Bir varmış, bir yokmuş...
Kafdağı’nın Hazar’dan Karadeniz’e kadar uzanan yemyeşil
ormanlarla kaplı eteklerinde, adına ''Kutlu-il'' dedikleri bir
ülke varmış. Neden mi Kutlu-il demişler? Çünkü bereketli
topraklarını irili ufaklı binlerce billur suyun suladığı bu
ülkede herkes, uzun yıllar süresince ve hep mutluluk içinde
yaşarmış. Ağaçları göklere yükselen
ormanlarında rengarenk kokulu çiçekler, şifalı otlar, çeşit-çeşit
yabani meyveler yetişir; avlamakla tükenmez hayvanlar, kuşlar
yaşarmış. Topraklarında ekilenler görülmemiş derecede bol ürün,
dikilenler ise tadına doyulmaz lezzette meyveler verirmiş.
Kadınları hep ikiz doğururmuş. Koyunları, sığırları, camızları ve
atları ise her sene çift yavrularmış. Çocukları gürbüz ve
sıhhatli, erkekleri birbirinden yakışıklı, çevik ve kuvvetliymiş.
Kızlarının güzelliği ve erdemi ise komşu ülkelerdeki gençlerin
dillerindeymiş.
Bir gün, yabancı bir grup insan gelmiş Kutlu-il’e; “Biz de burada
sizinle ve dostça yaşamak istiyoruz.” demişler. Kutlu-il’in
yaşlıları, yabancıların bu isteğini tartıştıktan sonra onlara;
“Madem dost yaşamak istiyorsunuz, hoş geldiniz. Kutlu-il’in
bereketi, sizin gibi bin grup dosta da yeter. Buyurun, boş
alanlara yerleşin.” demişler. Böylece Kutlu-il’in bereketi ve
güzellikleri yanında, misafirperverliği ve cömertliği de dillerde
dolaşmaya başlamış.
Çok geçmemiş, peş peşe yeni gruplar gelmiş... Kutlu-il, farklı
dil, adet ve geleneklere sahip insanlarla adeta dolup taşmış. Bu
defa yaşlılar; “Çok kalabalık olduk, ya barış bozulursa ya
mutluluğumuzu kaybedersek” diye, endişeye düşmüşler. Çareler
aramaya başlamışlar. Sonunda: “Her topluluktan, onlar adına
konuşacak ve kararlar verecek en bilge yaşlıyı seçip
göndermelerini isteyelim. Gelen bilge adamlar toplansın,
tartışsın, ortak kararlar alsın. Herkes de bu kararlara uysun.”
demişler.
Öyle de yapmışlar... İçinde billur suların aktığı bir ırmağın
kenarında, bir toplantı düzenlemişler. Bu toplantıya her topluluk,
en bilge yaşlısını seçip göndermiş. Bu bilge kişilere,
aksakallılar; oluşturdukları meclise, aksakallılar meclisi;
meclisin aldığı kararlara da adetlerimiz, demişler. O günden
sonra, meclisin verdiği her kararı, hep saygıyla karşılamış ve bu
kararlara uymuşlar. Böylece, Kutlu-il’de barış ve mutluluk,
sürekli kılınmış.
Dayanışma içinde çalışmışlar, çalışmışlar... çok zengin olmuşlar.
İhtiyaçlarından fazlasını birbirlerine hediye olarak vermişler.
Birlikte eğlenmeyi ve dansetmeyi, misafiri ve misafirliği
sevmişler. Kutlu-il’in zenginliği ve misafirperverliği dilden
dile, ta en uzak ülkelere kadar yayılmış. Uzak ve yakın ülkelerden
tüccarlar ve gezginler, Kutlu-il’e akın etmeye başlamışlar.
İmrenenlerin, kıskananların sayısı da arttıkça artmış. Öyle ki,
birçok han ve hakan, Kutlu-il’i istila etmek istemiş;
saldırmışlar... Fakat her defasında, Kutlu-illiler yiğitçe
savaşmış, istilacıları ülkelerine sokmamışlar. Onlara güç
yetiremeyeceklerini anlayınca köşelerine çekilip istila için
fırsat kollamaya başlamışlar.
Gel zaman git zaman... Kimi Kutlu-il sakinleri, ülkelerine sığınan
yoksul yeni gelenleri, karın tokluğuna çalıştırıp çok daha zengin
olmak hırsına kapılmışlar. Onlar zenginleştikçe adaletten
ayrılmayan diğerleri fakirleşmiş. Zenginler, daha ileri giderek
aksakallılar meclisini de kontrolleri altına almışlar. Bunun
sonucunda hemen herkes, adetlere uymaz ve aksakallıları dinlemez
olmuş. Ülke insanları; zenginler, yoksullar ve karın tokluğuna
çalışanlar diye, üç sınıfa ayrılmış. Böylece, Kutlu-İl’in büyüsü
yavaş yavaş bozulmaya başlamış...
Gün gelmiş yoksullar, karınlarını doyurabilmek için zenginlerden
ya zorla almaya ya da onlardan aşırmaya başlamışlar. Kimi
yiğitler, aksakallılar meclisinin yapamadığını yapmaya
kalkışmışlar ve hak arayıp adalet isteyen güçsüzler adına, hak
almış ve adalet dağıtmışlar. Yoksul ve güçsüz halk, onları sevmiş
ve onlara abrek demiş. Onlar adına destanlar ve yırlar dizmiş.
Bunun üzerine, zengin ve yoksul herkes, bir abrek olmaya, adını
destanlara ve yırlara yazdırmaya heveslenmiş. Ne var ki yiğitlik
bir tarafa bırakılmış; abrek olmanın amacı unutulmuş ve yalnız
cesaret öne çıkartılmış. Yiğitlikten yoksun cesaret, insanları
daha çok adaletsizliğe düşürmüş; kimse kimseye güvenmez olmuş,
herkes, herkesi kendine hasım görmüş. Ülkede gasp, soygun, talan;
cinayet, kan davası... almış başını gitmiş. Haksızlık edenler ve
haksızlığa uğrayanlar, Kafdağı’nın erişilmesi en zor tepelerine ve
en derin vadilerine sığınmışlar. Oralarda yokluk ve kıtlık içinde
geçinmeye, taştan ördükleri yüksek kulelerde düşmanlarının
saldırılarından korunup yaşamaya çalışmışlar. Sonunda, herkesin
övdüğü ve imrendiği Kutlu-il, mutsuz-il durumuna düşmüş.
Kutlu-il’i istila etmek için uzun zamandan beri fırsat
kollayanlar, işte bu sırada harekete geçmişler... Önce, paramparça
ve birbirinin hasmı olmuş insanlar arasından kendilerine köleler
edinmişler. Bunu yaparken hiç de zorluk çekmemişler... Sonra,
edindikleri köleleri, kendi kendilerinin ülkesini efendileri adına
istila etmeye göndermişler. Onlar da bunu efendileri adına
yapmışlar; karşı koyanları ezip geçmişler ve kendi ülkelerini,
tepsi içinde efendilerine sunmuşlar.
Zaten mutsuz olan il, büsbütün harap olmuş... Gençleri tükenmiş;
kızları gülmez, kadınları doğurmaz, hayvanları yavrulamaz;
ağaçları meyve, tarlaları ekin vermez olmuş. Sağ kalanlar,
Kutlu-il’i terk edip kendilerinden öncekiler gibi, Kafdağı’nın
ulaşılması güç derin vadilerine ve zirvelerine sığınmışlar.
Öbek-öbek yerleştikleri küçük ve verimsiz bu yerlerde, öncekiler
gibi yokluk ve kıtlık içinde yaşamaya çalışmışlar. Kimi zaman
zorlukları aşabilmek için, çoğu zaman da düşmanlarından
kendilerine ait olanları geri alabilmek için asırlarca mücadele
etmişler. Sonunda bütün yolları, istilacılar tarafından kesilmiş;
aç ve susuz bırakılmışlar. Direnecek takatleri kalmayınca da
sürülmüşler!
Vatanlarından sürülen Kutlu-illiler kardeşlerine hasret, vatana
hasret... dünyanın dört köşesine dağılmışlar. Fakat o günden
bugüne onlar; nerede yaşarlarsa yaşasınlar, kim olduklarını ve
nereden geldiklerini hiçbir zaman unutmamışlar ve hiç kimseye
unutturmamışlar. |