çizerek ilerleyen
kırmızı noktayı, yaşlı amcası olanca gücüyle izlemeye
çalışıyordu. Bütün hatlar boyunca gırtlak gırtlağa,
acımasızca boğuşuluyordu. Tarih böylesine vahşi, bu
denli umutsuz bir göğüs göğse savaşa tanık olmamıştı.
Her yanını çepeçevre sarmış ve kendisini adım adım,
nefes nefese izleyen ölümü tınmıyordu ihtiyar artık. Ele
avuca gelmez hayal örneği, kıran kırana savaşları yarıp
geçerek ilerliyordu. Yeğeninin yüksekten gelen sesi onu
çağırıyordu çünkü. Nihayet Guşaw’ı toz duman
bulutlarının ötesinde, yukarılardan aşağı bakar durumda
gördü. Zavallı körpe vücut, bir grup Kazağın süngüleri
ucunda göğe kaldırılmıştı. Artık ölümle buluşmuş yüzünü
solgun bir tebessüm aydınlatıyordu. Bembeyaz kesilmiş
dudaklarından son olarak şu bir kaç söz döküldü: "Ey
amcam! Sen ki benden onca yaş fazla yaşadın, hiç bu
kadar yükseğe çıktığın olmuş muydu?" |