- Bak dedi,
otomobili kullanan Askerby, işte
O, Anna
Ahmadova, görüşmek ister misin?
Omzuna astığı koca deri çantası, beline kadar gelen bembeyaz
olmuş saçlarıyla, geniş kaldırımın duvara yakın kısmında,
kendine çok güvenerek ve hiçte yabancılık çekmez bir halde
yürüyordu meydana doğru. Bir süre tereddüt ettim.
- Kim? Ha o...
Bilmem… Belki…. Belki baha sonra.
Neden bu kadar tereddüt etmiştim, bilmiyorum. Üniversitede okuduğu
yıllar ismi ''güzel Anna'' imiş. Hala
çok güzeldi ama boyamadığı saçları ve aradan geçen onca zaman,
tanımakta güçlük çektiğim birisi haline çevirmişti onu ve söylenen
isimle gördüğüm kadın arasında bağ kurmakta zorlanmış, hazırlıksız
yakalanmış olmamın tereddütleri ile yine onu hazırlıksız yakalamış
olmaktan ürkmüştüm. Belki de durumu o anlık atlatma ihtiyacım
bundandı. Uzak Rusya taşrasında, hangi kaçışların esiri olarak bu
sokaklarda dolaşıyordu, kim bilir.
Şehrin köy sayılacak kenar mahallelerinden küçük bir Rus yerleşim
bölgesinde bir ev satın almış ve oraya yerleşmiş olduğunu
duyardım. Sınırlı bir İngilizce dışında Türkçe'den başka bildiği
bir dil yoktu. İngilizce konuşabileceği birkaç kentli ve Türkçe
dertleşeceği bir avuç dönüşçüye çok uzak bu inziva hayatı,
İstanbullu o kadın için kendi adına benim için anlaşılmaz
geliyordu. Hükmeden yumuşaklığı, gerçek hayattan uzak dünyalarda
yaşıyor hali, elbette anlaşılmayı zor kılıyordu ancak, eski
hikayeleri anlatmak ve kendini ifşa edip rahatlamak yerine, yine
başkalarını anlamak ve belki de anlatmak üzerine kaçıp saklandığı
bu küçük taşra kentinde, huzur bulup bulmadığı konusunda hiçbir
fikrim yoktu.
Henüz yıkılmış son evliliği ve büyüyüp, dağılmış gitmiş
çocuklarının ardından, bir belgesel için Tiflis şehri de dahil,
dolaşıp durduğu o bütün Kafkasya içinde bu küçücük şehri seçmiş, o
zamanlar kısa sürede verilen, sonradan Soçi
gümrüğünde başına bela olacak SSCB pasaportunu da alıp cebine
koymuştu, inziva için kendisini anlayıp kucaklayanlar olacak mıydı
pekte emin olmadan.
Bir akşamüstü arayıp Ethem Bey’in
yeğeninin İstanbul’da olduğunu ve bizlerle görüşmek istediğini
bildirmişti. Ne konuşacağımızı da pek bilmeden
Anna ile birlikte, yeğenin kaldığı
ünlü tiyatrocunun evine yollanmış, Güner
Kuban ve muhtemelen sevgilisi olan
Amsterdam’lı genç afeti de alıp The
Marmara oteli lobisine gelmiş, orada uzun süre sohbet etmiştik.
Benim içinde merak konusuydu Kuban. Onu konuşturmaya niyetliydik
ikimizde. Gerçi pek gerek yokmuş, zaten kimseyi konuşturduğu falan
da yoktu. Kendinden emin, yöneten gevezeliği, beni ilk
karşılaştığım insanlarla kurmakta güçlük çektiğim sözlü ilişkinin
sıkıntısından kurtarmıştı.
Çerkesya’ya
gitmek istiyordu, onu götürebilir miydik.
Diğer yandan doğal olarak Ethem Bey’le
ilgili dişe dokunur ve bizlerin bilmediği detaylar yerine,
Cumhuriyeti kuranlara ne kadar çok hizmet ettiğini anlatıyor, bu
kadir bilmezliğin hesabını Çerkeslerin
neden sorgulamadığını anlayamıyordu.
Amsterdam şehrinin en ünlü lezbiyen
barının sahibi kadın, amcasına çok fena sahip çıkmaya çalışıyordu
ve yine hainlikten kurtulma psikozu idi durum. Benim pek de itiraz
etmeyeceğim, gizlilik içinde olmaması bir yana gazetelere
tefrikalar halinde yayınlanan cinsel hayatı,
Ethem için bir cinayet konusu olur muydu bilmiyorduk ama
Anna ile birlikte kabul ettiğimiz şey,
ailenin her zaman sıkı bir radikal barındırdığıydı.
Benim şaşkın acemiliğimi fark eden Güner,
bitmiş tuhaf marka sigarasını yanındaki 'afet’e aldırmış,
telaşlanma demişti
halleder o. Bu sayede,
Duthc dilinde bile olsa, hiç
anlayamayacağı sohbet konusundan bir iki dakika da olsa
kurtulmuştu afet. Bu iki otoriter kadının yanında, afetin kırıtan
zarif yürüyüşünü seyretme cesareti gösterememiştim.
Götürürüz demiştik ama şunu unutma, Ethem,
Adigey’de hain değil ama kahraman da
değil, bizler gibi sıradan birisi olarak gideriz senle. Anlaştık,
Los Angeles ve Amsterdam’da çeşitli
adresler ve bir o kadar telefonlar verdi bize, ayrıldık.
Anna hiç dedikodusunu yapmadı o
gecenin, kadına ve Ethem’e saygıda
hiçbir kusur etmeden ve bana da ettirmeden sohbet ettik yolda. O
bir anlatıcıydı sonunda, dedikoducu değil. Anadolu yakasındaki
evine bırakmama müsaade etmemiş, Yıldızda bir taksiye bindirmemi
isteyip ayrılmıştık.
Anna
Ahmadova,
Abhazyalı kadın şair Gunda’nın
uyarısıyla, kendi açımdan çok geç kalmış olarak tanıdığım bir
şairdi. Yüzyılın başında doğmuş Rusya’nın bütün o problemli
yıllarında çilelerle dolu ömrünü tamamlamıştı, güzeller güzeliydi
ve bir o kadarda aykırı. Anarşist genç kocası Bolşeviklerden önce
idam edilmişti ve o noktadan itibaren Çarlık ve
Bolşevizm de dahil ne
geçip gittiyse Rusya’dan, yaşamı ona
dar etmek için yarışmışlar, ne dediğini anlamakta zorlandıkları bu
naif şairi ahlak düşkünlüğü ve
soyluluk özlemiyle suçlayıp kitaplarını yasaklamışlardı.
Askerby,
bu çok iyi tanıdığı şaire benzettiği için çok az tanımasına rağmen
ona da Anna ismini vermişti yoksa
gerçek ismini biliyordu elbet. İlk oğlunu cezaevinde doğurmuş,
kimseleri dinlemeyen eşkıya kuzeninin belinden iki silahını birden
alıp bir torbaya koymuş, Etilerde bir bahçede verilen partide
bütün o kalabalığın içinde karizmasını fena çizmişti. Uğraştığı
yazı çizi işleri ve televizyonlarda yayınlanan ilk düzgün
senaryolardan birinin yazarıydı. İki yakasını bir türlü bir araya
getirmeyen çileli yaşamı, yüzünde gülümsemesini hiç eksik etmeden
mücadeleden vazgeçmeyen hali ve zihinsel olarak dolaştığı
gerçeküstü dünyası göz önüne alındığında bu
ironik benzetme benim hiçte itiraz edeceğim bir şey
değildi.
Dönelim, dedim Askerby’e bulalım onu,
Çetav’a gidiyordur o. Hayır
Çetav’a uğramamıştı o gün sorduğumuz
yerlerde de bulamadık. Daha sonra ise unutup gittik.
Güner
Kuban’ın yıllarca Avrupa ve İstanbul
üst sınıflarında sürdürdüğü şaşalı ve zengin hayatın son
demlerinde köklerine düşkün hale gelmesiydi, konuşmak istediğim,
bulabilseydim eğer. Bütün o şaşalı kalabalığın içinde çektiği
yalnızlık duygusu muydu bu durum yahut ta kalabalıklar çekilip
dağıldığında düşülen kimsesizlik mi. Baştan beri var mıydı bu
arayış yoksa ıssızlık çöktüğünde saçların okşanarak sığınılacak
bir yuva hasretimi. Benim için ikisi de insani bir şeydi, herhalde
onun içinde, ama teyit ettirmeyi başaramadım. Bunu ben itiraf
edebilir miydim bilmiyorum. Gürcü bir baba ve kendini soylu sayan
Adige bir annenin
kızıydı ve belki de her dem Adige
hissetmişti kendini. Ve belki de, bütün sıkıntılarını rahatça
anlatabileceği ve kusurlarının yüzüne hiç vurulmayacağı bir
incelik beklediği, ana kucağı özlemiydi bu şehir.
Seneler sonra, uzaklarda bir şehirde, bir kanepede uyuklarken
Nurdan arayıp televizyonu açmamı istedi,
Anna’nın oğlu, Antalya’da en iyi film ödülünü almıştı.
CARI |