O
sıralar ortaokul son sınıf öğrencisiydim. Kazıkoğlu (Къазэкъохьаблэ)
köyünde düğün vardı. Cumartesi günüydü. Kaşenim (konuştuğum
kız) oraya çok yakın bir köydendi, düğüne gelir diye
düşünmüştüm.
Kazıkığlu’na Düzce'den gidilen yoldan gitmiştim ama kestirme yolu
bilmiyordum, köyün nereye düştüğünü az çok biliyordum.
Köyden (Sarayyeri/Къоук1ьэхьаблэ) Kutse (Куцэ) ile Ramisıj’ı (Рамисыжъ) ayarladım. Ramisıj
köydeki Ordulu bir ırgat ailenin oğlu idi. Üçümüz de ortaokula
gidiyorduk. Cebimde para vardı. Düzce'ye doğru yürüyerek yola
çıktık. Komşu Arapçiftliği (Къазыкъкойц1ык1у/Шапсыкой) köyü
bakkalından bir paket sigara ve kibrit aldım. İzleyen Türk köyü
Körpeşler'e ulaştığımzda sigaraları yaktık. E, adam olmuştuk ya…
Mehtaplı bir yaz akşamıydı. Yaya idik. Baktım karşıdan büyük amcam
(Rufat) Düzce'den dönüyor. Hemen sigarayı söndürüp attım, Kutse de
attı, ama Ramisıj geç kalmış, yakalanmıştı. Amcam, Ramisıj'ın
cebini aradı, bir şey bulamadı, çünkü paket benim cebimdeydi.
Amcam sordu:
- Bu elindeki de neydi, diye.
- Amca, yol kıyısına izmarit atmışlar, nedir, söndüreyim bari diye
aldım, dedi.
- Nereye gidiyorsunuz?
- Yaz sinemasına, bahçeli sinemaya gidiyoruz, dedi Ramisıj. Bizse
korkumuzdan konuşacak durumda değildik.
- Gidin ama sen Ramis, ayağını denk al, yoksa pişman ederim seni.
Bunu bil, dedi amcam.
Kuşkusuz amcam saf biri değildi. Niye biz ikimizin üstünü aramadı
ki diye hala düşünürüm.
Yola devam ettik, o sıralar insanlar, tabii Adige olmayanlar,
mısır tarlalarında ve bahçelerde çalışıyorlardı. Sora sora
sonunda Kazıkoğlu'na ulaştık. On dakika olmuştu ya da olmamıştı,
hatiyak'o (yönetici) oyunu durdurdu. Çerkesce olarak "Allah
hepinizden razı olsun, paydos!" dedi. Gece yarısıydı. Herkesin
gidecek bir yeri vardı. Ortaokul arkadaşlarımız ise bizi buyur
edecek yaşta değildiler. Ramisıj:
- Samanlığın birine çıkalım, hava sıcak, yarınki düğünü görmüş
oluruz, dedi.
Bunu uygun bulmadık. Düzce'ye dönen kamyonlar vardı, Ramisıj,
"Öyleyse söyleyip bir kamyonun kasasına binelim" dedi ama bunu da
kendimize yediremedik. "Yaya olarak yola devam" dedik. Bir araba
görünecek olursa, kenara kaçıp saklanıyor, su döküyormuş gibi
yapıyorduk. Yani kendimizi “küçük düşürmek” istemiyorduk.
Kazıkoğlu Düzce arası yaklaşık 10 km. Yolun ortalarında bir
değirmen vardı. Oraya yakın bir yerde konakladık. Çok yorulmuştuk.
Ramisıj "Biraz uyuyalım" dedi ve hemen uykuya daldı, ama Kutse
ağlamaya başladı:"Burası dağ başı, kurtlar vardır, bizi
yiyecekler" diye. Kutse'yi ikna edemedik. Zoraki yola devam dedik.
Düzce'ye vardık, sabahçı kahvesine girdik. Çay yeni demlenmişti.
Para verdim, Ramisıj ile Kutse gidip sıcak ekmek ile beyaz peynir
getirdiler. Karnımızı doyurup köyün yolunu tuttuk. Köye girerken
kadınlar hayvanları sürüye katmak için köy dışına çıkarıyorlardı.
Görünmeden eve gireyim derken, kapımızın önünde tek arabamızın
koşulu olduğunu gördüm. Saklanmama zaman kalmadan babama
yakalanmıştım:
- Aferin, dedi babam, hayret erken kalkmışsın. Atla arabaya,
annenler tütünü kırmışlardır, getirmeye gidelim.
O yıl köy mezarlığının arkasındaki yeri icarlayıp tütün ekmiştik.
Annem ve yanındaki kadınlar önden döndüler, babamla ben tütünleri
toplayıp sepetlere yerleştirdik, sonra arabaya yükleyip eve
getirdik. Annem sofrayı kurmuştu. Sofraya oturmak zorunda kaldım,
anlaşılan cezam bitmemiş olmalıydı…
- Atla arabaya, karpuza gideceğiz, dedi babam.
Karpuzu babam kopardı, ben de arabaya yerleştirdim. İş bitti
derken, babam "Sen burada bekle, ben Bırgehable meşe (Быргьэхьаблэ
мэщ;Akınlar köyü sınırında, 15-20 dakika uzaklıktaki tarlaya)
gidip bir bakacağım" dedi.
Bu arada uykuya dalmışım, babam döndüğünde, arabayı devrilmiş,
karpuzun yarısı kırılmış, atı da sıkışıp yarı boğulacak halde
buldu. Böylesine durumlarda çok asabileşebilen babam, hayret bir
şey demedi. Yeniden karpuz kopardı, onları arabaya yükledik. Köyün
yolunu tuttuk.
Atı çözdüm, eve gireyim derken öğle ezanı okundu. Evimizin kapısı
caminin ve bahçesinin tam karşısındaydı. Babam beni görüp oradan
seslendi:
- Ağaca çık da yaşlılar için dut silkele, dedi. Böyle olacağını
bilsem ön kapıdan değil, arka kapıdan eve girerdim ama yine
çekeceğim varmış demek ki...
Cami bahçesi yemyeşil çimenlerle kaplıydı. Şimdiki gibi
küresel ısınma olayı ve kuraklık yoktu. Yerler ter temizdi. Cami
avlusunda 8-10 ihtiyar vardı, namaz için bekliyorlardı. Bir de
daha ilerideki bir dut ağacının altında beyaz koyun pöstekisine
uzanmış mışıl mışıl uyumakta olan Kutse. Onun durumunda olmak için
vermeyeceğim bir şey olamazdı o an için. Kutse'nin babası da cami
avlusundaydı ama babası iç güveyi bir Abaza'ydı. Abazalar gençlere
karşı daha toleranslı oluyorlardı. Annesi ise köyden varlıklı bir
Wubıh, Kovk’ı (Къоук1ьы) kadını idi.
Dut silkeledim. İhtiyarlar "Gel sen de ye" diye tutturdular. Dut
yerken yine uykuya dalmışım. Babam kaygılanarak, Kutse'nin yanına
koşmuş, "Bugün ne oldu bilmiyorum, bizim çocuk durmadan uyuyor"
demiş, Kutse de "Bırak, uyusun" diye karşılık vermiş. Bunu
Kutse'den daha sonra öğrenecektim. Babam "Hadi eve git" deyip beni
“azat” etti.
Daha sonra Kutse'ye sordum: "O üzerinde uyuduğun kocaman beyaz
pöstekiyi nereden buldun" diye. O da "Odasına dalıp hocanın
(imamın) pöstekisini kaptım" dedi.
Kutse, Tıfı’nın (Тыфы) kardeşidir. En büyükleri şimdi
rahmetli olan Habıt’ (Хьабыт1; köpek dışkısı), sonra büyük
ablası Guzı (Гузы;Tek Yürek), küçük ablası Naşho (Нашъухъо;Ela
Göz), en küçükleri de Kutse (Куцэ; teker parmağı) idi. Bir
ablası daha vardı, küçükken ölmüştü, adı da anımsadığım kadarıyla
Şaş ya da Nekar (Нэкъар; Kara Göz) idi.
|