Şuayip seksenine merdiven dayamıştı.
Artık dizleri eskisi kadar güçlü taşıyamıyordu zayıf ve uzun
bedenini. Bu yaşta bu denli çöküntü belki birçok insan için normal
olabilirdi. Lakin Şuayip için öyle olmamalıydı. Bir yerlerde, bir
şeyler yaşamının içinde ters gidiyordu, bu denli çökebilmek için.
Çınara yıldırım düşmesi misali çökmüştü Şuayip.
Onu yiyip bitiren şeyler vardı.
Onlarca yıl anlaşılamamak bitirmişti belki de. Ta ki, Şhafit
misafirliğe gelene ve kendinde konuk olana dek sürmüştü bu
sıkıntı. Gagasını, tüylerini, pençelerini kırk, kırk beşinden
sonra yenileyen kartal gibi hissetti kendini bu ziyaret
sonrasında, çok değişmişti lakin baharın sonuydu artık.
Kuruyup düşen yaprak gibi düşmesi yakındı toprağa.
Devamında yaşadığı altı yıl boyunca çok mutlu oldu ve terk etti
yeryüzünü. İnsanlar böylesine gülümseyen bir naaş görmediklerini
yıllarca anlattılar biri birilerine. Gel gelelim nedeni hakkında
yorum yapabilen pek çıkmadı. Yapsa yapsa bir tek Şhafit yapardı
‘’neden’’, ‘’niçin’’, yorumunu.
Şuayip’i çökerten sebep neydi?
Öncelikle Şuayip’i bir tanıyalım, kim ola bu huysuz ihtiyar!
Çok güçlü bir pehlivandı gençliğinde. Yağlısından değil tabiî ki.
Zeytin ne gezer Adige kültüründe ve coğrafyasında. Gömlek ya da
kuyruk yağıyla güreş olmayacağına göre, karakucaktı aslolanı.
Çok da iyi oyuncuydu. Benim diyen delikanlılar ikinci, bilemedin
üçüncü kızda leperuj pes ederken, ‘’imdat’’ der gibi bir erkeğin
oyuna girmesini gözlerken, o beşinci altıncıda girenler için (!)
acaba bu kız bunun kaşenimi de (!) hemen daldı deyyus, diye
düşünürdü.
Yalçın kayalardan yuvarlanan kaya parçası gibiydi, sürüklüyordu
peşinden birçoğunu beraberinde oyuna.
Doyamazdı leperuj ve kafe oynamaya.
Bir de;
Haluj ya da bal ile haluğur jetepaç yemeye.
Kendini bulutların üzerinde uçuyor gibi mutlu hissediyordu yerken.
Lığuru didiklemek kadar zevkliydi haluğur zetepeçı didiklemek.
Sonrada bal ya da reçele bandırıp ya Allah, bismillah deyip hop...
Hele de;
Şips pasteyi buldu mu (!) onun bulunduğu sofradan yeme fırsat
bulup tok kalkabilmek mümkün değildi diğerleri için.
Çatal geç kalmadıysa eğer, bunca yediği nereye gidiyor
anlayabilmek mümkün değildi. Kuban nehri kadar olmalı sindirim
sistemindeki donatılar, kıvrımlar ve uzunluk, diye düşünüyordur
mutlaka diğer sofradakiler...
Şuayip;
Şımafe gibi bir dedenin torunu olarak onun öğretileriyle
filizlenme şansını yakalamış, Hacmuz gibi bir amcanın
öğretilerinden faydalanmış, Kasım gibi bir köy thamadesinden
dersler almış, ender bir insandı. Her insana nasip olmasa gerek
böylesi bir şans. Hele ki, hele Bigaph neneden öğrendikleri
cabası, ya saraylı Çakır gelinden öğrendiklerine ne buyrulur!
O denli sindirmişti ki çevresindeki büyüklerden kültürü sinesine,
ancak bir kültür bu denli kavranabilirdi. Bilgeliği ve xabzeye
olan bağlılığı insanları ürküttüğü kadar kendine hayranda
bıraktırıyordu.
Pasteyi üç parmak kavrarken diğerleri, o çatal diye diretirdi. En
büyük handikabı yer sofrasına bir türlü ayak uyduramayışıydı.
Sorun boyunda değil çocukluğundan beri gelen masa kültüründeydi.
Yer sofrasında ayakları ve kendi şekilden şekile girerdi. Denizci
düğümü gibi kilitlenmek içten değil bu yer sofrasında diye
hayıflanırdı.
Diğer pratikleri de ilginçti! Pantolon ve gömleği geceden yatağın
altına koyup hoooop üstüne yattı mıydı sabaha ütülüydü her biri.
Bir kelebek kadar zarifti giyim kuşamıyla.
Bilginin ve bilgeliğin sonsuzluğuna o denli saygılıydı ki, küçücük
insanlardan büyük düşünceler çıkabileceği inancına yaşamı boyu hiç
saygısızlık etmedi. İyi bir dinleyiciydi. En saçma konuları dahi
can kulağıyla dinlerdi ve konulara açıklık getirilmesi gerekiyorsa
küçümsemeden, üşenmeden anlatırdı bildiklerini.
Henüz delikanlılık yıllarındaydı. Bir köy büyüğü kendisini yanına
çağırıp, ‘’bak bakalım şu gördüğün inek mi daha güzel yanındaki
boğa mı? İlerideki horoz mu güzel, arkasındaki tavuk mu?’’ diye
sorduğunda hiç düşünmeden; ‘’sevgili büyüğüm boğanın güzellik
ihtişam ve gücüne bir lafım olamaz, ancak beni besleyen süttür.
Horozun ihtişam ve görünümüne de bir lafım yok. Lakin yumurta
katığımdır’’ diye cevap verip, büyüğünün daha ileri gitmesini
kibar bir biçimde engelleyecek kadar olgunlaşmıştır.
Dedenin yediği ekşi elma torununun dişini kamaştırır.
Söylemi, hem ailesinin yüzyıllardır hassasiyetle üzerinde durduğu
bir yaşam felsefesiydi, hem Şuayip’in yaşam biçimiydi. Bundan daha
önemli bir felsefesi yoktu.
Tüm sorunlar kendisi ve ailesinin diğer erkek ve kızlarının geç
evlenmesi ya da hiç evlenmemesi sonrasında yaşanmaya başlandı.
Yıllar içinde çoğu tükendi gitti. Şuayip koca ailede geriye kalan
son neferdi artık. Bu da sorunların başlangıcı olmuştu artık.
Bu da sorunların başlangıç noktasıydı artık, kocamış huysuz ve
aksi bir ihtiyar olmuştu.
Kızdığında; haya, şuur, haysiyet, hüsnüniyet kalmamış defol deyyus
deyip kovmasıydı konu komşuyu. Böyle böyle derken artık ne kapısı
çalınır, ne de hali hatrı sorulur olmuştu. Hiçte umur etmiyordu,
böylesi olacağına hiç olmasın diyordu.
Bir sabah kapısı çalınıp, kapıyı açtığında karşısında bir
delikanlı görüp buyur edene değin.
Konuk Şhafit’tir.
Öykünün sonu için sizin yazılarınızı bekliyoruz... Nasıl bir
son düşünüyorsanız bize yazın lütfen...
E-mail adresim:
kecsyavuz@circassiancanada.com
Yazan: M. Emin Yaşar
Şhafit, büyük şehirde hayatını kazanmak üzere genç yaşta evinden
rıza almadan kaçan bir Abzegh babanın ve aşkının peşinden sıkıntı
çekme pahasına rıza almadan kaçan bir Shapsugh annenin 6 çocuğunun
ilkidir. Anlaşıldığı üzere aykırı olma cesareti bu ailenin varoluş
sebebi ve daha sonra Şhafit’in de karakterine yansıyacak bir
özelliktir.
Şhafit 13-14 yaşlarında yaşadığı toplumundan farklı olduklarını
kabul etmek ve anlamakta zorlansa da gerek anne ve babasının gizli
konuları konuştukları farklı dilden, gerek yaz tatillerinde gelen
babaannesinin kafasını gözünü kırarak konuşmaya çalıştığı
Türkçe’den ayrımına varmış ve çok paniklemiştir.
‘’Peki biz kimiz?’’, ‘’Neden biz farklıyız?’’, ‘’Farklı isek neden
buralardayız ya da diğer bizim gibi olanlar neredeler?’’
sorularına sürekli cevap aramaya başlamış olmasına rağmen ilk
yıllarda sadece kendilerine Çerkes ya da Adige dendiğini
öğrenmiştir. Bunun cevabını ne annesinden ne babasından
alabilmiştir. Zira annesinden ‘’biz Müslüman’dık ve bütün
Müslümanlar kardeştir’’i, babasından ise ‘’Türkiyeli ve milliyetçi
olmalı’’yı öğrendi. Babası DP, AP, DYP diye giden siyasi bir
çizgide ama DISK Maden İş Sendikası’nda da yetkin bir işçi
temsilcisiydi. Ailenin geleneksel aykırılığı burada da mevcuttu.
Şhafit bütün bunların sorularını ararken yaşadığı toplum ve ortam
bugünkü tabiri ile varoş mahalleri eski tabiriyle işçi semtlerinde
doğruyu yanlışı arama işine sorgulama ile beraber deneme yanılma
yolunu da ekleyerek devam eder. Etrafındaki belirgin karakterler
babasının yakın arkadaşları, Berber Musa (ülkücü), Tsegosh Ekrem
(dindar), Beyazıt Hoca (İmam Hatip Lisesi hocası ve ilk rabıta
misyonunda görevli) ve etrafındaki Laz ülkücüler, Kürt ve Türk
devrimciler arasında sorularına cevap bulmak yerine, sorular
eklenerek yaşamaya devam eder. Ülkücüler, Akıncılar, Nurcular,
Nakşiler, devrimciler arasında hayatın anlamı ve yaşama sebebini
ararken lise yıllarında bir arkadaşının önerisi üzerine
Sultanahmet’te bulunan bir Kafkas derneğine giderler ve o gün
içeri girdiklerinde akordeon ve dolinin büyülü sesi ile sanki daha
önce biliyormuş ama hafıza kaybına uğramışçasına heyecanlı bir
şekilde aradığı yerin ya da ait olduğu yerin burası olduğunu
düşünür ve her şeyin donum noktası orasıdır. Aradığı birçok
sorunun cevabını ve hissettiklerini nasıl sorması gerektiğini
burada öğrenir. Gerçek hikayeyi şehirli Çerkeslerin ağzından o
farklılığın biraz yavanda olsa dinler. Kah mutlu olur kah üzüntü
duyar. Bazı kendi yaşıtları anne ve babasının gizli konuları
konuştukları dili bilmekteydi ve o dili her Adige’nin bilmesi
gereken Adigabze olduğunu öğrenir. O coşku ile 2 yıl kesintisiz
akordeonun büyülü müziği, dolinin kamçılayan ritmi ile geceleri
durmaksızın dans eder, her boş kaldığında da sorularına cevaplar
arar. Bu babasının ve annesinin de dikkatini çeker. Her akşam
döndüğünde babasının isteği ile Diduh Şuayip’in yerel müzikleri
ile öğrendiklerini annesi ile dans ederek babasına gösterir. O
dans eder onlar mutlu olur, onlar mutlu oldukça o dans eder.
"Çalınan hava Tleperush, Calan Diduh Şuayip."
Şhafit artık ne olduğunu bilen farklı ve aykırı olmaktan mutlu
olan aynı zamanda çok iyi dans eden bir Çerkes delikanlısıdır.
Ancak bir ciddi eksikle o kendilerine ait dili bilmemekte ve
Çerkes olduğunu herkese dans ederek gösteremeyeceğini
düşünmektedir. O yaz tatilinde dayısının yanında pazarlarda
ayakkabı satarak kazandığı paralar ve dayısının da desteği ile o
yaz babasının köyüne gider. A dhetsuk, a sechal, a dehesurat diye
her seferinde sevgi ve mutluluğunu gösteren Türkçe bilmeyen
babaannenin yanında anlaşmaya, anlamaya çalışmaya başlar. İşi
kolaylaştıran babaannenin Adigece’den başka bildiği ve evrensel
bir dil olan "tatlı dil" sayesinde her şeyi anlamaya başlar. O
kadar anlamaya başlar ki babasının köydeki arkadaşları "sen shidi
misin eşek misin’’ takılmalarına ‘’shidiyim’’ diyerek doğru cevap
verir. Ancak hiç kimse Şhafit’in neler yapabileceğini
bilmemekteydi. Ta ki, bir akşam komsu köyden gelen gençler için
organize edilen bir yaz eğlencesinde yapılan AdigeJegu’ya kadar.
Jegu alanına geldiğinde babasını Hatyako ile konuştuğunu bir ara
görür ama bir anda kaybeder. Babası da gelmiştir ama düğün
meydanında değildir. İçinden ‘’ahh simdi ben bir çıksam evde bana
el çaldığı gibi beni coştursa ve döktürsem’’ diye iç geçirir.
Derken müzik ve phacheclar susar alanda bir hareketlenme vardır,
önüne gelene Adigabze azarlar gibi bağırıp çağıran bir yaşlı bir
adam girer, herkes ayaklanmıştır, yanına gelen herkes sanki ona
yakin olmak ve azarlanmak için yarışıyor gibidir. Homurdana
homurdana phacechlarin başındaki pshinavonun sandalyesine
kurularak, Hohner marka psineye dokunduğunda çıkan sesten şaşkına
döner Şhafit… ‘’Bu o… Bu o… Plaktaki Diduh Şuayip’tir.’’
Hatyako hemen ortalığa düzen verir ve hemen Şhafit’in yakasından
tuttuğu gibi ortaya fırlatır. Bütün kızların arasından en güzel
oynayanlar birer birer piste çıkartılır. Şhafit’in ayakları
kanatlanmış gibi, meydanda bütün hünerlerini sergilemeye başlar.
Tleperush, Kumuk, Zefaql Diduh Suayip’in potpurilerine aynı
kıvraklıkla cevap verir. Parmakların ve dizlerinin kanamasını
hissetmeden meydanı ve pshinevoyu coşturmakta kendide
damarlarındaki akan kanın coşkusu ile tanımı mümkünsüz bir haz
almaktadır ve sonunda selama vererek dansını bitirir. Ancak Diduh
Şuayip’te susmuştur. Çekinerek alandan tam çıkmak üzereyken
herkese azarlar yağdıran o ses ‘’aaaa chle mu kako’’ diye Şhafit’i
çağırır. ‘’Vore shidirer’’ diye sorar. ‘’Bunu duyması ne kadar
güzel’’ diye sevinerek babaannesinden öğrendiği 3-5 kelime
Çerkesce’si ile gururla "seri" der. (Shidi kelimesinin
anlamını
babaannesinden öğrenememesinin sebebi Türkçe karşılığını
bilmemesidir.) Şhafit’in Çerkesce bilmediğini anlayan Diduh Şuayip
‘’senin adın Shidi değil Kafkas Ji’’ der. Başka çalmadan geldiği
gibi homurdana homurdana meydani terk eder. Diğer pshinavolarla da
dans etse de müzik ve ritmin tadını alamaz Şhafit.
Eğlence sabahın erken saatlerine kadar sürer. Şhafit çok mutludur.
O aidiyet duygusunun ait olduğu toplumun tüm estetik ve
güzelliğini o akşam görmüştür. Her şey çok farklıdır ertesi gün
kalktığında. Babasına sormasına rağmen aksam için hiçbir yorum
yapmamıştır babası. Hatta orada olmasına ve onun dans etmesini
seyretmesini çok sevmesine rağmen hiçbir yorum yapmamış sadece
babaannesine yardım etmesi için tembihlemiştir sadece.
Ertesi gün çeşme başına inerken önünden geçtiği bir evin
bahçesinde meraya hayvanları otlamaya çıkaran çocuğa bağırıp
çağıran sese döner. Bu Diduh Şuayip’tir. Yalnızca ayakları ve
içindeki hisse kulak vererek eve doğru yönelir ve kapıyı çalar…
İçerdeki ses "sed xuo chle del" diye homurdanarak kapıyı açar. "Haaa
Kafkas Ji vore? Kako sechal, vocje photqguo shi, ar kashtey kako"
der avludaki asmaya yönelir…
Şuayip tütün sararken bir yandan da bir gıbze mırıldanıyordu.
- Varayda varirayda…
- Biliyor musun delikanlı sen rahmetli büyük amcana çok
benziyorsun. Zaten dedende onun için onun adını verdi sana. Ehhh
zamanuga... Dedenle biz çok sevişirdik, o benim ahretliğimdi.
Hemen her günümüz beraberdi, ta ki o evlenene kadar. Dünya iyisi
bir kadın buldu Fatimat, mekanı Cennet olsun. Seni görür görmez o
günler geldi aklıma. Bak chele bu dedenden onun çocuklarına ve
onların çocuklarına nasihati. Bunu o anlatmak isterdi ama nasip
bana imiş. Ben sürgün yolunda o Hequ'da doğmuştu ama ikimizi de
bir araya getiren anamız olmadığı için bizi evlatlık alan
analığımız oldu. İkimizin de ailesi o çetin yolda öldü.
Akrabalarımızın bir kısmı Hequ'da kaldı bir kısmı Arap diyarlarına
gittiler. Analığımız bizi çok kollamasına rağmen despottu. Hayatın
çetin şartları herhalde onu bu hale getiren ama o despotluğun
içinde dahi bizi sevdiğini bilirdik. İkimizde bütün çocukluğumuz
boyunca cheraholarımızla Cevahir anamızın bize anlattığı javir ve
vrusleri öldürerek büyüdük oyunlarımızda. Hep büyüyünce önce Arap
diyarlarına gidip akrabaların hepsini toparlayıp, Xequ'ya geri
dönme planları yapardık. Cevahir ananında kardeşlerini getirip
onları da alacaktık ama onları başka bir köye yerleştirecektik. O
askere gitti ben bekledim, ben askere gittim döndüğümde o
Fatimat'la evlenmişti. Garibim o da evlatlıktı. Çok yakışırlardı
birbirlerine. Döndüğümde Fatimat rahmetli amcana hamileydi ve
amcan doğdu senin gibi kara kaşlı, kara gözlüydü. Ben hazırdım
gitmeye ama o bırakıp gidemedi. Ben çok kızdım, önce İstanbul,
oradan Suriye, Ürdün derken savaş sonrası bir Ürdünlü Adige grupla
Amerika'ya gittim. Oralarda yıllarca inşaatlarda, çiftliklerde
çalıştım. Sonra özledim, en çok dedeni, Cevahir anayı özledim.
Ancak döndüğümde ikisi de ölmüştü.
Şuayip’in gözleri dolmuştu, sesi titriyordu. Bir anda toparladı
kendini her zamanki azarlayan ses tonu ile “a chle pchoumpshej vo
Adyg, vo vuner Xequ”.
Daha çok söyleyecek sözü olgunu hissetti Şhafit ama sesi
düğümlenmişti Şuayip'in.
Sanki zor durumu kurtarmak için gelmiş gibi bir ses...
Oooo... Delekanexer, selam selam…
Gelen Şuayip'in yaşlarında köyün bakkalını işleten herkesin Nech
dediği ama Nachlarden olan Hasan'dı. Yanında yılların yüzünde
oluşturduğu tüm çizgilere rağmen güzelliği gözlerinin
derinliğinden anlaşılan bir nivojde vardı.
Sese dönen Şuayip gelenleri görünce gözleri parladı… Shukeblage
shukeblage, diye davet etti. Ayaklandık yer gösterdik. Hatırlar
soruldu ama gelen ikisi de Şuayip sanki küçük bir çocukmuş gibi
''ne yer, ne içer''i sordular. Konuşulanların çoğunu anlamayan
Şhafit kelimelerin arasında tanıdık kelime duyduğunda mutlu
oluyordu ama ne konuştuklarını anlayamıyordu. Fedeqabze, diyerek
hepsi Şhafit'e bakarak gülümsediler. Sohbet sonrası neqoj seni de
bırakalım, diye Şhafit'e de gitme vaktinin geldiğini ima ederek
hep beraber kalktılar. Şuayip, Şhafit'in sırtını asifleyerek
gitmeden bana uğra, dedi ve onları kapıya kadar uğurladı. Anadolu
marka arabayla çeşme başına bıraktıkları Şhafit'e dönerek Nach
Hasan eve giderken aksam bana uğra, babaannenin siparişleri onları
vereyim, dedi…
Çeşmenin başında yalnız kalan Şhafit ne kadar düşünürse düşünsün
bildiği kelimelerle hissettiklerini tanımlayamıyordu. Çok tuhaf
bir duyguydu. Hüzün, saygı, onur, acı harmanlaması birbirinden
ayrılmayan tek bir duygu gibiydi. Ayrıştıramadı...
Çeşmenin dibindeki dev meşe ağacının dibinde uyuyakaldı
düşünürken.
Yüzüne damlayan suyun soğukluğu ile irkildi Şhafit, köyün bucun
gençleri ve kızları oradaydı. Utandı biraz ama doğruldu yerinden.
Delikanlıların ve kızların farklı farklı süzmelerinde rahatsız
olup merhaba ve tanışma faslından sonra çeşmeden eğilip su içmek
için eğildiğinde bir ses, tuhaf bir aksanla (ki, daha sonra Şhafit
köyde yetişen gençlerin hepsinin Türkçe konuşmalarının komik bir
aksanı olduğunu ve kurulan cümlelerin çoğunun devrik olduğunu
düşünüyordu) ”sen güreş biliyor musun?” dedi.
Etraflarındaki herkesin “yavuju uch” demelerine rağmen köyün deli
fişeklerinden Selahattin, Şhafit'in dans ettiği kadar
dövüşebildiğini sınamak istiyordu. Bu meydan okumaya çok şaşıran
Şhafit hayır diyemedi. Kızlar kendi aralarında kaldılar ama
gençlerin hepsi eğlenceyi kaçırmamak için harmana doğru yürüdüler.
Şhafit düşünüyordu. Ne yapmalıydı? Güreşebilir ama Selahattin de
güçlü ve kendinde emindi. Şhafit'te mahallesinde IGD'li Kürt
Cengiz'in karate kursunda öğrendiği bir kaç numarasına güveniyordu
ama olacakları kestirmek zordu.
Güreş başladı. Rakibi güçlüydü Şhafit'in ama o da boş değildi.
Epey bir süre yenişemediler ama Şhafit'in kolları ve tüm vücudu
titriyordu. Kendinden emin rakibi verdiği açığı iyi yakalayan
Şhafit yakasından yakaladığı gibi ters çevirip kalçasının
üzerinden rakibini yere atarken gömleği elinde kaldı. Çok
sinirlenen Selahattin, küfür ederek bu sefer kavga etmek için
doğruldu ama diğer gençler müdahale ederek durdurdular. Ara
bulundu şakalaşarak kızların yanına döndüler. Kızlar hiç oralı
değil gibiydiler ama sonucu öğrenince Selahattin kızarak çeşmeden
ayrıldı.
Çeşme başında isminin Armağan olduğunu söyleyen kız, emayesi yer
yer dökülmüş çeşme tası ile su verdi Şhafit'e gülümseyerek.
Ensesine hızlıca inen bir tokatla sersemleyen Şhafit ilk tanıştığı
Mahmut'u görünce bir şey diyemedi. Şaşkındı. “Wu fayme Kashen sy
fechen” dedi. Ancak ne olduğunu anlayamadığı için kıza söylenmiş
gibi oldu ve o da cevap verdi. “Sfay ade...”
Mahmut bak bu Armağan, bu Şhafit siz kaşensiniz artık dedi
gülerek. Daha ismini dahi yeni öğrendiği kız “ne zaman istersen
kaçarım senle” dedi. Kekelemeye başlayan Şhafit içinde bulunduğu
durumdan utandığını anlayan herkes takılmaya başladılar.
- Bak güzledir ama pasaklıdır, yemek yapmasını bilmez.
- Vase parası çok ister babası
- Cok gevezedir...
Karşılıklı şakalar ve atışmalar sonrası rahatlayan Şhafit her
şeyin semerko olduğunu anladı. Çok tuhaf bir gündü onun için. Her
şey yeni, duygular yeni, havası yeni... Sanki her şeyi, hayatı
yeniden yorumlar gibiydi ve o gece eve biraz geç gitti. Daha sonra
hep beraber zexese gittiler. Komşu köyden misafir gençlerde vardı.
Hatta biri de Armağan'ın kaşeniydi. Armağan'ın çenesi ve dili
ikisine yetti ve hep beraber çok güldüler…
Eve dönerken Nach Hasan'ın dükkanı açıktı. Selam verdi girdi.
''Neredesin sen yahu, seni bekliyorum'' dedi. Gerçekten onu
beklemişti. Utandı…
Nach Hasan
paketleri
ve tüpü hazırlarken, ''size bir şey soracağım'' dedi Şhafit.
Tasdikler gibi hatta soracağını bekliyormuş gibi baktı yüzüne..
- Diduh Şuayip'in hiç çocuğu yok mu?
Gülümsedi Nach Hasan.
- Evlenmedi ki, nereden olsun. Dedene kızıp gittiğinde bugün
gördüğün Asiyet benim kız kardeşim Diduh ve deden benden büyüktür
bayağı, Diduh Asiyet’in kaşeniydi. ''Gideceğim döndüğümde seni
kaçıracağım'' dedi ve Asiyet onu 30 yıl bekledi. Ancak Diduh'un
hiç parası yoktu. Döndüğünde ikisi de gururuna yediremedi. Utandı
diyemedi. Kaçıramadı da. İkisi de sustu aşklarını. Arkadaş kaldık
hep… İşte böyle onların hikayesi. Eğer onlar Xequ'ya dönseydi
benim yaşıtlarım 30 kişi oluyorduk. Bizde gidecektik onlarla.
Onlar kaldı bizde…
Bu nasıl bir kaderdi, nasıl bir gururdu anlayamadı Şhafit, aşkını,
özlemini kalbine gömmek, bir yanda vatan, bir yanda kaşeni…
Bir ay inanılmaz çabuk geçti. Şhafit’in dönme saati gelmişti. Önce
tüm akrabalar ziyaret edildi vedalaştı. Her gittiği evden mutlaka
daha önceden hazırlanmış paketleri verdiler. Peynir, kuru fasulye,
nohut, hacega, kundopsu vs vs…
Şhafit Şuayip’e mutlaka uğramalıydı. Verilen paketleri bir koşuda
eve bıraktıktan sonra Şuayip’in kapısını çaldı. Şuayip onu
gördüğüne mutlu olduğunu sadece gözlerinden anladı. İçeri davet
etti.
- Seni bekliyorum chle
- Şimdi sana bu söyleyeceklerim dedenin ve onun ahretliğinin
sözleridir.
- Adigage, Adigexabze, Abgabze'yi asla unutma.
- Dun Vris ti, javir di. Düşman bugün başkası olabilir ailen,
toprağın, evin için ölmekten korkma. O en iyisidir.
- Tha'dan da korkma. O saygı ve şükürü hak eder.
- Geçmişini, atalarını unutma… Tha'ya onlar içinde arada bir dua
fısılda..
- Aklın seni yönetsin, ruhun ve ayakların seni taşısın…
Köyün derisinde yapılmış sehpanın üzerinde duran pakete uzanan
Şuayip paketi itina ile açarak,
- Bunlar dedenden sana emanet, diyerek gres yağı içinde muhafaza
edilen bir Cold toplu tabanca, kınlarından yıllardır çıkmadığını
anladığı iki kama ve bir büyük kılıcı uzatarak; Tham ome! Bunları
kullanmak sana nasip olmaz ama hep yanında olsun çok yakınında….
Emanetlere hayran hayran bakan Şhafit yaşananları adeta görür gibi
oldu. Tam bir şey diyecekteki…. Durakladı...
Şuayip ''bu da benden sana emanet'' dedi ve havluya sarılmış
Hohner marka pşineyi Şhafit'e uzatarak, ''veredlerin çok
gıbzelerin az olsun a secal'' dedi.
Ashif yaparak dışarı çıkmadan arkasından bakmadan yolcu etti.
Gurur ve hüzünle ile doluydu Şhafit. Hem ağlamak hem koşmak
istiyordu.
O yılın sonbaharında Şuayip ölmüştü...
Yıl bitmeden Asiyet ve Nach Hasan...
Şuayip, Şhafit’e ''Xequ Cennet gibidir'' demisti.
Mekanları Xequ olsun… |