...................
...................

SAATİN TİK-TAKLARI

Setenay İlhan

                         
...................
...................
Saatin tik-takları mıydı duran? Yoksa bedenin bu dünyaya fazla mı geliyordu anlayamadık. Ani gelişti her şey. Herkes şaşkın, birileri öfkeli, kimileri ölürken diri diri zaman ilerliyordu…Deprem senesiydi hatırlıyorum. Çok ama çok üzülmüştün. Seni daha önce hiç böyle görmemiş gözlerim kör olmaya yüz tutmuştu. Hayatta karşılaştığın hiçbir durumda bu kadar çaresiz kalmamıştın değil mi?

Durduramamıştın olup biteni. Yine de hiçbir cesedin elini tutmaktan çekinmemiştin belki de hayat verebilirim umuduyla. Onlar hayata döndürdüğün bıldırcınlara benzemez kendini yıpratıyorsun yapma bunu diye bağırmaya çalışırken sana, sen çoktan vermeye başlamıştın hayatını bu iğrenç dünyadan farklı alemlere. O günleri çok net hatırlıyorum.

Onca yıl devletin göklerdeki bekçilerinden biriydin değil mi? Sen bir karıncayı bile incitemezken bunu senden istemeleri ne kadar saçmaydı oysa. Tek istediğin göklerde olmaktı. Artık sende bu konuda daha netsindir sanıyorum. Artık tekrar doğsan o mesleği seçmeyeceğine bahse girebilirim. Ne güzel şeyler yapabilirdik seninle…

Depremin üzerinden bir sene geçmişti. Hükümet baba sana, yıkılan evine karşılık bir sus payı vermeye hazırlanıyordu. Nasıl da umurunda değildi. Temeller atılmaya başlamıştı. Her şey ve herkes durumdan memnundu. Sen hariç. Ben biliyordum. Sen bu dünya ile olan bağını tamamen koparmıştın. Boş geliyordu senin için bu dünyaya konulan bir çöp bile. Takmıştın ama maskeni yine.

- Her şey yolunda mı, dedi birileri.
- Evet, dedin gülümseyerek.

Ne kadar güzel gülümserdin sen ve saatin hala çalışmaktaydı o sıralar sana inat. Ben biliyordum. Herkes susuyordu. Bu suskunluğa bir anlam yükleyemiyordum.

O eve ilk gidişimizi hatırlıyorum. İnsanlar merakla dalıyorlardı molozların arasından yeni yuvalarına bakmak için. Park ettin petrol mavisi ‘’hams-i miu erbah’’ını. Birer birer kayboluyordu gözden sevdiklerimiz.

- Gitmeyecek misin görmeye, dedim.
- Lüzum yok, diye yanıtladın.

Gelecekteki birçok sorumun yanıtı keşke bu cevapta gizli olmasaydı.

Anladım.

Bekledim seninle arabada oturup.

Bir sene daha geçti. Sen hariç her şey değişiyordu. Sen hariç herkes unutuyordu bir şeyleri. Bir sendin nefes alıp yoluna devam edemeyen. Garipsemiyordum. İyi tanıyordum seni.

Sorma derinlerden, neden bu kadar uzun süre beklediğimi bu yazıyı yazmak için.

Bilmiyorum.

Böyle olması gerekiyordu diyelim ve kapatalım bu bahsi.

Saatinin sana inat çalışmaya devam ediyor olması içten içe sinirlendirmeye başlamıştı seni. Her geçen güne biraz daha öfkeli uyanıyordun. Görüyordum. Kabullenmek zorunda kalmıştın artık gelen günlerin gidenleri arattığını. Bu tahammül sınırlarını fazlasıyla zorluyordu. Kendince bir çözüm buldun sonunda. Zaman kendi durmuyorsa onu sen durdurmalıydın. Kapattın tüm kapılarını. Artık yeni diyebileceğin hiçbir şey yoktu o tertemiz dünyanda. Şok içindeydi tüm sevenlerin, isyan ediyordu.

Doktorlar, reçeteler, haplar…

Gülümsüyordun.

Delirdiğini düşünürken birileri ben sessizce bir köşede duruyordum.

‘’Bu yaştan sonra bazı şeyleri hatırlamamak daha iyi değil mi doktor’’ dediğini anlatırken bana nasıl da eğlenmiştik hatırlıyor musun? Nasıl da dalga geçerdik hayatla. Öptüm seni. Her şey o kadar net ki.

Beyninle verdiğin bu zorlu savaşı dikkatlice izlemeye başladım sonra. O kadar profesyoneldin ki. Hayranlığım gün geçtikçe artıyordu korkularımla beraber. Sana ilaç vermeye çalışıyordu birileri hepsini ağzında biriktirip tükürüyordun ya da bana veriyordun çöpe atmam için. Saniye saniye çıldırıyordum. Bilinçli şekilde yolunu seçmiş bir insanı durdurma çabası nedendi ki?

Bu asi duruşun herkesin dikkatini çekmeye başlamıştı. Tanrı’nın bile belki. Kime neydi acaba ya da yıllarca insanların üzerinde bıraktığı zehirli bakteriler etkisini göstermeye başlamıştı. Herkes seni severdi. Ancak herkesin sevgisi bizi beslemez bunu ikimiz de biliyoruz değil mi?

Ben çok uzaktaydım o zaman. Bir telefon geldi. Hep bir telefon gelir ve ben hiç sevmem.

- Acil gelmelisin, dedi iki ses birden. Sana söylememiz gereken şeyler var.

Bitmeyen yol. Belki de çocukluğumdan beri ömrümün yarısını harcadığım, taş toprak her yerini ezbere bildiğim o yol, daha önce hiç gitmediğim bir yermiş gibi gözüküyordu bana. Bitmiyordu.

Varamıyordum.

Nedense gözlerin geliyordu her seferinde aklıma.

Ağlamak istiyordum.

Eve vardığımda sen uyuyordun. İki kişi karşıladı beni. Birisi bana dışarıda konuşmayı teklif etti. Geldim sen uyurken öptüm seni. Sen bilmedin. Çıktık dışarı.

O ölüyor bilmelisin.

Ölüyor o bildin mi?

Bil! O ölüyor…

Bütün hallerini denedim ilk duyduğumda bu kelimeyi. Yerlerini milyon kez değiştirdim. Anlam aynıydı. Hiç değişmedi. Değiştiremedim… Yığıldım kaldım kaldırıma. Sen uyandın. Herkes bana acırken, acınası bakışlarıyla o ses ‘koca kız oldun güçlü olmalısın ‘ diyordu ben kaldırımları yumruklarken. Kimdi bu insanlar. Bu kafamdaki adam neden bahsediyordu? Sen nerdeydin?

Biri tuttu elimden eve getirdi.

Saatin hala çalışıyordu.

Beni bekliyordun…

Geldim sarıldım sana. Öyle bir sarıldın ki, ben hala her soğuk günde o sarılmayı düşünüp ısınıyorum.

Sonra konuşmaya başladın. O kadar farklı şeylerden bahsediyordun ki. Beni kiminle karıştırıyor olabilirdin. Evet herkesi unutmaya başlamıştın. Ancak beni unutamazdın unutmamalıydın. Gözlerinin içine baktım. Korkusuzca geri bakıyordun. O an anladım ki yapmaya çalıştığın -herkesin senden sakladığı ve senin hepimizden daha iyi bildiğin- bu haberi bir nebze olsun bana unutturmaktı. Sonra bir an gördün ki işe yaramıyor, hafifletmiyor hiçbir şey içimdeki fırtınayı.

- Amacım seni üzmek değildi. Çok özür dilerim, deyiverdin o en sıcak sesinle.

Alev almıştım artık. İçin için yanıyordum. Bu neden bizim başımıza gelmek zorundaydı?

O kadar çok şey söylemek istiyordum ki sana.

Yapamıyordum…

İnsanlar sanki salakmışsın gibi yalanlar söylüyorlardı sana. Sözde umut verip, iyi günler geçirmeni istiyorlardı. Sen ise bu yalanlara inanmış gibi görünüp herkesle dalga geçmeye devam ediyordun kendi aleminde.

Çok ilginç bir insansın sen. Ben hala sana benzeyen bir insana daha rastlamadım. Hep tebessüm ediyordun. Doğadan alıyordun tüm huzur ve enerjini. Barışıktın kendinle evrenle. Nasıl yapabiliyordun bunu? (Genetik kodlarımda bulunmandan dolayı gurur duyuyor ve sana sonsuz teşekkür ediyorum.)

Saatin hala çalışıyordu. İstanbul’daydım. Buna rağmen saat tik-taklarını duyabiliyordum ve sen bunu biliyordun.

Sonra garip düşler görmeye başladın. Uyumaksızın hem de. Bende bunu yapabiliyorum biliyor musun?

Üniforman vardı üzerinde, öyle diyordun. Çok büyük bir tören vardı. Oraya gitmeliydin. Kılıcını istiyordun. Her şeyin tam olmalıydı. Eksik kalmasın istiyordun hiçbir şeyin. Kimse anlam veremiyordu. Adımı söyledin -kimse adımı senin kadar güzel söylemedi-. Ceviz ağaçları içinden gidiyoruz, diye devam ettin yüzündeki gülümsemeyle. Ben maalesef o yolu çok iyi biliyordum. Aynen tariflerine uygundu ve sende biliyordun orada olmayacağımı, ben daha sana söylemeden hem de. Bana olacak her şeyi bir bir anlatıyordun. Sonra halıdaki şekli fareye benzettiğini onu oradan kovmamı söyledin. Kulak zarım patladı. Kan geldi kulağımdan. Dayanamadım. Çok acıdım -kendime-. Müsaade isteyip fareyi de alıp yanıma, içeri gittim.

Çok ağladım. Sen hiçbirini görmedin ya da son zamanlarda bana her baktığında gözlerindeki o buğu biriktirdiğin gözyaşlarımdı. Kim bilir?

Ben yine gittim.

Gitmek zorundaydım.

Kahrolası bir hayat akmaktaydı bir yerlerde. Neden daha fazla kalmadım ki?

Soru sorma bana. Kendi yargılarımla beni baş başa bırakalı çok oluyor.

Artık her şey olması gerekenden daha hızlı ilerliyordu. Tam istediğin gibi. Buna rağmen ne sen ne de ben bu hızı kestirebiliyorduk. Hazırdık ama. En azından hazır olduğumu düşünüyordum en az senin kadar.

Bir telefon daha. İşte hep bu telefonlar mahvetti beni. Açmamalıydım biliyordum.

- Alo!
- Artık gelsen iyi olur. Kötüye gidiyor.
- Peki.

Yine bitmek bilmeyen yollar. Zoraki kabullenmeler. Saatinin artık oldukça yavaşlamış tik-takları.

Geldim.

İkizin açtı kapıyı. Baktım uzun uzun. Sessizce.

Keşke onun yerinde sen olsaydın, o da senin acını alıp gitseydi diye geçirdim içimden. Biliyorum, bencilceydi. Her şeye rağmen istedim bunu. Bilmelisin!

İçeride yatıyordun. Gördüm, görmezden geldim. Gittim bir odaya kapadım kendimi. Ben kapıyı kapatınca bir sürü kapı kapanmaya başladı üzerime. Sonra bir silah sesi. Hepsi bu dedim. Her şey buraya kadar. Sonra açtım tek tek her kapıyı sana geldim. Kimseyi istemiyordum yanımızda. Yalnızca sen ve ben olmalıydık. Bunu ikimiz de biliyorduk.

Buna rağmen gece olana kadar bu ittifakı sağlayamadık. Yazık!

Sonunda herkes gitmişti ve işte bizim zamanımız başlıyordu. O an hiç tik-tak duymadığımı fark ederek saatine baktım. Sonunda başarmıştın. Zaman durmuştu kolunda. Dokundum koluna, usulca çıkardım saati. 23:31’i gösteriyordu gerçekte ise saat…

Konuşmuyordun, tepki vermiyordun. Sadece orada öyle yatıyordun. Bilim senin kısmen ölü olduğunu söylerken, din cephesi içerden ruhuna dualar yolluyordu. Lanet ettim ikisine de. Başladım konuşmaya.
Ben konuştukça sen son kez kaydediyordun hepsini. Biliyordum.

O gece elini hiç bırakmadım. Hissetmedim diyemezsin. Korkusuzca ağladım yanında. O güne kadar söyleyemediğim her şeyi söyledim. Neden beklediğimi bende bilmiyorum. Özür dilerim.

‘Tek istediğim beni duyduğuna dair bir işaret. Bu zor ve sen artık hiçbir şey yapmak istemiyorsun biliyorum. Ben seni hep anladım. Hep bildim ne hissediyorsun. Çok canım acıyor buna ihtiyacım var.

Lütfen!’

Elimin içinde tuttuğum o incecik kalmış sol elin işaret parmağı benim işaret parmağımı veda edercesine okşadı.

Bana dokundun!

Beni hiç unutmadın, unutamadın biliyordum. Çok önceden zehirlemiştik bir kez birbirimizi. Nasıl unutabilirdik ki?

Refleks!

Sizsiniz refleks!

Bu saçma hayat oyununda efendilerinize yaptığınız her bir hareket refleks! Sefiller.

Hayır, o beni duydu ve belki de son gücünü harcadı benim için. Siz ne halt bilirsiniz ki?

Bir an durdu her şey. Karardı ortalık. Beynim kan pompalamaya başladı kalbim yerine. Nefesim kesildi. Sarstım onu.

‘Hayır! Hayır, bunu bana yapamazsın. Söyleyeceklerim daha bitmedi. Beni böyle bırakıp gidemezsin. Ölürüm!’

Tuttuğu nefesini bıraktı.

Aydınlandı ortalık.

‘Lütfen ben buradayken bir daha gitmeye kalkma. Bunu görmeye dayanamayacağımı bilirsin.’

Dinlemekteydi…

‘Yarın gideceğim ve bir daha hiç dönmeyeceğim.’ -Zaten çok önceden biliyordu.-

‘Sen hep çok özelsin. Çok değerlisin ve bunu değiştirmeye hiç bir şeyin gücü yetmeyecek. Seni o kadar çok özleyeceğim ki…’

Tekrarlıyordu.

Sabah oldu.

Son bir kez baktım ona.

Son bir kez öptüm.

Son bir kez öpülmezmiş, öptükçe öptüm.

Ancak gitmem gerekiyordu. Ona söz vermiştim. O da bana. İşleri daha da zorlaştırmaya gerek yoktu. Birbirimizi bekliyorduk.

İlk kez o yolculuk dönüşü gözün arkada kalmasının ne demek olduğunu tam anlamıyla öğrenmiştim. Ağlamak hiç bir şeyi çözmüyordu. Zavallılar acımaya çalışıyordu. Öfkeyle hırlıyordum tükürülesi suratlarına.

Gün geceye döndü.

Gecenin hiçbir kıymeti kalmamıştı artık.

Her şey anlamsızdı.

Sabaha karşı… Ben, cam, sigaralarım…

Telefon çaldı.

Fişini çektim.

O saatte gelen telefonlara bakmamaya o gün karar verdim.

İçerden acılı bir kadın seslendi.

- Onu kaybettik.
- Biz değil, dedim.

Tanrı ve insanlar kaybetti farkında olmadan. O kazandı sonunda verdiği tüm savaşları. Derken cümleler tek tek silinmeye başladı hafızamdan. Birden bir boşluk geldi ben direnmeksizin teslim ettim kendimi. İlaçların hiçbir işe yaramadığına o gün bir kez daha tanık oldum. Acımız büyük lafı gözümde küçücük kaldı. Bedenimdeki tüm kanı akıtmak istercesine parçalamak istedim tüm vücudumu. Sonra kendimi bir deniz kenarında kayalıkların üzerinde denizi izlerken buldum.

Birileri uzaktan seslendi;
- Gelmiyor musun?
- Hayır.

Tören aynı anlattığın gibi olmuş. Herkes şaşkınlıkla anlatıyordu. Ne varsa bunda bu kadar şaşılacak. Hala ahmak olduğunu düşünüyorlardı sanırım. Herkes sözüm ona beni sormuş. ‘Hani çok seviyordu? Neden gelmedi?’

Sana verdiğim tüm sözleri tuttum. ‘Şahane törendi keşke kameraya çekseydik’ gibi söylemler bile yarattın ardından. Lanet olsun size! Hafızanıza neyi kazımak istiyorsunuz anlayamadım ki.

Sen gittin ya, ben bir daha oralara gelmek hiç istemedim. Sensiz dünyanın ilk on günü benim bu dünyadaki son iki günümdü. Sonra o kadar ısrarlar oldu ki. Sende bizimkileri bilirsin. Yedine gelmeliydim. Konu komşu ne derdi. Konu komşuyu eşekler…

Geldim herkes çok memnundu. İnan ben hiç ama hiç değildim. Saçma bir şeyler yedirmeye çalıştılar arkandan. Kırılan tabakların ardında saçma insan yüzleri çarptı gözüme. Senin yerine evi terk ettim. Sonra bir toprak birikintisine sürüklediler beni. Oradaymışsın sen. Seni benden alıp oraya koymuşlar.

Durdum.

Baktım.

Tarttım.

Ne yaptıysam olmadı.

Yanaştım.

Eğildim toprağa doğru.

Gerçekten orda mısın?

Ben çok ağladım ardından. Göz yaşlarım tatmin etti bekli de o gün o mezarlıktaki her ölüyü.

Çıkmalıydın ya da ben bir yolunu bulup gelmeliydim yanına.

Ağladıkça acım depreşti, depreştikçe daha da çok acıtmak istedim canımı.

Siz değil miydiniz bunu görmek isteyen? Şimdi nedir beni durdurma çabalarınız?

Hiçbir şey değişmedi ben seni hala ilk günkü gibi çok özlüyorum.

Hayat yine aynı çirkinliğiyle sürüp gidiyor.

Birileri içindeki iyiliği muhafaza etmeye çalışırken…

Biliyor musun dede saatini koluma taktım. Durdurmaya karar verdiğim anda tekrar görüşeceğiz.

Oltanı hazırla ve bekle beni. Burada kalıp biraz daha kirlenmem gerekiyor.

Seni çok seviyorum.