Acı acı çalan çalar saatin sesiyle
uyandım. Uyku sersemi ellerimle yoklayarak, hain saati bulup
ona kendi ellerimle gereken dersi verdim. Sefil fakirhanemde
loş ışıklı, güneş yüzü görmeyen odamın lavabosunda, tıraş
olmaya çalışırken bir yandan da kolumdaki saate bakarak
servisi kaçırmamaya çalışıyorum. Dışarıda
Ramazan ayı var ve yağmur yağıyor. Benimse cebimde beş para yok
gecikmiş bir kira ve ödenmesi gereken faturalar var.
Hızla fırlıyorum evden. Servise yetişmem için on beş dakikalık bir
yolum var. Hala ve ortalık zifiri karanlık.
Hayatımı gözden geçiriyorum yokuşu çıkarken, Türkiye'nin en belalı
şehrinin, en belalı mahallelerinden birinde, zifiri karanlıkta
sokak köpekleriyle, sabah namazına gitmeye çalışan yaşlı
thamadeler ve benim gibi yarı ücretli üç beş parya ile birlikte
yürüyorum. Birde üstüne üstlük yağmur yağıyor, tam yolunda
gitmeyen her şeye, hayata, karanlığa, şu şehri Konstantiniye´ye
küfrü basacakken elimdeki şemsiye gözüme ilişiyor. Sanki onu fark
etmemişim de fark edince şaşırmışım gibi ona yeniden bakıyorum.
Şemsiyeye daha bir sıkı sarılıyorum, çünkü o hayatımda o anda
yolunda giden tek şeymiş gibi görünüyor bana, çünkü beni, yolunda
gitmeyen her şey yetmezmiş gibi birde yağmurda ıslanmış olmaktan
koruyor.
Yürüyüşümü hızlandırıyorum. Çünkü bu lanet servis şoförü asla
beklemiyor, yavaşlattığı arabadan sizi olmanız gereken yerde
görmezse gaza basıp gözden kayboluveriyor ve benimde cebimde
servisi kaçırırsam otobüse verecek tek kuruş param yok.
Bir yandan hızlı hızlı yürürken bir yandan da yanımdan geçen
insanlara elimdeki şemsiyeyle fiyaka atıyorum. Öyle pahalı bir
şeyde değil üstelik, yağmur yağmaya başlayınca birden yağan yağmur
gibi bitiveren seyyar satıcılardan alınmış ucuz adi bir şey. Ancak
benim için keyif nedeni, hayata daha sıkı sarılmam için bir neden
bulmuşum gibi beni mutlu ediyor. Aniden yağmurla birlikte birde
rüzgar çıkıyor, bende usta bir dümenci gibi rüzgara göre yön
veriyorum ona. Çünkü biliyorum ki, ters bir hareketimde parça
parça olacak. Kaldırımlarda tek tük şemsiye cesetleri görüyorum
telleri kırılmış.
Servisin geçtiği noktaya az kaldı şu köşeyi döndüm mü ordayım.
Saate bakıyorum tam servis saati, köşeyi döner dönmez uğursuz
servisi görüyorum. Kaldırıma doğru yavaşlıyor ve aniden hızlanıp
yola devam ediyor. Elimde şemsiye donup kalıyorum tam kallavi bir
küfür basacakken aniden yönünü değiştiren rüzgar beni gafil
avlıyor “uleeeeeeeeennnnnnn” dememe fırsat kalmadan ters dönüyor
ve telleri kırılıyor. Ellerimde parçalanan şemsiyeye acı acı
bakarken yağmur damlaları “tıp tıp” kafama düşüyor ve ben
ağlamamak için kendimi zor tutuyorum.
Kös kös fakirhaneye doğru dönüyorum sırılsıklam olmuş vaziyette.
Eve giriyorum radyoyu açıyorum. Yavaş yavaş ıslanan elbiselerimi
çıkartırken radyodan bir haber sesi geliyor: ”Değerli yazarımız
Orhan Pamuk Nobel Edebiyat Ödülünü kazandı.”
Birden radyoya dönüyorum içimde büyük bir neşeyle ”Hay yaşa”
diyorum. Yatağa uzanırken birden telefonum çalıyor.
- Lan Allah'ın Kabardey'i işe gittin mi? Gitmediysen kahvaltı
yapalım. Senin evin oralardayım. Bizim komiseri bir yere bıraktım.
Biraz zamanım var hadi hazırlan, diyor arkadaşım. Neşem biraz daha
yerine geliyor
- Tamam lan deli Abaza evdeyim gel diyorum.
Keyfim eni konu yerine geliyor. Bak işte diyorum kendi kendime,
karamsar olmak için bir neden yok. Orhan Pamuk Nobel'i kazanmış,
arkadaşımla da kahvaltı yapacağım. Kırılan şemsiyemin acısı içimde
hafifliyor birden. |