Kuntabeş ve
Hatkoyesler’in oğlu
Laşin: (…)
Tek bir ismi öğrenerek,
Öğrendim yeryüzünde her şeyi,
“Seni seviyorum!..” diyerek,
Bitirdim tüm sözlerimi.
Fenes:
Delisin sen, Laşin!.. Üzerinde yattığım
şu kuma bir bak; yeryüzünün en yumuşak yatağıdır o, çünkü bir
kadın tarafından serilmedi. Başının üstündeki göğe bak bir de
şimdi, yani evrenin en temiz örtüsüne, hiçbir kadın eli
kirletemedi onu. Yaşamayı kimden öğreneceksin? Kendisini boydan
boya hayata adayan şu bilge ağaçtan mı, yoksa yalnızca
elindekilerin hepsini istemekle kalmayıp, aynı zamanda seni de
senden alan, doymak bilmez bir kadından mı?
Kitaba alınmayanlardan
Yeryüzünün en yüksek
dağları buradadır; fakat insan, tüm dorukların da yukarısını
görebilir.
En güçlü ve ihtiyar ağaçlar burada yetişir. Yine de insan,
içlerinden herhangi birini en üst dalından tutup, yere kadar
çekebilir.
Burada yetiştirilen atlar, kuşlardan hızlıdır. Savaşçılar, büyük
kahramanlıkların ardından, çatısında dumanı tüten evlerine
dönerler, yiğitlik ve cesaret şarkıları söyleyen aşıkları
dinlemeye…
Kanlı çarpışmalarda dağları devirir, büyük suları aşar, devleri
yenilgiye uğratırlar ve tüm savaş işlerini bitirdiklerinde,
kafalarını dinlemek için, ormanlara, sineklerin cirit attığı
kulübelere sığınırlar.
Sayısız orduyu kılıçtan geçirdikten sonra, gökyüzünde, aladoğanın
birine yem olacak minicik bir kuşu farkedip, hayatını
kurtarabilirler.
Atlarıyla ezip geçtikleri ekin, birkaç ülke insanını bir yıl
boyunca tok tutabilirdi.
İçlerinden bir yiğit, günbatımına kadar zafere kavuşamayacağını
anlamış ve güneşi alıkoymak için atını gökyüzüne sürmüştü; ne var
ki ışık, gözlerini kör etti. Ayın ucuna çarptı, mantosunun eteği
diğer uçta takılı kaldı; böylece tam yedi gün yedi gece ayın
ucunda asılı bekledi. Ne zaman ki, mantosunun bağları koptu, bütün
o günler boyunca dizlerinin arasında tuttuğu atının üzerinde,
usulca yeryüzüne indi. Ayın ucunda sallanan mantoyu oralı bir
çoban buldu ve her Tanrı’nın günü sırtına geçirip, çalım sattı.
İnsanlar zaman zaman toprağın sarsılıp titrediğini duyduklarında,
bunda Kuntabeş’in de payı olduğunu bilirler. O ki, atının
üzerindeyken, şöhretini bile geride bırakır; ve henüz
gerçekleştirmediği kahramanlıklar için söylenen şarkılara bir
türlü yetişemez. Ve işte bugün, bu saatte, bu an Kuntabeş, yine
atını sürüyor; bakışları, hayvanın burun deliklerinden çıkan alevi
geride bırakıyor. Sabah ne yediğini hatırlamıyor Kuntabeş; sefere
çıkarken de, bütün bu günler boyunca neyle besleneceğini
getirmemişti aklına.
Kuntabeş atını sürüyor, şöhret arzusuyla yanıp tutuşarak. Eğer
söylenen şarkı onun için yazılmamışsa, bilin ki basit bir
vızıltıdan ibarettir. Onun kahramanlığını anlatmayan söylencenin
aslı yoktur. Eğer atı bu ormana işemediyse, burası orman değil,
olsa olsa bir çalılıktır.
Kişniyor, inliyor, yırtınıyor Kuntabeş’in atı. Ağzından dökülen
kanlı köpükler, uzun otları lekeliyor. Batırın sol omzunda bir
şahin uyukluyor, kızgın oklar acıyla şıngırdıyor kılıfının içinde,
kılıcı kana susamış, durmuş bekliyor kınında.
İşte böyle sürüyordu atını Kuntabeş ve sonunda, yeryüzündeki
kadınların en güzelinin yaşadığı memlekete ulaştı. Arıyor muydu
onu, kimse söyleyemez; kesin olan bir şey varsa, o da, uyuduğu
saatler dışında, ömür boyu kahramanlık peşinde at sürdüğüdür.
Demek ki onun için hiç bir karşılaşma, rastlantı olamaz. Eğer
böylesi bir rastlantı söz konusu olduysa bile, er ya da geç kanlı
bir zafer ile sonuçlanmıştır. Ve işte karşısında dikenli
bitkilerden örülü bir set, ki şapkanı fırlatsan öteki tarafa
geçmez; ve işte sağlam, dev kapılar, ki üzerlerine bir dağ
devrilse yıkılmazlar. Ne var ki, Kuntabeş’in seti aşması için
atını biraz mahmuzlaması yetti, kapılar cesur yiğidin atının bir
kuyruk darbesiyle yıkılıverdi.
Kuntabeş’in atı, büyük evin kirişlerinin önünde durduğunda,
yakınlardaki dağ dorukları titredi, civar ormanlardaki bütün
ağaçlar yapraklarını döküverdi. Bir tek evin kendisi, bu güçlü
sarsıntıya dayanabildi; yarı yarıya çürümüş kirişler devrilmedi,
yıllanmış duvarlar çatlamadı, çoktandır kargalara barınaklık eden,
delik deşik çatı çökmedi. Bu köhne ev ne yıkıldı, ne sarsıldı,
çünkü o, yeryüzündeki kadınların en güzelinden yayılan ışık ve
tutkuyla sağlamlaştırılmış, hatta belki baştan aşağı bu maddeden
yapılmıştı.
Işığın kızı, yiğidi karşılamak için dışarı çıkmadı, elini hafifçe
oynatmasıyla, evin duvarları saydamlaştı, o zaman Işıktanelli
Kadın boylu boyunca göründü. Fakat hiç kimse, hiçbir zaman, en
güzel kadının güzelliğini anlatmaya cüret edemez… O yüzü kendi
gözleriyle gören her erkek, yeryüzündeki bütün diğer kadınları
unutmuştur. Ve hiç kimse bu kadının kime benzediğini söyleyemez,
çünkü güzelliğini bir başkasıyla karşılaştırmak olanaksızdır.
Işıktanelli Kadın, ışık huzmeleri ve renklerden dokunmuştur. Sesi,
derin fısıltılar ve tutkulu iç çekişlerdir onun, tatlı bir
yorgunluğu ve yüreğin hiç bitmeyen arzularını söyler. Hareketleri,
kirpiklerinin açılıp kapanışı, bakışları, göz kamaştırır, insanın
kanı damarlarında gürültüyle akar. İşte göz kapaklarının
titremesiyle, üzerine sayısız yıldızın ışığı yansıyan tavan
sallandı; yıldızlar, bu kadının gözlerinden yayılan ışığa bir göz
atmaya, kendi ışıklarının onunkinin yanında sönüşünü izlemeye
inmişlerdi yer yüzüne. Bu gözlere bakıp da kör olanın vay haline!
Ama bu balçık tabanlı, serin odada sağ kalan erkek, sonsuz
mutluluğa ermiş demektir.
“Kuntabeeş!..”, bu ışıklı ses, kadının titreyen kirpiklerinden
kopup geldi, duvarları aştı, yiğidi sarıp sarmaladı. “Kuntaabeeş!..”
Bu bahçe yüz yıldır, bu sesi duyup da yüreği titremeyen,
dizlerinin bağı çözülmeyen bir insana tanıklık etmemişti.
Fakat Kuntabeş’in sırtında ev yapımı kalın yünden bir gömlek, onun
da üzerinde bir yaban domuzunun ensesindeki sert tüyleri andıran
göğüs kıllarını bastıran demirden bir zırh vardı. Yağmurlardan ve
karlardan, atının ağzından çıkan köpüklerden ve yiğidin kendi
terinden ötürü baştan aşağı paslanmış zırhın da üzerine çelik
cebeler dikilmişti. Bunlar de yetmiyormuş gibi, acayip bir
hayvanın derisinden yapılmış, bronz şeritlerle kaplı, dev bir
kalkan koruyordu Kuntabeş’i. Gerçi tüm bunlar olmasa bile,
Kuntebeş’in göğüs kafesinin içinde çarpan kalbe, o güne dek ne bir
ok, ne bir mızrak, ne de büyük ağaçların altında biraz dinlenmek
için uyurken canına kastetmiş yıldırımlar zarar verebilmişti. Öyle
bir kalp taşıyordu ki, daha doğrusu – öyle bir kalp onu taşıyordu
ki, bir kez olsun huzur nedir bilememiş, şu koca dünyada nereye,
neden ve hangi gereklilik uğruna koşturup durduğunu düşünmeye
fırsatı olmamıştı.
“Kuntabeş!”, dedi ona aynı ses bir kez daha. Bu sesi duyan kuşlar
yollarını şaşırır, farklı yönlerde savrulmaya başlarlardı. Bu
sesin anlattığı bir şey daha vardı, o da – daha önce asla aynı
erkek adını iki kez tekrar etmemiş olduğuydu.
Fakat bir kadın tarafından seslendirilen kelimeler, Kuntabeş’in
anlayabileceği türden kelimeler değildi. Kılıcının dairesel bir
hareketiyle, duvarda, kendi dev bedeninin rahatlıkla geçebileceği
bir yarık açtı, ne de olsa kimse ona bir yere girmek için kapıyı
açabileceğini öğretmemişti. Elini, Işıktanelli Kadın’a uzattı.
Kadınların en güzelinin yüreği gönendi, çevresine yaydığı ışık
titredi, kar beyazı göğüsleri heyecanla inip kalktı, erkek
gözlerine aç, yuvarlak kalçaları aralandı, elleri, tertemiz dağ
pınarları gibi kıpırdandı.
“Ellerini, saçlarımın arasına daldır,” diye fısıldadı, “seni
ölümsüz bir varisle ödüllendirebilirim. Bacakları bu evin
kirişleri gibi sağlam, kolları, şimşir gövdesi gibi, bu evden,
kendinle beraber bir oğul çıkaracaksın, o senin halkının soyunu
sürdürecek.”
Işıktan kadının ateşi Kuntabeş’i yakmaya yetmedi. Ne kalbi
titredi, ne dizlerinin bağı çözüldü. Güçlü avucunu uzattı; nice
aşk sözcükleri ve inlemelerin, aralarında hiç bir iz bırakamadan
sönüp gittiği, uzun, ipekten saçları yakaladı ve kadını evin
dışına sürükledi.
“Senden olsa olsa bir sümüklüler kabilesi doğar, kancık!” dedi
Kuntabeş ve avludan ayrılırken şunu da eklemeyi unutmadı: “Sen
yiğitler doğurmuyorsun, pislik içinde yaşamaya yazgılı insanlar,
çobanlar doğuruyorsun. Işığın kahramanlıklara değil, kalbin gelip
geçici, boş hazlarına davet ediyor. Seni, eteklerinde en derin
suların bulunduğu, dağların en yükseğine götürmeli, oradan aşağı
atılmayı hak ediyorsun!”
İşte Kuntabeş’in kelimelerle ifade edebildikleri bunlardı,
edemedikleri ise şöyle özetlenebilirdi: “Şanlı yiğitleri
kahramanlıklara götüren yollara tuzaklar yerleştiriyorsun. Senin
sesini duyup, ışığını gördüklerinde, ufukları oklarla delmek
yerine, çalılıkları “tutkunun okları” ile suluyorlar. Artık yirmi
yaşımı geride bıraktım, senin yağlı, solgun kalçalarından başka
düşünecek şeylerim var, harp meydanında kahramanca bir ölümle
kucaklaşmak gibi… Sen ise, önüne bir sadaka atarlar umuduyla
yiğitlerin ellerini yalayan bir kancıksın!”
Bu söylenmemiş sözlerle Işıktanelli Kadın’ı, bir çöp torbası gibi
atının üstüne yığdı ve bozkıra doğru yol aldı.
Atını sürüyor Kuntabeş, uçuyor atının sırtında yine, uçsuz
bucaksız bozkır boyunca. Kuntabeş’in eski mantosunun içinden
Işıktanelli Kadın’ın eli her göründüğünde, bütün o diyar sönmez
bir ışıkla aydınlanıyor, ipekten saçları rüzgarda savruluyor,
yıldızlar bu saçların içine dalıp, gökyüzünün tüm renkleriyle
parıldıyorlar. Geçtikleri ırmak suları peşlerinden geliyor,
ormanlar başlarını eğiyor, dağ dorukları keder ve hasretle
arkalarından bakıp kalıyor.
Uzun muydu, kısa mıydı Kuntabeş’in yolu, bir Nart asla mesafeleri
ve zamanı düşünmez; savaştığı yerin adı Dünya’dır onun, ölümle
karşılaştığı zamana Sonsuzluk denir. Nart, hedefine ulaşmadan
durmak nedir bilmez. Fakat Kuntabeş bu kez, henüz yorulmaya bile
vakit bulamadan, üzerinde dağınık bir şekilde şimşir ağaçlarının
büyüdüğü geniş vadide durmak zorunda kaldı, kendisi de yüzyıllık,
kudretli bir şimşiri andırıyordu, karla örtülmüş sakalları ve
bıyıkları ile dev bir adamdı, haddinden geniş omuzları vardı ve
durduğu yerde bileklerine kadar toprağa batıyordu.
Kuntabeş’in, o an karşısında duran adamın büyük mü küçük mü
olduğunu düşünmeye ne vakti, ne de bir nedeni vardı. Asla geriye
de dönmezdi, ne de olsa aklına koyduğu bir şeyin tamı tamına
gerçekleşeceğinden şüphesi yoktu. Kuntabeş, hiç yolundan
ayrılmadan dev adamın önünden geçip gitmeyi istiyordu. Atının
terkisinde yeryüzündeki kadınların en güzelini taşıyan bir yiğit,
kim olduğunu bile bilmediği (bir çoban, işsiz güçsüz bir serseri,
fazlasıyla cömert bir ev sahibinin bol boza ikramından sonra
çalıların arasında kendisine sakin bir yer arayan bir seyyah bile
olabilir) biri yoluna çıktı diye duracak değil ya! Kuntabeş,
adamın önünden, yıllanmış ağaçların tepelerini toz altında
bırakarak geçip gitti, fakat adam arkasından elini uzattı ve
Kuntebaş’i, atının kuyruğundan yakaladığı gibi geri çekti, öyle ki
elinde kuyruk, yiğidin yüzüne bakarak şunları söyleyebildi: “Bana
selam vermeden önümden geçme cesaretini kendisinde bulan bir
Nart’ın birkaç kemiğini kırmadan evime dönmem imkansız. Neden diye
sorulacak olursa, en azından şu sebepten derim: Üç-nineler beni
eve sokmaz da ondan, dahası kaderime lanetler yağdırır, soluksuz
bedenimi köpeklerin önüne atar, artıklarını da karga sürülerine
bağışlar… Ters gidiyorsun sen şanlı yiğit, arkan önüne dönmüş.
Bugünden düne fırlamak sanki niyetin.”
Kuntabeş’in yüzü gölgelendi. “Eğer karşına çıkan ilk aptal seni
durdurabildiyse, bir çakalın leş kokulu midesinden başka bir yeri
haketmiyorsun!” dedi kendisine ve yumruğunu atının tepesine
indirdi. At, yere yığıldı, sırtındaki kutsal hazineyi düşürdü,
aralanan mantonun içinden Işıktanelli Kadın çıktı, inci tanesinden
gözyaşlarını, çiğnenmiş basılmış otlara serpiyordu.
“Evsiz köpek sürülerinin evladı!” dedi yabancı, “güneş batar, ay
gelmez olur. Zamanın yittiği bu anlarda kimse, acı çekenin
gözyaşlarını görmezken, Yaratan tarafından, sabrı denenmek üzere
bizlere gönderilen Işıktanelli Kadın, yorgun kalplerimizi
aydınlıkla buluşturur, bu dünyanın, bizlerin mutluluğu için
yaratıldığını hatırlatır! Ve sen onun kutsal bedenini, o iğrenç
mantonla sarmaya cüret ettin, öyle mi?!”
Kuntabeş’in yüzü bulutlarla kaplandı, sert bakışlarında şimşekler
yanıp söndü, onlardan çıkan alevle tutuşan bıyıkları titredi:
“Bir dakika sonra kara kargaların yuvalarında didikleyecekleri bu
çürümüş et ve kemik parçası hangi soydan acaba?”
“Işıktanelli Kadın’dan yayılan şefkat ve mutluluk ışığının böyle
parıldadığı yerlerde kargalar, kendilerine yuva yapmaya korkarlar.
Ben Hatlardanım, Hat soyunun genç oğullarından biriyim. Aşıkların,
senin daha gerçekleştirmediğin kahramanlıklara, geleceği anlatan
yalan efsanelerden şarkılar derledikleri memlekettenim ben. “Kendi
işlerimle yaşamak istiyorum dedim”, aptal Kuntabeş’le ilgili
sözler ve melodilerde değil. Dikildim işte karşına. Kuntabeş,
hayatı tersinden yaşıyor. Eğer ismini tersinden okuyacak olursak
gerçek bir Şebatnuko’dur o. Sen, o uğursuz beygirinin üzerinde
sarsıla sarsıla giderken, ışıklı kadının ışığı asırların önüne
geçti, annemin rahmini vaktinden önce terk etmem gerekti. Aşk ve
tutkunun ışığı kılıçla elde edilemez, yüce gökler tarafından
bahşedilir insana. Dudaklarımda annemin sütü henüz kurumadan yola
çıktım, sakalları karla kaplanmış senin karşına dikildim. Beni
buraya inleyen rüzgarlar sürükledi, kederli dağ dorukları gösterdi
bana bu yolu, buraya varana kadar ne yedim ne içtim, çatlayan
dudaklarım yalnızca gökyüzünden inen çiylerle ıslandı… Sense hangi
yerlerden geldiğini, ne zaman yola koyulduğunu anımsamıyor ve seni
kimsenin görmeyeceği bir yere doğru atını sürüyorsun.”
Hat, yerinden kıpırdadı, ayaklarını toprağın içinden çıkardı,
üzerlerindeki taş ve toprak parçalarını silkeledi, Kuntabeş’in
yanına vardı. Yiğit, henüz kıpırdamaya vakit bulamadan, kendisini
ayak bileklerine kadar toprağa saplanmış buldu. Sonra Hat, onu bir
kez daha yakaladı ve tekrar toprağa sapladı, bu kez beline kadar.
Hat, Kuntabeş’i üçüncü kez havaya kaldırdığında, onu ta çenesine
kadar toprağa sapladı ve şöyle dedi: “Kafan sersem olsa da, sağlam
bir bedene sahipsin. Madem öyle kafan dışarıda kalsın. Burnunla
nefes al, gözlerinle çevreni seyret, belki işe yarar bir şeyler
görürsün. Kar yağarsa, dilini dışarı sarkıtabildiğince sakallarını
yala, yağmur yağarsa bıyıklarından damlayan suyu emersin.”
Hat, Işıktanelli Kadın’a yaklaştı, onu kaldırdı, küçücük bir
kuştan daha hafif olduğunu anladı, kar beyazı vücudunu tek bir
ipliğin bile örtmediğini gördü.
“Hakaretin alevi üzerimdeki ipekten elbiseleri küle çevirdi,” dedi
sesinde derin bir hüzünle Işıktanelli Kadın.
“Hiçbir elbise, seni senden daha güzel yapamaz ve gizleyemez
bedenini,” diye yanıtladı onu Hat, bir yandan da Tanrı’ya
kendisini bu güzellikle kör etmemesi için yakarıyordu. Kuntabeş’e
döndü: “Işıktanelli Kadın’a bak kafasız Nart, bak o lanet olası
mantonla lekelediğin kadına!”
Kadın, tam önlerinde, küçücük ayakları toprağa neredeyse hiç
basmadan duruyordu, elleri havadaki en ufak esintiyle titriyor,
vadiyi sönmez bir ışığa boğuyordu. Gözleri aynı anda, hem kaderine
yazılmış mutluluğu, hem de öleceğin saati görüyorlardı.
Hat, yüreğinde, toprağın dayanılmaz gücünü duydu; bedeni
nehirlerce çağlıyor, isyankar rüzgarlarca havalanıyor, uçuyordu…
Ateşin içine girenin dönüşü yoktur. Hat, Işıktanelli Kadın’a
yaklaştı, elleriyle, hiç titremeden havaya kaldırdı onu, kucağına
aldığı kendi hayatıymışçasına, dikkat ve sevgiyle taşıdı onu.
Orman yakın, ağaçlar uzak; ağaçlar yakın, orman uzak, hazinesini
göklerin altına, asırlık ormana, suskun ağaçların gölgesine
bıraktı.
Nartlar’ın şanlı oğlu, uzaklıkları ve zamanı geçmeye çalışan,
tersten yaşayan Kuntabeş ise, toprağın içinde duruyor, bir tek
kafası dışarıda. Kulakları, ihtiras dolu fısıltıları işitiyor, ama
sözcükleri seçebilmek olanaksız. Gözleri, vadideki yüksek otların
ürperişlerini, sonra parmak uçlarına çıkarak, başlarını ormana
çevirişlerini, Hat’ın nefesindeki ateşle tutuşarak küle
dönüşlerini görüyor. Dağ dorukları, başlarını çeviriyor, vadideki
ağaçlar çeviriyor bakışlarını… kuş sürüleri birden irkilip ormanı
terk ediyorlar... Hayvanlara gelince, bu okşayıcı sevgi
sözcüklerinden güçlerinin tükendiğini hissedip, ormanın en
karanlık köşelerine kaçışıyorlar…
Yorgun ve acılar içindeki Nart defalarca kez uykuya daldı ve
uyandı defalarca kez; karlar yağmurlarla değişiyor, yağmurların
yerini kavurucu yaz sıcağı alıyordu. Çatlayan dudaklarına konan
sineklerle besleniyordu Kuntabeş.
Aradan biraz daha zaman geçti ve sonunda, Hat’ın vadide yürüdüğü
görüldü. Rüzgarlar ve yıldırımlarla budanmış bir meşe ağacı gibi,
iki yana sallanarak ve önünü bile göremeden ilerliyordu. Kendi
gölgesi bile güçlükle takip edebiliyordu onu. Hat, en yakındaki
nehre kadar geldi, kafasını tertemiz sulara daldırdı, suyun
başında ve bitiminde tek damla su kalmayana, bütün iri ve küçük
balıklar kuruyan yatağın içinde nefessiz kalıp ölene, kıyıdaki
ağaçlar kuruyup gidene kadar başını sudan çıkarmadı.
Hat, Nart’ın gözlerinin önünde vadideki yoldan ormana döndü;
sonsuz, dipdiri bir güce kavuştuğunu, vücudunun sağlamlaştığını,
esnekleştiğini, göz içlerinde şimşekler çaktığını, bu hayatı
sevmeye ve bir kez daha tüm dünyayı sevinç ve tükenmez arzuların
sesleriyle çınlatmaya hazır olduğunu hissedebiliyordu.
“Gölgemle konuş, beyinsiz,” dedi Nart’ın önünden geçerken, “o bile
bir kadın tarafından sevilmenin nasıl bir mutluluk olduğunu
anladı.”
Hat’ın aşkı üzerine çok söz söylenebilir. Sayısız günler ve
geceler sonra terk ettikleri orman, dünya döndükçe kurumayacak,
güçlü ağaçların altındaki otlar hiçbir zaman solmayacak. Buraya
uğrayan bir alageyiğin ya da başka bir hayvanın soyu hiçbir zaman
tükenmeyecek ve eğer sabırlı bir avcının yolu düşerse buralara,
yüreği masalsı seslerle dolacak, okunu ve yayını bir kenara
fırlatıp, ellerini ağaca uzatacak, ağacın önünde saygıyla
eğildikten sonra, özürler dileyerek kalın, neşeli bir dal kesecek.
Göklerin ışığını, soluk alıp veren toprağın seslerini hatırlayan
bu daldan, güzelin yüzlerini ve hayatın ebedi kanunlarını tek bir
melodide buluşturabilen bir figür yaratacak. Hat ve Işıktanelli
Kadın’ın, uzun süren çarpışmalarda oraya buraya saçılan tutku
okları ise, sersem rüzgarların peşi sıra uzak, kimsesiz topraklara
ulaştı, yeni kabileler ve halklar doğdu gittikleri her yerde.
Hat, ormandan çıktığında gençleşmiş, ebedi gençliğe sahip
Işıktanelli Kadın’ın yaşına ermişti. Vadide bekleyen Nart’ın
yanına yaklaştı, onu toprağın içinden çıkardı, üzerine yapışmış
toprak parçalarını, tozu silkeledi ve şöyle dedi:
“Sana atımı armağan ediyorum. Akılsızca koşturman sırasında ezip
geçtiğin yollardan gitmeyecek o. seni, insanların yaşadığı,
bereketli topraklarını ekip biçtikleri, darı ve arpa
yetiştirdiklere yerlere götürsün. Kim bilir, oralarda, güneşten ve
üzüm salkımlarından yapılan içkileri içen Fenes adlı adama
rastlarsın. Onun sözlerini uyanmaya mecbur yüreğinle dinle, kıt
aklınla değil ve hayat iksiriyle dolup taşan boynuzu uzatmasına
kalmadan, iyice terle ve tarlalarına serptikleri gübrenin
içerisinde gezinenlerle birlikte, dizlerinde derman kalmayana
kadar yorul. Bana gelince, Işıktanelli Kadın’a eşlik edeceğim,
onun gösterdiği yöne dikeceğim bakışlarımı, ikimiz canımız nereye
isterse oraya gideceğiz. Nasılsa vaktimizin de yolumuzun da ucu
bucağı yoktur, gidebileceğimiz toprakların hududu… Zaman senin
için işleyecek ve eğer ruhun tekrar boşluğun sınırsızlığı ile
huzursuzlaşacak olursa, bilgeleşmiş yüreğinle etrafına bir bakın,
tüm zamanlarda ve mesafelerde, inci ve çiy rengi bir ışığın
içinde, ardımız sıra uzanan bir yol göreceksin. Bu yolu izle, bir
yerinde duru bir pınar çıkacak karşına, bil ki, bu pınar, bizim
birbirimizi severek hayatı kutsadığımız yerde çıkmıştır toprağın
içinden. Birbirimize fısıldadığımız aşk sözleri, yeraltındaki
suları harekete geçirmiş, onları toprağın üzerine, ışığın ve
hayatın ortasına çağırmıştır. Bir şimşir ormanında, barış içinde
salınan ağaçların altındaki köye rastlarsan eğer, orada yaşayan
insanların yüzlerine dikkatle bak, onlarda bizi göreceksin, beni
ve Işıktanelli Kadınımı. Onlar sana, belki daha dün, belki de bir
hafta önce, henüz bizler burada bir günlüğüne dinlenmeye kalmadan
evvel, bu korunun insan nedir bilmediğini anlatacaklar. İşte orada
Hatlar’ın soyunu tanıyacaksın, onlar kendilerine Hatkoyesler
diyecekler, zira onlarda bundan böyle Aşk ve Yiğitlik tek vücut
olacak. Biz doğuracağız, sense çoğaltacaksın, Kuntabeş. Sınırsız
mutluluk seninle olsun!
Fenes:
İşte tarih başlıyor; kahramanları bilmiyor bu tarihin sonunu, ne
de olsa yaşamak isteyen sonsuzda yaşar ve ölen, Tanrı’ya
seslenerek karanlığın yolunu tutar. Oysa Tanrı hep susar; Onun
sözü, Onun işidir.
O-ha-hay!..
|