Atalarımız
Kafkasya'da yaşarlarken Tsıkujıy (Ц1ык1ужъый) denilen ünlü bir
kahramanımız vardı. Boyca, cüssece iri yapılı değildi ama
yiğitliğiyle ünlenmiş biriydi. Ünü Ruslar arasında bile
yayılmıştı. Genç ve yeni evlenmiş biriydi Tsıkujıy. Bir gün Ruslarla
savaşılıyordu. Kahramanlarımız, en önde Tsıkujıy düşman saflarını
dağıtmış, onları püskürtmekteydiler. Ancak düşman safında da
Zaharof adlı, iri cüsseli ve demir bilekli bir Kazak çavuşu vardı.
Zaharof, neredeyse tek başına direniyor, askerlerimizi süngülüyor,
dur durak bilmiyordu. Zaharof'un gözü, asıl Tsıkujıy’daydı, fırsat
kolluyordu. Düşman saflarında kılıç sallamakta olan Tsıkujıy,
sağını solunu kollama gereğini düşünmez olmuştu. Fırsatı
kaçırmayan Zaharof, hızlı bir dalış yapıp Tsıkujıy'ı süngüleyip
kaldırdı.
Ama hemen yetişen yiğitlerimiz Zaharof'u püskürtüp uzaklaştırmış,
Tsıkujıy’ı da cephe gerisine taşımışlardı.
Tsıkujıy'ın karnı deşilmiş, bağırsakları yer yer dışarı taşmıştı.
Hemen yarası sarılıp bir ata bindirildi ve köyüne uğurlandı.
Tsıkujıy bir başına, ağır ağır köyüne doğru yol alıyordu. Susadı,
su içmek için bir dere kenarında atından indi. Su içip başını
kaldırdığında, iki Rus askerinin doludizgin üzerine doğru gelmekte
olduğunu gördü. Hemen bağırsaklarını bastıran kuşağını sıkılayıp
atına bindi.Bu arada kendi kendine söyleniyordu: ”Çarın adi bir
askeri Tsıkujıy'ı süngüleyip çocuk gibi havaya kaldırıp savursun
ha, o bir kez olur. Gösteririm ben şimdi bu gelenlere Ts'ukujıy'ın
kim olduğunu..."
İki atlı Tsıkujıy'ın üzerine çullanmak istediler ama onlar,
Tsıkujıy için sıradan birer oyuncaktı. Bir sallayışta birinin
kellesini uçurdu, öbürü kaçmak istedi ama kediye yakalanmış fare
gibiydi, kaçacak durumu kalmamıştı.
Tsıkujıy onu öldürmedi, Rusça biliyordu. "Düş önüme, seni
götüreceğim, sakın kaçayım deme, canını kötü alırım sonra!" dedi.
Birlikte yola koyuldular. Bir süre sonra tutsak asker konuştu:
"Arkadaşımı öldürdün, beni de öldür. Ne olur, yalvarırım sana. Ne
olur, yap bana bu iyiliği. Beni vahşilere bırakma, sen öldür.."
"Adın ne, kimsin, tanıt kendini önce bana" dedi Tsıkujıy.
"Adım Aleksi. Kalugalıyım. Küçükken babamı yitirdim. Beyimiz (kinyaz)
var, babam beyimizin yanında köleydi. Anam da beyin çiftliğinde
çalışıyordu. Ben de beyin hayvanlarını otlattım, gece gündüz
çalıştım, sille tokat altında büyüdüm. Ondokuz yaşında askere
alındım, buraya cepheye getirildim. Birkaç gün önce mektup geldi,
zavallı annem, odasında bir başına soğuktan donup ölmüş. Artık
kimsem de kalmadı. Hadi öldür beni, niye bekliyorsun?"
"İki nedenle seni öldürmüyorum. Birincisi, henüz yeni yetmesin,
bana göre değilsin. İkinci nedenimi ise, gerekli görürsem daha
sonra söylerim. Ancak şu kadarını belirteyim. Biz, sizin gibi,
zayıf ve savunmasız insanları öldürmeyiz. Ayrıca vahşi de değiliz,
sizleri bize saldırtan komutanlarınız, yöneticilerinizdir vahşi
olanlar.
Bizler özgürlük isteyen insanlarız. Kimseye saldırmadık, kimsenin
toprağına göz koymadık. Niye vahşi sayılalım ki? Biraz önce
çektiğin acıları kendin söyledin. Bizler topraklarımızı,
özgürlüğümüzü yitireceğiz. Yok olacağız. Sizler de ya ölecek ya da
yeniden boyunduruğa koşulacaksınız. Aslında ikisi de birbirinden
kötü. Yani bu savaştan siz de bir şey elde edemeyeceksiniz.
Kazanacak olanlar ise yine başkaları, sizin efendileriniz olacak.
Oysa Rus da olsa, Adige de olsa, insan insandır. Asıl önemli olan
işte budur. İnsan olarak yazgımız ortak. Rusya çok geniş bir ülke.
Öyle olduğu söyleniyor. Bir dağ parçası için onca kanı dökmenin
savunulur yanı ne ki?
Bizim dağlarımızda ve vadilerimizde insanı insan olduğu için
seven, konuksever, sıcak kalpli ve hoşgörülü insanlar yaşıyor.
Bizim bu yöremizde herkes eşit, bey ve köle diye bir ayırım da
yok. Buna izin de vermeyiz. Biz bu özgür yaşamımızı sürdürmekten
başka bir şey istemiyoruz."
Güzel konuşuyorsun, dedi Aleksi. "Ama Çar’ımızın kalabalık
orduları gelmeyi sürdürecek. Sizlerse yalnızsınız, size kimse
yardım etmiyor. Top ve tüfeğe karşı, kılıç ve kamayla daha ne
kadar savunabilirsiniz köylerinizi?"
Konuşma burada kesilmişti. Çünkü ileride, yamaçta yamçısına
bürünmüş bir atlı gözcü manda boynuzundan borazanını öttürerek
gelenler olduğunu haber vermişti gereken yerlere.
Artık vadi yamacındaki kutlu meşe ağaçları ile meyve bahçeleri
içine dağılmış Tsıkujıy’ın köyü görünmüştü.
Köylüler sevinçle karşılamışlardı Tsıkujıy'ı. Yaralı Tsıkujıy
tutsak da getirip dönsün ha. Ne diyeceklerini bilemiyorlardı.
Bu köy yörenin de merkeziydi. Biraz önce bir grup savaşçı,
savaştan dönmüş, merakla Tsıkujıy’ı beklemekteydi. Yörenin başkanı
Karabata (Къэрэбатэ) gelip; ”Geçmiş olsun Tsıkujıy”, dedi.
”Seninle gurur duyuyoruz. Yeryüzünde tek bir Adige bile kaldığı
sürece, yaptıkların dilden dile anlatılacak, örnek alınacaktır.
Tanrı senden razı olsun. Sana veremeyeceğimiz hiçbir şeyimiz
düşünülemez. Toprak, altın ya da hayvan vermek isterdik ama
almayacağını biliyoruz. Sana değerli bir kama ile bir kılıç vermek
istiyoruz. Kabul edersen çok seviniriz.” dedi.
“Sağol, ben toprağımız için, Adigelik için üstüme düşeni yapmaya
çalıştım. Hepsi bu. Bir şey almamı istiyorsanız, getirdiğim bu
tutsağı bana bırakın, yeter” der Tsıkujıy.
“Ama o bir tutsak. Sorumluluk altında. Savaş sürüyor, onu
bırakmaya da yetkili değiliz. Kaçabilir, yerimizi söyleyebilir,
tehlikeli olabilir” dediyse de Karabata, çaresiz tutsağı
Tsıkujıy’e bırakır.
Aleksi Tsıkujıy’ın konuğuydu artık. Onu gündüzleri bağa götürüyor,
ufak tefek işlerinde yardım ettiriyor, akşamları da, onunla
birlikte toplantı ve eğlencelere katılıyordu. Tsıkujıy’ın hatırı
için herkes ona karşı saygılı davranıyordu.
Aleksi giderek Adige dilini sökmeye, gelenek ve görenekleri
öğrenmeye, çevreye alışmaya, oyunlara da katılmaya başlamıştı.
Küçük çocuklar bile onunla gezmekten korkmaz olmuşlardı. Günler
günleri kovalamış, Aleksi’nin bir düşman askeri olduğu neredeyse
unutulmuştu.
Bir gün, ”Aleksi, yaşamımızı ve vahşiliğimizi gördün. Bugüne
değin, ben seni bir tutsak olarak değil, bir konuğum olarak
alıkoydum. Sen de o kanıdaysan sevinirim. Artık dilediğin yere
gitmekte özgürsün. Atını al ve git. Başka bir dileğin varsa söyle,
yerine getirmeye çalışırım” .
“Sağol, Tsıkujıy” dedi Aleksi. ”Sizin insanlığınızı hiçbir yerde
görmedim. Size saldırdığımız için gerçekten utanıyorum. Haksız
olduğumuzu anladım!
Yaşamımın en güzel günlerini aranızda, burada yaşadım. Beni
aşağılamadınız, beni insandan saydınız. Bunu hiçbir şeye
değişemem. Beni istemez, aranızdan kovarsanız, ancak o zaman
giderim.
Ama “İkinci bir isteğim olacak” demiştin, onu öğrenmeden kovsan
bile gitmem. Neydi bu ikinci isteğin? Hadi söyle!
“Başkanımız Karabata’nın kızı Ruslar tarafından kaçırıldı, biliyor
olmalısın. Karabata belli etmiyor ama çok üzgün. Biz de üzgünüz.
Kale komutanı bizi kızı göstererek tehdit ediyor, moralimiz çok
bozuk. Kızı kurtarmamız gerekiyor, yardım edersen kurtarabilirim.
Birilerini öldürmek değil, sadece tutsak bir kızı özgürlüğüne
kurtarmak istiyorum. Yardım eder misin?
“Evet, biliyorum. Kız Albay’ın karısının yanında kalıyor, güvende.
Yine de sana yardım edeceğim. Ne zaman yola çıkıyoruz?
Ertesi gün kale önüne ulaşmışlardı. Önde, elleri arkadan bağlı
Tsıkujıy, arkasında elde tabanca Aleksi kaleye girdiler ve doğruca
kale komutanının önüne çıkarıldılar.
“Bravo Aleksi” dedi kale komutanı Albay. ”Biz seni ölmüş
biliyorduk. Anlat bakalım her şeyi?”
“Vahşilerin eline tutsak düştüm. Beni köylerine kapattılar ama bir
gece nöbetçileri öldürüp kaçmayı başardım. Gelirken de bu adamı
bağlayarak getirdim. Onun ufak tefek göründüğüne aldanmayın. Bu
Çerkeslerin gözü pek savaşçılarından ünlü Tsıkujıy’dir. Uykuda
bastırıp bağladım kendisini, yoksa ele avuca sığacak biri değil bu
albayım.”
“Güldürme beni” dediyse de albay, orada hazır bulunan çavuş
Zaharof : ”Doğru söylüyor, bu bildiğimiz Tsıkujıy’ın ta kendisi.
Geçen sonbahardaki çarpışmada süngüme takıp kaldırdığımda bile,
kılıcını sallayarak, arkadaşlarına hücum naraları atıyordu.
Kurtarmış canını ama döktüğü onca Rus kanının hesabını verecek
kuşkusuz.
“Aferin Aleksi. Tam da Çar’ımıza yakışan bir askermişsin” dedi
albay. ”Seni çavuş (сержант) yaptım. İki ay kalede izinlisin,
dinlen. Ayrıca madalya alman için de yukarıya yazacağım.
Tsıkujıy zindana atılır. Aleksi de iznini kullanmaya başlar.
On beş gün sonra albay Adigeler üzerine sefere çıkar. Kalede bando
takımı ile kaleyi ve çoluk çocuğu korumak için bırakılmış birkaç
asker dışında kimse kalmaz. Aleksi, izinli olduğundan kalede
kalır.
Ertesi gün Aleksi, gezinmek için kale dışına çıkar. İkindi üzeri
dörtnala kaleye döner.
“Yaşasın!”, diye bağırır Aleksi. ”Komutanımız zaferle, birçok
tutsak ve hayvan da getirerek dönüyor! Ne duruyorsunuz, koşsanıza,
komutanımızı ve kahraman askerlerimizi karşılasanıza!”
Bando takımı zafer marşları çalarak karşı tepelerin ardından
gelmekte olan komutanlarını karşılamaya çıkar. Birkaç nöbetçi
dışında kalede kimse kalmaz, kadınlar ve çocuklar bile neşeli
neşeli karşılamaya gider. Aleksi hemen üç at hazırlar. Zindan
nöbetçisini öldürür ve Tsıkujıy’ı kurtarır. Birlikte Albay’ın
konağına giderler. Tsıkujıy Adige usulü kement (аркъэн)
atışlarıyla kapıdaki nöbetçileri yakalayıp kıskıvrak bağlar. Kızı
da alıp dörtnala kaleden çıkarlar. Önce şaşkınlık geçiren,
ardından ateş etmeye başlayan muhafızlara birkaç el karşılık
verdikten sonra soluğu doğruca Çerkesya’da (Адыгэ Хэгъэгу)
alırlar.
Karabata ve herkes sevinir. Üstlerindeki eziklik sona erer,
moraller yeniden yükselir.
Aleksi Müslümanlığı kabul eder, tutsak alınmış güzel bir Rus
kızıyla evlendirilir. Köy gençleri el birliğiyle bir ev yaparlar
kendisine, toprak da verirler. Evi, Tsıkujıy’ın evinin yanındaydı.
Komşuydular artık. Tsıkujıy gibi onun da çocukları olur.
Babalar ve oğullar artık birlikte ülkeyi savunuyorlardı. Bir
savaşta Tsıkujıy ve Aleksi peş peşe şehit düşer, yan yana toprağa
verilirler.
Ancak onların yerini çoktan oğulları almıştı. Bağımsız Çerkesya
Bayrağını (Адыгэ быракъыр) ise, savaşlarda, Aleksi’nin büyük oğlu
Zepş taşıyordu.
Not: Bu halk öyküsünü
çocukluğumda (1950’ler başları) karpuz tarlasını beklerken bir gün
dayım Къоук1ьы Hilmi Arslan (1938-2006) anlatmıştı.Ona da
köyümüzden,yani Düzce Sarayyeri (Къоук1ьэхьаблэ) köyünün usta
destancısı ve öykü anlatıcısı olan Л1ыщэ Hacilyas Varol (ölm.1950’ler
sonu olmalı) anlatmıştı. Öyküyü “Kafkasya Kül.Dergi”de Be-Ra-Ba
takma adıyla,istek üzerine, biraz da süsleyerek yayınlamıştım
(1970,sayı 26). Şimdiki öyküyü ise, özgün anlatıya sadık kalarak
yeniden yazmaya çalıştım. (HCY - 5 Mart 2008) |