|
|
|
| ................... |
|
|
| ................... |
|
O ZAMANLAR
ÇERKESYA -07
|
|
Erhan Hapae |
|
|
 |
| ................... |
 |
|
................... |
Senin zihinsel dünyanda gezindim yıllarca, nedir bu bana
düşkünlüğün diye. Yitirilmiş bir yüzyılın ortak hikayesi mi,
çok uzak dünyalarda olsak ta. Senin beni zihninden atmadığın o
yıllar boyunca benim bireysel güzelliğim veya popomun daha
yuvarlak, kadınlığımın daha ıslak olmasıyla ya da yatakta daha
usta bir kadın olma ihtimali ilgili olduğu zannına kapılmadım
hiç. Bu
beni biraz incitse de, belki daha başka bir tutkunun eseri olma
ihtimali vardı ve belki de daha saygıdeğerdi. Gerçi aşk öyle bir
şey olmasa gerek, aşk kendi başına yetebilir çoğu zaman, saygın
olması gerekmez. Ama ikimizi birbirine bağlayan, yitirmişlerin
kaybedilmiş yüzyılı idi ve daha ne kadar yitirileceği de pek belli
olmayan.
Karayip denizlerinde bir sürgünden veya soykırımdan bahsedilmez,
ama yurdunu terk edenlerin sayısı sizden çok daha fazla olabilir.
Üstelik bu terk edişin ne kuraklıkla ilgisi var ne doğal
afetlerle. İnsanın insana yaptığı kötülüğü başka kim yapabilir ki.
Kendi küçük diktatörlerimizden de az çekmedik ayrıca. Bir kargaşa
çıkar korkusu ile ölmüş başkanları sağmış gibi törenlere götürdük,
halkın liberaller ve cumhuriyetçiler olarak bölünmesinin bedeli
milyonlarca ölü ve olağanüstü yoksulluk. Bu gün yinede dünya
insanlığının iyi kötü haberdar olduğu ve bazen de olumlu tepki
gösterdiği halkın kırılması ile ilgili vahşetler, dünyada sanki
hiç olmamış gibi karşılandı ve yüz yıl boyunca, başkalarının
vahşetine bırakılmış halkın kaderi nasıl olabilirdi. Bu gün bile
bazen saçma sapan muhalif liderlerin hızla taraftar bulmasının
nedeni, umutsuzluğa bir merhem umudundan başka ne olabilir.
Sizinki belki hepsinden beter, Avrupa'nın dibinde herkesin göz
yumarak ilgilenmediği, kırıma uğrayıp kovulmuş koskoca bir halk,
sesini hala kimselere duyuramıyor. Üstelik şu birkaç gündür şahit
olduğum köklü geleneklerinize ve birbirinize düşkün olmanıza
rağmen. Bana tutkun bundan mı, yani düşmüşlerin aşkı. Olsun oda
kabulüm, dünyamı dar edeceğini bilsem de, aşk yinede aşktır.
Nalbiy’in annesi, Askerby'in bahsettiği gibi bir sofra hazırlamış,
sofra kurulduğunda çok kısa bir süre sofranın başına oturarak
hepimizin tanıştırılmasını bekledikten sonra, önüne uzatılan
sadece dudağını değdireceği şarap kadehini kaldırmış, ayağa kalkıp
ve hepimizi ayağa kaldırarak hoş geldiniz demişti.
Güzel kızlarım, değerli oğullarım, oğlumun misafirleri olarak
bizleri onurlandırdınız, bu gurur bana yeter. Bakın çok uzaklardan
aranıza karışmış bir misafirimizde var, bu gün hepiniz
misafirsiniz ama kabul edin ki en değerlisi o. Bakın şu kadar yıl
sonra başka dostlarda edinerek geliyorsunuz meraklara düşerek,
yurdumuz ne halde ve nasıl yaşar ihtiyar kadınlar ve çocuklar
diye. Yitirdiğimizi sanmıştık birbirimizi, ama öyle değilmiş ve
tanrı bizi hala hatırlıyormuş. Bakın Türk ellerinden gelmiş bir
oğlumu kucakladım bu gün, bunu hiç göremeyenlerde oldu ve bu günü
ne kadar beklediğimizi bilemezsiniz. Bu mütevazı ocak başını hiç
unutamayacaksınız, tıpkı benim bu günü unutamayacağım gibi. Bana
sevgi getirdiniz sevgiyle karşıladım sizi, her gittiğiniz yere
öyle gidin ve öyle karşılasınlar sizi. Tanrı insan olduğunuzu
unutturmasın size, ancak öyle Adige kalabilirsiniz. Kadehimi
kaldırıyorum sizin için ama beni affedin içemiyorum ve sizi baş
başa bırakıyorum,
Remedios ısrar etme girişiminde bulunmuş, Sveta geleneklerin böyle
olduğu konusunda onu uyarmıştı. Merak etme demişti tek koruma
meleğin o değil. Birde sofra bittiğinde çağrılacak ve teşekkür
edilecekti. İçten ve güzel konuşması hepimizi etkilemişti.
Durumdan Nalbiy de hoşlanmıştı ama bu ihtiyarları bırakırsan iki
kelime ettirmezler bize diye mırıldanarak annesini yolcu etmişti.
Sanki bir yerlerde öğretilmiş ve ezberletilmiş gibi, bu hoş
konuşma tarzının kentli köylü demeden hemen herkes tarafından
ustaca nasıl kullanılabildiğini merak ediyordu Remedios. Anadolu
Çerkesleri arasında tek tük thamadeler arasında kalmış olan bu
hitabet tarzının bu gün burada yaygın olarak yaşanıyor olması
benim açıklayabileceğim bir şey değildi. Askerbiy ben bu işlerle
mavra geçerim Sveta da beni azarlar dedi, Nalbiy açıklasın en
iyisi.
Küçüklüğümüzde büyük sofralara hizmet ederek öğrenirdik oturmayı
kalkmayı. İnsanların bir konu veya bir kişi üzerine söylenmesi zor
şeyleri nasıl da ustalıkla söyleyebildiklerine şahit olarak
dolaşırdık etraflarında. Kelime oyunlarını da kullanarak nasıl
eğlenceler çıkarttıklarını görürdük. Esas olarak elbetteki
insanların birbirlerine güzel şeyler söylemesi üzerine kurulu
sözlü bir edebiyat aslında. İltifatı kim sevmez. Ama sadece
iltifat da değildir. Abartılıysa içinde hafif ti’ye almada vardır,
eleştiride. Onurlandırır, cezalandırır, öğreticidir ne bileyim
işte. Ben şahsen bir gün gelip bu sofralara katılıp nasıl söz
alacağımı hayal ederdim. Biraz büyüyüp ilk söz verildiğinde
dizlerimin titrediğini ve söylemek istediğim sözlerin hiç birini
söyleyemediğimi hatırlarım. İşte bu ve bunun gibi yerlerde
öğreniriz bütün bunları. Geleneklerimizin değerli bir parçası diye
düşünüyorum ben. Zamanla sende alışırsın.

Peki nedir benim gibilerde olan bu durum, hatta senin gibilerde
var olan. Aslında epeycede Çerkeslere meraklı ailelerimiz,
bizlerin o kadarda Çerkes olarak yetişmemizi istemediler. Harp ve
kıtlık yılları gelip çattığında devlete kapağı atıp hazineden
geçinmeye başlayanlar, diğer köylülerden daha iyi ve daha seçkin
bir hayat sürdürebilen insanlar oldular. Salgın hastalıklar
girdiği köylerde, çocukları süpürüp alırken, kentlerdeki memur
takımı kendilerini devletin korumasında güvende hissediyorlardı.
İki öküzün arkasında yıl boyu didinen en büyük rençper ailelerin
ambarlarına götürdükleri buğday miktarı on tonu bulmazdı, yani bu
günkü parayla üç bin dolardı ve çoğu aile üç yüz doları bile
bulamazdı, bütün bir yıl geçinmek için. Ellilere gelindiğinde bu
köylülükten umudu kesen bir takım ileri görüşlü babalar
çocuklarını köylülükten kurtarmanın derdine düşmüşler ve o
zamanlar bedava olan eğitimden başka bir çarede bulamamışlardı.
Eğer çocuklar gerekli engelleri aşabilirler ise. Gözlerinde
büyüttükleri bu engellerin yanında devlet kademelerinde yer
alabilmek için belki de sakıncalı olacağını sandıkları
Çerkesliğimizi öne çıkarmama talepleri, birazda bu nedenlerle idi.
Saklanın gizlenin ve Türklüğe karışın daha iyi bir hayat
yaşayabilirsiniz.
Halbuki doğuştan Türk köylüleri de matah bir hayat yaşamıyorlardı.
Yıllar geçip de bürokrasi içinde yer aldıklarında, yeni nesillere
Çerkeslerle ilgilenin diyen ebeveyne çok az rastlanır. Bir zaman
sonra ilgilenin desen de çok şey fark etmeyebilir, zaten de öyle
olmuştu. Kürtler olmasa Kemalizm neredeyse başarmıştı. Üstelik
mühim bir baskı kurmadan. Köylülüğü geçici bir durum olarak gören
bizim kuşaklar, daha iyi yaşam koşullarının peşinde uğraşıp
dururken bu işlere Türkleşmenin de yetmeyeceğini anlamışlardı ve
bunu anlamak için yeni bir neslin daha kaybolup gitmesi
gerekecekti.Kendimizi hiçte milliyetçi hissetmediğimiz halde,
yüreğimizden atıp bir türlü rahat edemediğimiz ve çoğu zaman
üzülmekten öte pekte elimizden bir şey gelmeyen Çerkeslerin
dramına ilgimiz neden.
Başından onca badire geçmiş ve rüzgarlar dünyası ile her şeyi
görmesi gereken Remedios, ne diyebilirdi.
Belki de aslın iyidir demişti Remedios.
Küçümser bir bakış fırlattığımda, ciddileşmişti.
Köyden ilk çıkışınızı hatırlıyor musun, o sokaklarında saptan
samandan geçilmeyen, bütün kış boyunca çamur içindeki o orta
Anadolu kasabası, Çorum muydu onun ismi, evet Çorum. Kendi
köylülerini hor gören büyük köylüler, onlardan çekinmiştin ilk
sokağa çıktığında ama kısa bir süre sonra seni diğer köylülerle
bir tutamadılar ama yinede Çerkeyz diye çağırıp ayrı olduğunu
hatırlatmışlardı, kelimeyi övme mi yoksa yerme mi hangi anlamda
kullandıklarını bilemeden. Yaz gelip köye dönmeyi özlerdin, kısa
pantolonun ve annenin ördüğü merserize kazağı giyip. O gün bunu
böyle adlandırmasan da daha medeni bulurdun köyü. Diğerlerine göre
daha başarılı olduğun okul, kendine daha güvendiğin yerdi ve
beraber yaşadığın Çorumlu arkadaşlarının bir halt olmadığını
kavramıştın.
Ortaokul ve lise yıllarında taşındığınız Ankara'nın İçcebeci
semtinden yinede ürkmüştün biraz. Mantolu ve eşarplı ninen ve
annen, Karavel kesimli Sandre saçlı Ankara kadınlarının yanında
daha köylü görünüyor, kendisi için satın alınan fötr şapkasını pek
sevmeyen babanın kasketi, seni rahatsız ediyordu. Bir süre sonra
komşular akşam oturmalarına gelip gitmeye başlamış, modern
görünümlü bu kadınların da köyden henüz geldiğini anlamış, konuşma
tarzlarından ve espri anlayışlarından onlarında o çıkıp geldiğin
kasabadan daha üst düzeyde olmadığını fark edip, onları artık
önemsemez olmuştun. Yinede sokakta durum farklıydı. Bir
modernleşme özlemi sende de vardı. Biraz zaman geçip üniversiteli
ağabeyler çıkıp geldiğinde, onların modern görünüm konusunda çoğu
Ankaralıyı solladığını görünce, Çerkesler ile ilgili kendine
özgüvenin daha da arttı. Ve artık sadece köylüler arasında değil
hemen bütün kesimler içinde rahatsız olmak bir yana neredeyse
gurur duyulacak bir durum gözüyle bakar oldun, hiç itiraf etmesen
de. Bu Türkiye içindeki yaşamın boyunca çekinerek tanıştığın ve
içlerine karışmaya çalıştığın okumuş yazmış kesimlerde, köklü ve
saygıdeğer bir davranış tarzının olmadığını gördün. Öyle bir
derinliğe sahip olanlara hayranlığın arttı ama onlar o kadar
azdılar ki.
Güzel geçen sofra faslının sonunda, nihayet Remedios'la baş başa
kalmıştık ve her detayı bilen tanrısal bir güçle bizi bana
anlatıyordu. Olağan üstü sarhoştum, dizinde beni uyutur musun diye
sordum. Evet uyuturdu. |
|
|
|
|
|
|
|
 |