Geceleri öbür dünyaya gidip
geldiğine ve meleklerle senli benli konuştuğuna inananlar,
kendilerini makaraya alan diğerlerine anlatacak epeyce şeyler
buluyorlardı yinede. Bir zamanların
uzun boylu bu yakışıklı delikanlısı, sesini kimseye duyurmadan ve
ortalıkta gözüktüğü zaman, ya bağların bitip mezarların başladığı
küçük çimenlikte,
üç köye de profil vererek namaz
kıla ya da orada değilse, elinde gümüş bir ibrik, başında bir
beyaz sarık ve bir asa gibi taşıdığı işli bastonu ile o profil
vereceği yere giderken rastlanırdı. Çerkesler de,
uzaklardan da olsa çapraz geçişecek iki kişi büyüğün veya erkeğin
önünü kesemez, kıdemli olanın geçmesi beklenir sonra yola devam
edilirdi. Şoğube için buda ciddi bir sorundu, kimse ile kesişmek
veya karşılaşmak istemediğinden yön değiştirip olmadık şekilde
yolunu uzatarak evine döner, önünü kesmemek için bekleşen kadın
veya küçükleri uzun ve şaşkın bekleyişler içinde bırakıp,
ortalıktan kaybolurdu.
Bütün bu münzevi
hayatı içinde sürekli uzaklardaki o tepecikte yalnız başına
tanrıya dua edip otururken görülen bu insan, hiçbir cemaate
girmez, Cuma namazlarında kalabalıklaşan camiye gelmez, Cuma
namazının kılındığı aynı dakikalarda o da uzaktan ibadetini yapar,
cemaate katılmış sayardı kendini. Artık ihtiyarlamış, gençliğini
yitirmişti ancak fidan gibi boyu, mavi gözleri ve kırçıllaşmış
sakalı ile halen çok yakışıklı ve halen dimdik yürüyebiliyordu.
Birisi evli, diğeri epeyce saf iki ihtiyar kardeşiyle birlikte
oturduğu evin alt katında bir odada yaşıyor, odasına yalnızca
yemek götürüp getiren küçük yeğeni girebiliyordu. Evin tek gelini
Koblı’nın kızı, kendisinden hiç şikayetçi değildi, hiçbir ilişkisi
de yoktu zaten, hazırladığı yemek tepsisini küçük kızının eline
tutuşturmak dışında.
Rençperlik yapan
ailesi ile birlikte tarlaya gitmez, hasatta harman yerine gelmez,
mısır koçanlarını ayıklama gibi dünyevi işlere karışmazdı.
Başındaki Afgan usulü sarık dışında kıyafeti normaldi ve babadan
kaldığı sanılan köstekli saati yeleğinin cebinde taşır,
potinlerini temiz ve bakımlı tutardı. Yaygaracı, karısının ağzına
osurduğu söylenen, biraz da kaçık amca oğlunun esprili
sataşmalarını, yüzüne bile bakmayarak, sessizlikle aşağılar ve onu
da sesini kesmek zorunda bırakırdı.
Yüzüne ve
ailesine bir türlü sorulamayan sorular köylüler arasında gizlice
konuşulur, kendileriyle hiç konuşmamış olduğu halde ondan
etkilenmiş olanlar, zaman zaman onunla ilgili evliya masalları
uydurunca, diğerlerinin eğreti gülümsemelerinin muhatabı
olurlardı. Kimine göre tanrıya karşı işlediği o bilinmez suçtan
dolayı, odası ve mezarlıktaki küçük çimenlik arasına mahkum
edilmiş, getirdiği ikrar ve pişmanlığından dolayı açık havaya
zaman zaman çıkmasına müsaade edilmişti. Bu kendisini kimseyle
görüşmeme ve dar alan mahkumiyetine neden olan kabahatin ne olduğu
hakkında yine kimsenin bir fikri yoktu. Kimine göre ise işlediği
bir kabahat falan yoktu, meleklerin köydeki gözlemcisi ve
ajanıydı, işlenen günahları geceleri onlara bildiriyordu.
Kimilerine göre ise, Meleklerin ona ihtiyacı olamazdı onlar her
şeyi görüyorlardı zaten.
Diğer yandan
içine düştüğü bir imkansız aşk ateşinin sonucunda yataklara düşüp,
günlerce ateşler içinde kıvrandıktan sonra bu hale geldiğini iddia
edenlerde vardı. Aşık olduğu kızın bu köyden olup olmadığı
bilinmiyordu ve dünyevi birisi olup olmadığı bir yana üstelik kız
olup olmadığı da muammaydı. Büyük bir ihtimalle bu yaşında halen
bakir idi. Kendisinin açıkladığı hiç bir şey yoktu, annesi
kimselerce hatırlanmıyor, kardeşlerine hiçbir şey sorulamıyordu.
Biraz saf ve olağanüstü beceriksiz ağabeyi Vumar, bir keresinde
sanki yaşlı bir kadın gibi cevap vermişti.
- A guşe çaxherep
Biliyorum tuhaf
bir durum, ailemizin içinde yaşıyor bizlerle hiç konuşmadan ve hiç
çalışmadan, o emredilecek yaşı çoktan geçti, gençliğinde de bir
şey diyememiştik zaten, lütfen sizde üstelemeyin demek istiyordu,
bu küçük cümlesiyle.
Çarıklı
Erkanı-harp sayılacak kardeşi Yısmeyl, cami duvarı dibinde
yakaladığı her kese, ulusal siyasetin her noktasını, Menderesin
idamının haksızlığını, Sağır’ın (İnönü) ne kurnaz tilki olduğunu,
Katibin evinde Cemal Gürsel paşa’ nın resmini gördüğünü, yüzünde
nur olmadığını anlatıyor, Menderes’in kusurlarını sayıp, ihtilalin
gerekçelerini haklı bulacak tek tük köylüye de haddini
bildiriyordu. Bütün bunları eğlenceli mavralarla anlatmasına
rağmen ağabeyi hakkında sorulan temkinli soruları duymazlıktan
geliyor, geçen zaman içinde Demirel ve Ecevit çekişmesinin
inceliklerine varıyor ama Şoğube‘nin sessiz mahkumiyeti bu geçen
uzun yıllar boyunca, kimsenin anlayamayacağı şekliyle sürüp
duruyordu.
Dedauvların
öğretmen olmuş kızı Sadye, Onun hikayesinin peşine düşmüş, bizim
Keseyhable köyünde çözemediği sırları komşu göçeri köyünde,
Besleneylerin arasında arıyor, tatmin olamadığı cevapları Shapsugh
köyünde dillendirip ne bildiklerini sorgulamaya çalışıyordu. Hiç
kimsenin elle tutulur bir şey bildiği yoktu. Köylerinde
hatırladıkları bir kırık kalp durumu yoktu, kendi köylerinde zaten
hiç görmemişlerdi onu, Keseyhable ye çeşitli nedenler ile
geldiklerinde tesadüfen gördükleri daha çokta duydukları bu
esrarengiz münzevinin hikayesi ile ilgili bildikleri, onun sıra
dışı bir suskun olduğundan ibaretti ve sırları çözecek yeni bir
şey aramak boşunaydı.
Aslında bir
evliya hali vardı ve muhtemelen öyle birisiydi, fakat tanrı
tarafından insan içine girmesi ve sesini çıkarması yasaklanmış
olduğundan, köyde yaşayan bilumum ahalide, yine aynı tanrı
tarafından merak etmeye mahkum edilmiş durumdaydı ve kimileri
kendi uydurdukları yakıştırmalar ile avunup duruyordu. Onun
sırrını çözmenin başka yollarını arayanlarda yok değildi. Onun,
biz dünyeviler tarafından anlaşılmasını zor ve imkansız bulanlar,
Onun, kendini merak edip duran köylüleri nasıl algıladığıyla
ilgili sorgulamalara başladılar. Öyle ya, O suskun bir münzeviydi
ama biz kimdik onun gözünde. Her gün tanrıya şikayet edilmesi
gereken, iflah olmaz günahkarlar mıydık. Yoksa öbür dünyaya
gerekli iltifatı yapmaktan imtina eden cahiller sürüsü mü. Aslında
böyle bir hor görme söz konusu değildi. Ne bakışlarında nede
davranışlarında böyle bir şey sezilmiyordu, bu sadece ondan
çekinen birkaç kişinin hüsnü kuruntusu olabilirdi.
Yinede köy
camisinin önünde sabahın ilk saatlerinde ölüsünü görenler
şaşkınlıkla karşıladılar durumu. Bu, köye ilk girişi ve caminin
önünde ilk görülüşü idi ve bir ölü olarak. Köylüler öleceğini
hissettiğinde o kutsal mekana ulaşabilmeyi istemiş olabileceğini,
sabahın alaca karanlığında sabah namazından önce gelip orada
ibadet ederek ölmeyi yeğlediğini anlatıyorlardı. Bütün bu
yorumların ve telaşla ölüyü ne yapacağını şaşıran kalabalığın
arasına, O nu en son gören iki kişiden biri olan köyün çobanı,
Şağube nin kardeşleriyle birlikte geldi
Gece uyuyamamış,
köy meydanına çıkmıştım. Cami meydanını gören duvar dibindeki
tomrukların üzerinde oturuyor iken, başı sarıklı bunu gördüm,
camiye doğru gidiyordu, onun beni gördüğünü sanmıyorum. Köy
içinde ilk defa görmüştüm. Camiye girdi ve herhalde namaz kıldı
ve çıktı. Yavaşça avludan uzaklaşırken bir ses duydum.
- ŞOĞUB
Sesin sahibi,
bütün küfürleri ezbere bilen 6 yaşındaki, köyün en haylaz çocuğu
Fatih’ti sanırım. Şoğube bir an durakladı ama ses çıkarmadı.
- ŞOĞUB diye
tekrarladı karanlığın içinden gelen çocuk sesi.
Şoğube durdu ve
sese doğru dönerek sessizliğini ilk defa bozdu.
- Sıd yavrum dedi.
Sesini ilk defa duymuştum. Durmuş kulak kesilmişti, ben şaşkınlık
içindeydim.
-Ananın ...
dedi karanlıktaki ses ve bir duvarın üstünden atlayıp karanlığa
karıştı.
O geriye
doğru bir adım attı ve ne olduğunu anlamama fırsat vermeden
devrilip düştü. Başına yetiştiğimde herhalde ölmüştü. |