|
|
|
| ................... |
|
|
| ................... |
|
O ZAMANLAR
ÇERKESYA -06
|
|
Erhan Hapae |
|
|
 |
| ................... |
 |
|
................... |
Aslında burada bir iş becermekti istediğim, biraz da dünya ile
bağlantılı olarak. Tanımadığım ve parasını nasıl tahsil
edeceğimi bilmediğim Rusya pazarı yerine, dünyanın herhangi
bir kalitesinde, mal üretip ihraç etmek. O
zamanlar tomruk olarak yağmalana duran orman ürünleri içinde,
biraz da İtalyan dizaynının desteğiyle ve yine İsviçrelilerin
pazarlayacağı bir ürün üretmek. Katma değerinin biraz daha yüksek
olacağını düşündüğümüz bu üretim, onların gözetiminde bizleri de
disipline edecek ve yirmi beş otuz kişinin çalışabileceği bir
üretim atölyesi olacaktı düşündüğümüz şey. Bunu bizim oralılara
bir türlü yaptırmayı beceremiyorduk. Bölge dünyanın belki de en
kaliteli sert ağaç ormanlarından birisiydi ve bunun yaşı gelen ve
artık ormana zarar veren ağaçları kullanarak yapılması gerektiğine
inanıyorduk. Başında durarak yaptırdığımız profil ve lüks parkeler
uluslar arası komisyoncular tarafından çok beğeniliyor, gel gör ki
üretim bir türlü gerekli miktar ve zamanda yapılamıyordu. Bütün bu
yabancıların gelip gitmesinin nedeni bu ve bunun gibi şeylerdi.
Neredeyse yirmi bin kişinin çalıştığı söylenen ve eskiden bütün
Sovyetlere beş tip demode sandalye üreten hantal işletme çöküş
sonrası ne yapacağını şaşırmış, başında onca işçi ile üretemez
satamaz düşünemez hale gelmişti. Sandalye üretmek için yirmi bin
kişiyi başına neden topladığını anlamakta güçlük çektiğimiz
merkezi plan, hiçbir katma değer yaratmayı beceremeyen bu dört
tugay büyüklüğündeki ordusuna maaşlarını ödemeye devam ediyordu,
tabi paranın değerini sürekli düşürerek. Zaten bütün Sovyetlerde
ilan edilmemiş bir genel grev on yıldan beri sürüyor, kimse ev
kiralarını ve gaz paralarını ödemediği gibi, işe gidene de pek
rastlanmıyordu. Diğer taraftan herkes Adigey’e gelecek olan ve bir
türlü gelemeyen altı yüz milyon dolar tutarındaki İspanyol hibe
kredisinin hayali ile yanıp tutuşuyor, bu işi ciddiye almayanların
eğlenceli mavralarının muhatabı olmak zorunda kalıyorlardı.
Bir küçük Adige firma, Fransız şarapçılarına kaliteli meşe fıçı
üretip her ay bir veya iki TIR , de monte fıçı ihraç ediyor, bu ve
buna benzer birkaç küçük işletme durumu kavramış örnek çalışma
içinde görünüyorlardı ama, büyük çoğunluk için durum böyle
değildi. Bu yıkıp yerle bir edecekleri sosyalist ekonominin yerine
neyin konulacağına dair şaşkınlık sürüp gidiyordu. Eski devlet
mağazaları halen ayaktaydı, dağıtım ağları çöktüğü için bir gün
sadece şarap diğer bir gün bölge deposunda bulabildikleri, asker
postallarını satıyor, ertesi gün mağazaya neyin geleceği belli
olmadığından kuyruklar bir türlü tükenmiyordu. Bu kuyrukların bana
en ilginç geleni ise, sabahın erken ayazında, bira
fabrikası önünde, elinde tencere ve su bidonları ile bekleşen
alkoliklerdi.
Rusya’nın durumu bir yana, neredeyse her kırk yılda bir, başına
gelmedik kalmayan bu çilekeş Çerkes halkının sonu nereye
varacaktı. Öyle değil miydi şimdi; Sürgünle başlayıp, ardından
birinci harp ve sonrası Bolşevik devrim, Bolşevizm'i anlamaya
fırsat kalmadan ikinci harp ve nihayet çöküş, 130 yılda dört ayrı
felaket. Yinede sonuncusu kitlesel ölümleri içermeyen bir şeymiş
gibi görünüyordu ama yinede ne olacağını kim bilebilirdi, henüz
Çeçenya savaşı yoktu ortalıkta. Bir nesil sektirmeden gelen
bütün bu felaketler zincirine rağmen baş eğmez bir duruşla ayakta
kalmaya çalışmaları, çoğu zaman gözüme batan bütün kusurlarını
gözümden siliyor, tersine, bu neredeyse bir avuç kalmış halka
karşı, nedenini kimselere izah edemediğim gizli bir hayranlık
duymaktan kendimi alamıyordum. İçlerinde kırk yıldır yaşadığım
Türkiyeli Çerkeslerden, yaşama daha bir sarılmış görünüyor, hangi
boş hayallerin, umut veya umutsuzlukların peşinde olurlarsa
olsunlar, mızırdanıp, şikayet etmiyorlardı.
Bütün bu gözlemlediğim durumlar içinde altından nasıl
kalkacağımızı kestiremediğim bir ilişkiler ve uğraşlar içinde,
Japonlar da dahil bir çok yabancı İstanbul da bir araya getirilip
Maykop a gönderiliyor ve bir ticari ilişki çıksın diye çoğu zaman
boş yere uğraşılıp, duruluyordu.
Bozzato, üretimi, buradakileri beklemeden bizlerin yapmasını
tavsiye ediyor, kalite düşkünü bir satın almacı ve Türkiye
deneyimlerinin farkında birisi olarak, onlara örnek
olabileceğimizi söylüyor ve işçi olarak güçlü kadınları
çalıştırmamızı tavsiye ediyordu. Alkolik Rus erkekleri ve işçi
olamayacağı her hallerinden belli, bura Çerkesleri yerine,
önerdiği şey akla yatkın geliyordu. Çöküşün esas yükü kadınların
omzunda idi. Ne yapıp edip bir tencere kaynatacak, çocuklarını ve
eşlerini çekip çevirecek olan kadınlar, siyasi iktidarını
yitirerek yoksullaşmış erkeklerine sahip çıkmaya çalışarak, hayatı
sil baştan filizlendirmeye çalışıyorlardı. Bu, birkaç gündür
burada olan Bozzatonun bile fark ettiği bir şeydi ve sokaklarda
süt, kaymak, ev ekmeği, yün çorap rendelenmiş havuç gibi olmadık
şeyler satan yaşlı kadınların durumundan anladığı şey bu idi. Bana
Berzeg'den duyduğu bir fıkrayı aktarmıştı. Yuri Gagarin; Ay’a
inip Soyuz'un kapısını açtığında, Baksanlı kadınları, orada elma
satarken görmüştü.
Bin Dolar'ı bulmayan sermayeleri ile o yıllar Türkiyelilerin bir
yandan eğlenmelerine neden olan, bavul ticareti yapabilmek için,
İstanbul-Dubai demeden dolaşıyor, meşakkatli Rus gümrüklerinde
didinip duruyor, ne zaman geleceği belli olmayan iyi günleri
bekleyip oturacaklarına, kendi küçük iyileştirmeleriyle
boğuşuyorlardı. Geleceği belli olan yeni özgürlüklerin neleri alıp
götüreceğini merak ediyor, başa gelmiş ve ilerde gelecek olan
değişime gereksizce direnmek yerine, onunla baş etmeye ve ayak
uydurmaya çalışıyorlardı. Erkeklerin çoğu meseleyi kavramanın
uzağında ama, iktidarı kaptırıyor olmanın birazda farkında olarak
sessizce izliyorlardı durumu.
İyi
insanlarsınız ve zenginlikler içeren güzel bir ülkeniz var. Bunun
bir para etmesi gerekiyor şu dünyada ve bu ise
daha iyi bir yaşam demek. Boazzato bunu söylediğinde
Askerby etkilenmiş, Sveta ile birlikte onu yaz aylarında Dagomis’e
davet etmiş ve becerebilirler ise ayrıca Abhazya’ya götürmeye söz
vermişlerdi. Gelecekti. Dün akşam için hep beraber gidip özür
dilemiştik, Berzeg uydurmuştur gücendiğimi, iyi oldu
otelde dinlendim dedi. Çetav merak ettiği Bozzatoyu kahveye
bekliyordu, birazda paslanmış çat pat İtalyanca sının ne hale
düştüğünü görmek için. Gidelim.

Şaguj Harun
gittiği askerlikten tam 27 yıl sonra, kendisi askere gittiği gün
doğan ve çok uzaklarda Trablusgarpt’a bir siperde tanıştığı yeğeni
Abraı ile birlikte, artık ihtiyarlamış bir bekar olarak
dönebilmişti Keseyhable’ye. Elinde terhis edildiğine dair
eski yazı bir evrak ve sırtında yamalı haki bir asker kaputu ile.
Yinede, bir askerden dul kalmış Abıde bir kadınla evlenip,
birisi genç yaşlarda bekar ölünce, dul annesini ölene kadar
yaslara boğacak olan, iki çocuk sahibi olabilmiş, dağılmış çift
çubuğunu sil baştan kurup, iyi bir rençper olmayı başarmıştı, tabi
ki becerebildiği kadar. Ömrünün aslını kıdemsiz ve bakımsız bir
Osmanlı askeri olarak geçirmiş ve normal olarak çıldırıp
insanlıktan çıkmış olması gereken bu huysuz ihtiyar, yinede biz
çocuklara, diline batırarak kullandığı kopya kalemi ile süslediği,
tahtadan kamyonlar yapardı, hiç karşılık beklemeden. O zamanlar
gazilere bağlanacak küçük maaşı almaya ömrü yetmemiş, yamalı asker
kaputu yıkanıp yoksul komşulardan birine verilmişti. Umutsuzca
beklenip duran gazi maaşı, askeri kayıtlarında var olan bir kusur,
muhtemelen bir dönem Kuvayi-seyyare ibarelerinin yer alması
nedeniyle, zaten dul karısına da bağlanamamıştı. Bütün bu
macerasının ardından ölüp gittiğinde, bildiği Türkçe kelime sayısı
iki yüzü geçmezdi.
Şimdi şu Kuban ovasında gördüğüm güzel topraklara bakıp, o yıllar
verimsiz topraklar üzerinde didinip duran köylüler için
hüzün duyuyorum. Üstelik, onlar için imrendiğim bu topraklar, bir
zamanlar onlarınken. Yinede ormanlarda buldukları yaban
meyve fidanlarını getirip bahçelerine dikmiş, onları budayıp
aşılamış, üzüm bağları kurmuş, devasa ceviz ağaçları yetiştirmeyi
becerebilmişlerdi. Komşu Türk ve Kürt köylerindeki çocukları
imrendiren, onlarca çeşit kışlık ve yazlık meyve fidanları dikmek
gibi yaşam kalitesini yükseltip farklılıklar yaratan uğraşlar
içinde olmuşlardı. Bahsettiğim Şaguj Harun un yirmi küsur olan
kayıp yılları sadece ona ait bir durum değildi. Bu durum, diğer
komşu evlerde, komşu Besleney köyü Göçeri veya Shapsugh köyü
Hamamözü'nde de aynıydı. Yıllar sonra, 60'lı yıllarda büyük
kentlerde rastlayıp, yavaş yavaş tanışmaya başlayacağımız çok
uzaklardan gelmiş arkadaşlarımızın da hikayeleri farklı değildi.
İki kere dul kalmış Meleç, evlenip uzaklara gelin gitmiş kızının
ardından, genç ve bekar oğlunu da yitirince bir daha hiç
konuşmamak üzere susmuş, merdiven basamaklarından birinde
oturduğunda uzaktan görebildiği oğlunun mezarını seyrederek,
ömrünün geri kalan kısmını o basamakta oturup, o suskunlukla
geçirmişti. Akşam üstleri,evinin önünden geçip çeşmeye su almaya
giden kızlar onu sesli olarak selamlar o selamı hiç konuşmadan el
işaretiyle alır ve yüzünü tekrar mezara doğru dönerdi. Bu içine
düştüğü durum yaşlı bir geveze olan ama hiçbir şey duymayan
komşusu Degu nineyi en iyi anlaştığı can yoldaşı haline
getirmişti. Bütün gevezelikleri sabırlı bir sessizlikle dinleyen
ve hiçbir cevap vermeyen, zaten verse de işitilmeyecek olan iki
kadının arkadaşlığı.
Bütün bu çaresizlikler içeren yaşamın içinden, eğlenceli
zexhesler, komşu köylerden misafir kızların gelip katıldığı bağ
bozumları, görkemli Adige düğünleri yapmaktan geri durmadılar.
İhtiyarlar cami bahçesindeki tomruğun üzerinde bir birlerini
iğneleyerek eğlendiler. Genç kızlar teravih namazına durmuş
gençlerin cami girişindeki çizmelerine su doldurdular, yanlışlıkla
lastiği su doldurulmuş ihtiyarlar esprileri olgunlukla karşılayıp
çiğ kızgınlıklara girmediler. Aksilikleri ile bütün köyü canından
bezdirmiş dephleko sefer’e sonunda sessizce ilgisizlik cezası
verdiler. Dünyasını dar eden ve cemaate giremez hale getiren bu
ceza, onu Cuma namazlarını komşu Kürt köylerinde kılmaya
zorlayacak ve bu ibadet için gidiş gelişleri dışında, avlusundan
ömür boyu çıkamaz hale getirecekti. Bu ona uygulanan durumdan, eşi
ve çocuklarını muaf tutma inceliğini göstermişlerdi. Yinede
öldüğünde cenazesine
kimsenin katılmadığını, iki oğlu, imam ve komşu Kürt köyünden
katılan sadece iki kişiyle gömüldüğünü duyduğumda, çocukları
açısından onur kırıcı olacak bu durumdan dolayı, gözyaşları mı
tutamamıştım.
Yıllar sonra babama hediye olarak köye gönderilen transistörlü
radyoda, çarşamba akşamları yayınlanan ve toplam yirmi dakika
süren Adigece yayını dinleyebilmek için bahçenin yüksekçe bir
köşesinde ki dut ağacının oraya gider, babamın sessizlik
talimatları altında Maykop’tan yapılan yayını izlemeye çalışırdık.
Bizim temposu düşük Adige müziklerine göre çok hızlı gelen müziği
dinler, müzik arasına giren, biraz tuhaf bulduğumuz ‘’
Kanuka Asiyet, bu ay Şhaguaşe kolhozunda patates toplama birincisi
olarak bizleri onurlandırmıştır’’ türü anonsları anlamadan
şaşkınlıkla dinler, program bittiğinde, hiçbir şey sormamıza
müsaade etmeden hüzünlenen babamıza bakarak üzülürdük.
Böyle şeyler miydi yaptığınız işler diye iğneledi Sveta’yı
Askerby, bir yandan yüksek sesle gülerken.
E öyledir herhalde o zamanki programlar, işçi sınıfı; entelektüel
aymazlıkları ödüllendirecek değildi ya.
Amerikalı ile Çaça’yı Krasnodar hava alanından yolcu edeceğimiz
anlaşılınca, Askerby onları yolcu ettikten sonra o bölgedeki Adige
köylerinin içinden geçip denize doğru bir Shapsugh köyüne bir
dostunun yanına götürmeyi teklif etmiş, ben Remediosu
göremeyeceğim korkusu ile itiraz etmiştim. Onun geleceği
güvencesini alınca itirazımı geri çekmiş, Bozzato Berzeg le bazı
işleri olduğunu söyleyip mazeret bildirmişti. Yabancıları Seferby
almış biz iki kızla birlikte Askerby'in arabasına binmiştik..
Kuban ovası kar kaplıydı fakat hava güneşli, asfalt yollar
sorunsuzdu. İçinden geçtiğimiz veya uzaktan gösterdikleri köylerin
isimlerini söylemekle yetinip Yol boyunca, müdahale etmeden
beni konuşturup durmuşlardı.
Sizinkilerde pek iyi bir yaşam sürmemiş anlaşılıyor ki, dedi
Sveta, nasıl olabilirdeki zaten başını sokacağın kulübeyi etrafta
ne bulursan o malzemeyle inşa edeceğin, ekeceğin tarlayı senin
ıslah edeceğin,dilini geleneklerini ve belki de dinini bile
bilmediğin ve senin olmayan bir yer, nasıl kolay olacaktı.
Bu kasvetli muhabbetten kurtarayım sizi dedi Askerby, birazdan
Penexhes’e ulaşacağız. Şıps paste var, lığur var, metekoay yapılır
bu köyde, siyah bal ve şate var. Bagajda ise kir kasa Stolinçkaya,
daha ne olsun. Bana doğru döndü, mızırdanıp duracağına dedi
yanındaki afetle ilgilen biraz. Ben senin bir şey becerebileceğini
sanmıyorum , o konuda yardım istiyorsan, onu da itiraf et.
Remedios kızarmış ben ne diyeceğimi şaşırmıştım. Sveta
direksiyondaki Askerby’ e adi köpek, pis zampara diye
saldırmış, o da arabayı zor kontrol etmişti. Küçük bir seks
nüktesi için ölmemiz gerekmiyor diyerek. Esprinin ağırlığı ve
inceliği birkaç saniye sonra anlaşılmış ve hepimizi gülmelere
boğmuştu. Yahu gerçekten dedi Askerby, siz Latinlerde bekaret
önemlimi ve senin durumun hangi yerde diye kızı sıkıştırmıştı.
Sveta belden aşağı muhabbet saydığı bu tür konuşmalardan
hoşlanmıyordu. Remedios’un cevabı netti, Kırmızı Pazartesi’yi
hatırlamıyor musunuz? Vaaaay, demek öyleydi. Askerby anlamamış
Sveta anlamıştı.
Nalbiy bahçe kapısında bizleri bekliyordu. |
|
|
|
|
|
|
|
 |