Anlaşılmaz
kelimeler mırıldanırdı hep kendi kendine.
Bazen en yakın dostu beyaz kedisiyle saatlerce bıkmadan konuşurdu.
Sanki onunla dertleşirdi. Bu sevgiden mutlu olan hayvancık gururla
dolaşır, bazen sandalyede bazen de yaşlı ihtiyarın kucağında mışıl
mışıl uyur, gelip geçenlere, arada bir tepsiye para atanlara
aldırmazdı.
Bir gün tüm
bağırmalarına ve feryatlarına rağmen sahibi, kalın gözlüklü, beli
bükülmüş yaşlı dedeyi bulamıyordu her zaman alışa geldiği,
sırtının sevgiyle sıvazlandığı yerde. Kendini şefkatle sıvazlayan,
güzel sözlerle acısını mutluluğunu paylaşan yaşlı adamı
arıyordu miyavlayarak. Miyavlamalarını anlayan yoktu.
Miyavlamaktan yorgun düşmüş halde her zamanki yerinde ürkek ürkek
oturuyor, her ayak sesinde gözlerini açıyor, her 'tık' sesinde
ürperiyor, telaşlanıyor kapıdan girip çıkanları telaşla süzüyordu.
Polisle başı
derde girmişti günlerden bir gün. Hani gagası kırmızı olan
leyleklerin ideolojileştirildikleri yıllarda. Leylekler nasıl o
zamanlar kendini dünyanın en üstün yaratığı ilan eden insanlarla
alay ettilerse, kedicikte aynı şekilde gelip geçenlerle alay
ediyordu, zavallılıklarına acıyordu. Belki içten içe; bu
üstünlüğü, kendi kendimize yakıştırıp verdiğimizden de
zayıflığımızı anlayarak, gülüyordur da. Kedi dilini
bilmediğimizden anlamak da zor geliyordu.
Poliste
verdiği ifadede, kedisinin hiç bir yerinde kırmızı renk olmadığını
söyledikten ve doğruluğu da kanıtlanınca, aklanarak: ''Hadi baba
işine git. Özür dileriz senin rengin pek de kızıl değilmiş''
diyerek bırakılır. ''Peki neden sorguladınız beni, bilmek
isterim'' deyince, biri ''kedinin rengi kızılmış diyerek şikayet
ettiler de ondan'' diye cevaplarlar.
(1)
Onu devamlı
görenlerden biri bu adam casus diyerekten şikayet etmiş. Yanına
gelen birisi ile durmadan, Türkçe'den başka bir dille konuşuyor,
diye ilave etmiş. Öyle ya koca Türkiye'de Türk'ten başka bir
milletin ve dilin olmadığını ezberleyen bir kişi, haliyle
Türkçe'den başka bir dilinde konuşulabileceğini de aklından
hayalinden geçirmezdi.
Cahil olan bu
bilgisizliğini bilmezse, kendi karakterini ortaya koyup ayaklar
altına serebiliyor kolayca. Beli bükülmüş, kalın gözlüklü ihtiyar
kendi anadiliyle konuşuyordu. Türkçe'yi pek beceremez, bir kaç
kelimede Alamanca bilirdi. Onun ''Stein'' kelimesini bilmesi yeni
Almanca öğrenmeye başlamış bir öğrenci olarak beni hem şaşırtır
hem de neden yalnız bu kelime aklında kaldı diyerek düşündürürdü.
Bunun sırrını bir türlü çözememiştim.
Aslında pek yabancı da değildi kendisi bize. Antalya'nın
Kızıltoprak mahallesinde Çerkeslerin yoğun olarak oturdukları
yerde evine uğradığımı da hatırlıyordum. Hanımı olan yaşlı nine
beni sever ve hatta bir adda takmıştı. Bana ''a sı Mantarıj'',
amcaoğluma da ''a sı Lelavıj'' derdi. Takma ad benim gücüme gider
ama diyemezdim ona gücüme gittiğini. Diğer başka çocukluk
arkadaşlarımdan birisine böyle takma bir ad taktığını da
hatırlayamıyorum. Tasasız güzel çocukluk yıllarında renkli bir iz
bırakırken bu yaşlı nine nedense beyi olan bu yaşlı kişinin
varlığından bile hiç bir haberimiz olmamıştı. Bunun sırrını da
çözememiş ve çözmeye de uğraşmamıştım.
Hayatın acı
tokatlarını bir bugün yememişti ki! Nice felaketler başından
geçmişti. Çok çok daha büyük felaketlerden koparak gelmişti bu
günlere. Her gün yanına uğrayamaz zamanım olduğunca uğrar ve
onunla konuşurduk Adigece. Beni görünce de, çok sevinirdi de.
Anadilinde konuşmak, sohbet etmek, en büyük mutluluktu onun için.
Birden bire canlanırdı mutlu olurdu o kutsal kelimeleri duydukça,
dudaklarından döküldükçe.
Konuştukça dili bir başka çözülür ve şiirleşirdi cümleler sanki.
Anavatan Adigey'e konu gelince gözleri yaşarır ve nedenini
anlayamazdım. Bazen saatlerce konuştuğumuzda olurdu. Hayatını,
hatıralarını anlatırdı usanmadan ahlar çekerek. Hele konu
Çerkesliğe ve Çerkeslere gelince sevincinden yerinde
oturamazdı.Adigey'i vatanını anlattıkça gençleşirdi sanki. Sonrada
içini çeker içten içe kan ağlardı. Ölümden ne kaçabilmiş neden
korkmuştu. Ölümü defalarca yenmesine rağmen vatanına olan aşkını
asla yenememişti. Anlatırken ağlardı. Belki de ondan uzak
yaşadığına ağlıyordu. Onu ayakta tutan tek şey vatan aşkı ve ona
bir gün kavuşabilmekti. ''Burnum hep toprak, Adigey toprağı
kokuyor'' derdi her anlatışında. ''O kokuyu sen duyamazsın orada
doğup büyüyüp en azından oraları görmezsen'' der, gerçekten öyle
midir, diyerek kendi kendime sorardım.
II. Dünya
Savaşı'nda Almanlara karşı savaşmış ve daha sonra da onlara esir
olmuştu. Harpten sonra Avusturya'da, Drav kampında kalmıştı.
Oradan kaçarak nasıl olduysa Türkiye'ye gelir. Yanında Penej
Mahmut ve Kube Schaban da vardı. Yaşamı hep acılarla, korkularla
doluydu. Buna rağmen hayata olan bağlılığını asla yitirmemişti. Bu
yaşam gücünü daha çok anavatandan alıyordu. Oraya ölmeden bir daha
geri döneceğine o topraklara yüz süreceğine kati olarak
inanıyordu.
Yine bir gün yanına uğramıştım. Bir başka idi davranışları.
Sevinçliydi de. Kati kararımı verdim demişti. Döneceğim ülkeme
diyerek de ilave etmişti. Yaşamının tüm felaketlerini acılarını
unutan bu yaşlı Adige tek bir şeyi unutamamıştı; Anavatanı
Adigey'i. Yaşlandıkça da daha da çok düşünür olmuştu. Belki de
ölümden korkuyordu. Korkuyordu çünkü vatanını toprağını göremeden
ölebileceğini aklına gelince korkuyordu. Bu düşüncelerle hastaneye
düşmüştü de. İki Adige hemşerisi hemen imdadına yetişmişti. Yoksa
hastane masraflarını nasıl ödeyecekti ki? Bir kaç gün içinde
iyileşerek tekrar iş yerine geri dönmüştü. Hele hele kalın gözlüğü
var ya, başka bir sevinçti o. Önümü zor görüyordum. Şimdi
karşıdaki bey dağlarını bile görebiliyorum hatta üstündeki
ağaçları da tek tek sayabiliyorum diyordu küçücük bir çocuğun
sevinci ile. Allah razı olsun o iki hemşehrimden (2)
diye ekledi sevinçli sözlerine.
Bu gözlük
yaşamının en büzük sevinçlerinden biri oldu. Bütün bunları
anlatırken sahibine tekrar kavuşan kedisini de sıvazlıyordu. Kedi
mutluluktan etrafa mırıltılar yayarken, gelip geçenler pür dikkat
bizi dinliyorlar, anlamadıkları bu dile kafa sallıyorlardı. Genç
Adige arkadaşlarla konuşurken yine nasıl olduysa onun sözü de
geçmişti. Bunun artık böyle devam edemeyeceği üzerinde karara
vardık. Bir çözüm yolu bulmalıydık.
Ayıp değil
miydi bu kentte bu kadar Adige varken onun böyle bir yerde
çalışması. Yakışır mıydı biz Çerkeslere, onur kırıcı değil miydi
bizler için?
Burada şu
kadar Adige yaşıyoruz. Herkes kendine zor gelmeyecek kadar para
verirse, buradan kurtarırız der içimizden biri.
Doğru, çok doğru. Hemen isimleri tespit edelim de çalışmaya
başlayalım diye ilave ederler diğerleri. Hemen kentte bildiğimiz,
tanıdığımız thamadeleri bir araya getirerek durumu açıklayınca
hemen hemen herkes olurunu vererek bizi desteklediklerini
söylerler.
Herkesin vaat ettikleri aylık para tutarı da 500-600 TL kadar
oluyordu. Dört yüzü de yeter artar da bile dedik sevinçle. Hemen
paraları toplamaya başladık. Geriye de ev kalmıştı. Adigelerin çok
yoğun yaşadığı yerde ona bir oda kiralayacak, en azından her gün
sıcak bir öğün yemekte sırayla götürülürse herkese iki ayda bir
sıra gelecekti. Tüm organizasyonu tamamladıktan sonra içimizden
bir kaç kişiyi yanına gönderdik, durumu anlatıp, oradan alıp
getirmeleri için. Hepimiz o kadar emindik ki, hemen kalkar gelir
diyerekten.
Arkadaşlarımızı dinledikten sonra önce gözleri nemlenir sonra
yaşlar akmaya başlar. Kendine geldikten sonra; Bir Adige olarak
tuvalet temizlemenin ne kadar ayıp ve yüz kızartıcı olduğunu
biliyorum. Fakat tutan iki elim, ayakta dikilip yürüyebildikçe,
çalışabildiğim müddetçe dileneyim mi? Yoksa başkalarına yük mü
olayım? Asla. Asla kabul edemem bu asil teklifinizi. Başkalarına,
eli kolu tutarken gereksiz yere yük olmak da, törelerimize
yakışmaz. Gururumuz Kaf Dağı kadar yücedir. Bu gurur kırılır fakat
asla eğilmez. Beni sakın bir daha böyle tekliflerle rahatsız
etmeyin. Allah sizlerden razı olsun. Beni düşünmeniz bana yeter.
Ne zaman ki elim ayağım tutmazda çalışamaz olurum, o zaman bu
yardımınıza hayır demem. Beni de daha fazla zorlamayın, diyerek
sözlerini keser. Böyle bir cevabı hiçbirimiz beklememiştik.
Dolayısıyla da şaşarak orta yerde donup kaldık.
Böylesine ince
düşünebilen bir Adige'ye ilk kez rastlamıştık. Şaşırmamız sona
erip gerçeklere geri dönünce hepimiz taktir ettik kendisini. Gurur
duyduk Aydemir amcamızdan, şahsında Adige olduğumuzdan. İşte
fakirlik, yokluk ve çalışmak. İşte asalet.
Aradan günler, aylar, seneler bir birini kovalayarak geçmişti.
İnsan yaşamı bu fırtınanın önünde bir yaprak gibi kolayca
sürüklenip gidiyordu. Bir gün onu yine arayıp sorup soruşturdum.
Yok, yok. Aklıma hemen kötü yorumlar gelmeğe başladı. Amma
yanılmışım. O hayalini kuruduğu, burnunda tutam tutam tüten vatan
kokusuna geri dönmüştü. Kutsal ülkede nasibini yenerek, kutsal
ülkesi Adigey'e geri dönmüştü.Toprak kokusundan sarhoş olmuşçasına
hayat rüzgarının önüne takılarak Kafkas dağlarına takılıp kalmıştı
ebediyen. Orada ölebilmek ve gömülebilmek yaşamdaki tek lüks
isteğiydi.
En son
konuştuğumuzda şu sözlerini duymuştum: Orası belki burası kadar
serbest değildir. Belki de ölüm ipleri beni bekliyordur da. Ama
hiç bir korkum yok. Bana vatan toprağı yeter.
İşte o günden
bu yana kutsal topraklara gelenleri düşünür ve bunlardan kaçının
pişman olduğunu düşünür dururum.
1)
Şikayeti yapan kişi milletvekilliği yapmıştır.
2) Hastane
ve gözlük paralarını karşılayanlardan birisi Ömer Özbek
|