Suna ile -sessiz- konuşmalar… (1)
“Adige Kız”a şiir
19 Mart 2001
01:05
Üflese Hayat sönecek
Narin göğüs kafesi açık kumral bir mum
gibi. Nasıl taşır Sevda’yı
kim bilir Hüzün
neresinde çakılı durur
bu Kalbin.
Dans yakışıyor sana…
(…)
Gözlerin kocaman…
(…)
Ben’se yaşlanıyorum…
(…)
Kahretsin!
(Hüzünden dir s.40) |
Söylemiştim, (yazmıştım demem daha
doğru!) biliyorsun…
Kitaplarımda da var…
Dedem Arslan Hoca’nın, Babaannem Rabia Hanım’a sevgiyle
sunduğu, takma isimdi, Suna…
1900’lerin başları… yokluk yılları…
Dedem, Adapazarı’nda eğitim gördüğü o zamanlar,
Değirmendere’de Yıkusha Rabia Hanım’a gönül düşürür…
evlenir, Eskişehir Merkez Musaözü Köyü’ne dönerler…
Çoluk çocuğa karışırlar, ikizleri ölür, sonra halalarım,
babam, bizler…
Sürer gelir, bugün’e…
Kulaktan kulağa bir anı’yı da aktarmak isterim, -hazır
seni bulmuşken- başlangıçta:
Dedem, şu an yıkıntıları ve hatıraları üzerine bizim
mütevazı bir ev kondurduğumuz avlusunun önünden, hiç
araba geçirmezmiş…
Geçen arabaların okundan tutar, kapıları açıp içeri
alır, konuğu avludaki köşesine davet eder (sanırım,
“evin iç girişine en yakın yer”di, başköşe), hayvanları
yemler, sonra seslenirmiş…
-
Sunaaa!.. bağay!.. (Abh.: Gel! <dişil>) konuğumuz
var!
Bir, iki, üç,.. derken, bir gün Suna’sı:
- Yahu Arslan Hoca demiş… evde var mı yok mu demiyorsun…
yemek hazır mı değil mi bilmiyorsun… bir gün mahçup
olacağız… phaşaraw! (Abh:Ayıp!)
Dedem gülümseyerek bakmış, bakmış ve sonra:
-
Suna demiş… ekmeğin var mı?
-
Var…
-
Su’yun da var mı?
-
Var…
-
Tuz’un da var mı?
-
Vaaar…
-
O zaman bu adamlar da, bi’ lokma yiyip,
yoluna gidecek!
Bugünün bencil ve çıkarcı dünyasında,
gülümseyerek hatırlarım…
Söylemedim, yazmadım da, ama, biliyor olmalısın…
Belki bilmi… ah hiç –sesli- konuşmadık -mı- ki!!?
Neyse…
Ben de, Sevgili B. Ömer Büyüka’dan (Beygua) öğrendim:
“(…)
Abh. Sı-wi-n |
: Birlikte -çalışma- zamanı
|
Fr. Juin |
: Haziran |
İng. Juna |
: Haziran |
Hit. Siun |
: Kent Tanrıçası |
Abh. Sı-wi-na |
: Birlikte -çalışma- Tanrıçası |
|
Kent Tanrıçası |
|
Bolluk Tanrıçası |
|
Toplu
Yaşam-Yerleşim-Kent-Bayındırlık-Bolluk Tanrıçası |
Tür. Suna |
: Mitik Bayan Adı |
(…)“
Evet, belki Dedem de bu anlamda Suna dedi, Babaannem’e…
bilemiyorum.
Dedemi görmedim…
Belki Dedem de bir, entelektüeldi… kim bilir?
Kur’an üzerine düşülen notlar dışında, elimde yazılı bir
şey yok!
Bilirsin, “Entelektüel Aile”den gelmek de, kolay değil
hani. Batı’da, en az üç kuşak entelektüel üretmeniz
gerek, böyle kabul edilmeniz için…
Ben de -entelekt sayılırsam bittabi!- köyümün, -belki de
soy’umun- ilk/tek “şair”iyim… benden sonrası?
(“Belki” ve “kim bilir?” sözcüklerini çok sevdiğimi
anımsa… belki Aşk’tandır… belki de Umut’tan… kim bilir?)
Yukarıda, Dedem/Babaannem açısından yorumlamaya
çalıştım…
Sn. Beygua açısından:
Bütün yazdıkları kabul… reddetmek ne haddime?.. yalnızca
bir ekleme yaptım…
Tahrifat değil bu… lütfen, böyle anlama… diğer
niteliklerinle birlik, sana…
Suna: Hayalî Aşk Tanrıça’m
dedim… o kadar!
Beni affetsin Saygıdeğer Beygua, toprağı da, yaşamı da
bol olsun!
…
Narçiçeği Aşk ve Dostlukla…
Ostim, 25 Ekim 2003, kararsız bir Cumartesi…
(Yüreğim yettiğince… sürecek… ayraç şimdilik, açık…
Suna ile -sessiz- konuşmalar… (2)
2i
iyinsan
“İnsana göre maymun nedir? Gülünecek
bir şey, ya da acı bir utanç. İnsan da tıpkı böyle
olacaktır Üstinsana göre: Gülünecek bir şey, ya da
acı bir utanç.
(…)
Bakın, size Üstinsanı öğretiyorum! Üstinsan
yeryüzünün anlamıdır.
İsteminiz desin ki: Üstinsan yeryüzünün anlamı o l a
c a k t ır !
(…)
Evet, kirli bir ırmaktır insan.
Kirli bir ırmağı içine alması ve bozulmadan kalması
için deniz olmalı kişi.
Bakın, size Üstinsanı öğretiyorum: o, işte bu
denizdir,
onda batabilir sizin büyük horgörmeniz.
(…)
Ben, kendisi için bir damla bile ruh ayırmayanı,
baştan başa erdeminin ruhu olmak istiyeni severim:
ruh olarak böyle yürür o köprünün üstünde.
(…)
Ben, zar kendine uygun düşünce utananı ve soranı
severim: “Ben düzenci bir oyuncu muyum yoksa?”
- çünkü yok olmak ister o.
Ben, işine başlamadan önce altın sözler saçanı
ve hep söz verdiğinden fazla yapanı severim: çünkü
batışını ister o.
Ben, gelecektekileri haklı çıkaranı ve
geçmiştekileri kurtaranı severim: çünkü şimdikiler
eliyle yok olmak ister o.
Ben, özgür ruhlu ve özgür yürekli olanı severim:
böylece kafası, yüreğinin yalnız içi olur, ama
yüreği batmıya zorlar onu.
Ben, insanların üzerinde asılı o kara buluttan tek
tek düşen ağır damlalar gibi olan herkesi severim:
onlar şimşeğin gelişini haber verirler ve haberci
olarak yok olurlar.
Bakın, ben şimşeğin habercisiyim ve buluttan düşen
bir damlayım:
Oysa şimşek, Üstinsandır.”
(F. NIETZSCHE/Böyle Buyurdu Zerdüşt/Öndeyiş.) |
“Suna ile –sessiz- konuşmalar… (1)”, “Giriş”ti… zaten
belli oluyordu sanırım… bir tanımlamaydı… “Giriş” diye
yazmadım da, kendi adını koydu… bütüüün başlangıçlar
böyledir, Suna!
…
İsa’yı hiç görmedim… hiiiç “kaldırmadı” beni, “düştüğüm
yerden”… bütüüün çektiklerime rağmen, aç(a)madı kapımı,
“mucize”leri…
Övünmek gibi olmasın: Yalnızca, gerçeklerle ilgiliyim
Suna.
Bittabi SEN ve… bu bölümde Elbruz’a aktaracağım,
“HAYAL”im dışında!
“Arif olan(sın)… anla…”dın bile!
Yeni “Çıplak Uyarıcı(!)”lar… yeni “Dabbet-ül Arz(!)”lar…
ve benzerleri…
“Kebze Öğretisi”nin (Xabze)*, bir “Imerikın Moda
Tarikat” modu’nda yayılma çabasından söz etmeme ise,
gerek yok…
Neden mi?..
O’nun, Kafkasya’dan yayılışının üzerinden, binyıllar,
millennium’lar geçti de, ondan…
Bu konu bu kadar… bir yerde durmalıyız.
Madem ki, Elbruz aracılığıyla konuşuyoruz, birbirimizi
görmeden –aramızda Koca Dağ Oşhamafe!- başka bir şey
söylemeliyim. Yahut, ben Oşhamafe’ye söyleyeyim, o
iletsin sana:
Orijinal fikirler böyle hep, Abhazlardan mı çıkar?
Şu Marje’nin de talep ettiği “fikrî katkı” mevzuu, en
çok, onları mı zorlar yoksa…
“Tanrım!.. bütüüün insanlığı özgür ve mutlu kıl… şu
Abhaz’ı da unutma!” yakarışlarında mıdır, bu
“yaratıcılık”?..
* Xabze: Çerkesya Anayasası; hayatın bütün alanlarına
imza atan, yaşam biçimi/kuralları.
Daha da devam ettirebileceğim soruların yanıtını
“bilmiyorum” desem, bana kızmayacağını -en azından-
hissediyorum…
Ancak, bildiğim bir şey var:
AŞK İNSANI TEMİZ TUTAR, SUNA!
…
Başlığa
2i
dedim… iyi ve insan’ı başlatan, yani, iyinsan’ı
başlatan 2 tane “i” den oluşuyor…
Kimdir bu
iyinsan?..
“(…)
Söz sustu…
Oda hacminden daha büyük bir sessizlik doldu, içeriye…
Sessizlik o kadar büyüktü ki anlatılamaz; hatta, yakın
bir tarifi dahi yapılamazdı…
(Kimi edebiyat erbabı o an, ipekböceği’nin koza’sına
sürtünmesinin, şiddetli bir şekilde duyulduğunu yazmış…
Kimine göre ise Hawking, kıyamet’in onbeş milyar yıldan
önce de kopabileceğini önermeyi bile,
planlamıştır.
Biz aktaranların yalancısıyız!)
(…)”
( E. AÇIYBA / OOOH
FELSEFAAAM
OLSUN! )
–Yayımlanmadı-
“Entel ve bilgiç eleştiriler”i duyar
gibiyim, Suna:
- Bakınız Açıyba… şu “iyi”, göreceli bir
kavramdır, mirim!
Kime göre “iyi”; hangi “iyi”; nasıl, ner’de, kim için, kim’den yana
“iyi”?..
Hah!.. “küçük burjuva bunaltı ürünleri”dir, bunlar!.. “iyinsan”mışşş…
Gülümseyip, devam edelim: İnsan, maymun ile Üstinsan
arasında köprü ise;
iyinsan
da, insan ile Üstinsan arasındaki, “açık geçit”tir!
* iyinsan;
dürüsttür…
* iyinsan; “çok
yönlü” ancak, “tek yüzlü”dür…
* iyinsan;
yüzü, gözleri, elleri,.. bir başka ışıldar…
* iyinsan;
ağız dolusu güler… ağlar, aynı dolulukla…
* iyinsan;
dostça, sıkı sıkı sarılır… (öpme/si şart
değil!)
* iyinsan;
aynı anda birçok sever ama, ihanet etmez!
* iyinsan;
düş’ü ile, her türden çıkar’ın dışındadır…
* iyinsan;
Filistinli, Afganlı, Çeçen-Abhaz, Iraklı,
Bosnalı, Kürt,..
Dünyalı çocuğu ilk duyan, ilk görendir ve ilk
ağlayan…
* iyinsan;
“akşam alacası dağılmış pazaryerinde
çürük meyve-sebze
toplayan Anne”nin yanında bulunur, her daim… birlikte
haykırırlar kameralara: “Çekmeyin!.. üniversitede okuyan
çocuğum var beniiim!”
* iyinsan;
“yavrusu açlıktan ölmüş… ağlayamayan
Kadın”ın, hemen
yanıbaşında…
* iyinsan;
tankların ardında bağlı genç-çıplak
ölü’yü, ilk gören…
* iyinsan;
en büyük serveti; halk, özgürlük, eşitlik, cumhurvatan…
* iyinsan;
biri Paris… diğeri Ankara… Paris,
Ankara’yı yoklar…
Ankara meraklanır, Paris’e…
* iyinsan;
biri Espanya… öteki Türkiya… Kafkasya…
Colombia…
Kevin Carter ve kamerasındaki akbabaya yem Sudanlı
Çocuk… yüreklerinde aynı ses, aynı çırpıntı…
* iyinsan;
çocukların, kız-erkek delikanlı
filizlerin gözlerindeki
parıltı’ya bırakır, neslini…
* iyinsan;
hiçbir “kendiliğinden/iradi iyi canlı türü”nü
aşağıla(ya)maz…
matador’un değil, boğa’nın yanında durur… doğayı
sever/korur… “iyi dişi”yi yüceltir, yüksekte tutar:
“Reklam yerine…
Kadın döven adam(!)’a:
Beynini, “dayanılmaz gücünü” ve ellerini…
Daha doğru işlerde kullan!
AÇIYBA”
(DENEME/LER – Arka iç kapak – Replik Yay.)
* iyinsan;
kin duymaz… hesap tutmaz, “insanî ve iyi
hemcins”ine, kardeşine…
* iyinsan; …
…
Pekiii… nedir şu,
2i ?
Anlatacağım Suna:
iyinsan
arasındaki, politik, ırksal, dinsel, mezhepsel,
bölgesel/yöresel,.. akla gelen bütüüün duvarları;
fark/farklılıkları yok etmeden kaldıracak olandır…
Öğreti denilebilirse, öğretidir…
“İyi” dışında hiçbir şeyi, heybesine doldurmayan…
Açık ve net!..
Masonik, rotaryen, spiritüal yahut tarikatsal,.. ve
benzeri; ritüel-gizlilik-esrarengiz durumlar-sis-gölge
yok… kir-çıkar-şüphe-… de yok!
Kendini “iyi” hisseden… “iyi” olmaya aday… “iyi”yi
seçen… “iyi”yi seven… iyi”den yana… “iyi”yi özleyen… her
türden “kötü”ye karşı… “karşı duran”… bir yapı…
Haydi başla!..
Başlat Suna!
“HAYAL”:
[ 2i
bir Dünya Hareketi olsun… Platform’u… yahut adı, her
neyse!..
Evet, söylemiştim… bütüüün başlangıçlar böyledir, Suna…
Bir başlasın bakalım…
Gökkuşağı
kurulsun,
iyinsanoğlu/kızı
eliyle…
2i
eliyle…
Yazılanlar, söylenenler, en çok konuşulan dillere
çevrilsin Suna…
Mesela; ingilizce, fransızca, almanca, italyanca,
espanolca,..
Yahut, her
iyinsan,
kendi diline çevirsin diyelim, daha
pratik, daha kolay!
Dünyanın bütüüün ülkelerinin bilgisayarlarına girsin
önce,
iyinsan
“virüs”ü…
2i
“virüs”ü…
Hep sorun mu yaratacak, virüsler…
Aydınlık getirsin girdiği bilgisayarlara bu “virüs”,
yeni bir hayat…
Puslu odalara ışık olsun, dolsun…
Güneşli bir gün doğsun…
…
Önder hariç,
2i+1
ve katlarından oluşan
2ib:
iyinsan birlikleri, gerekli/uygun
görülen zaman ve sayıda, hayatın her alanında;
PİM
: “Proses İyileştirme Müdahalesi”
etkinleştirsin.
PAVKA
: “Proses Amaca Varma
ve Korumaya Alma” yahut,
PİKKA
: “Proses İnanç Kaybı
ve Ret Aşaması” sonrası çekilsin. Sonucu,
PEK
: “Proses Etkileşim Karşılıklığı”
tayin etsin…
…
Güven, esas olsun…
Bir tek, yalnızca bir tek
2i
şüphesi de, utanç!..
Aldatma yok…
Kandırmaca yok…
Para dolaşımı… aidat… ödenti yok…
Peygamberlik özentisi yok… müridlik de olmasın, Suna!..
Türkiya’dan başlamak üzere, her yıl, istekli bir ülkede,
2ik:
iyinsan
kurultayı
toplansın…
Ana/Tematik Amaç;
iyinsan,
kıskançlıkla korunurken, özgür kararlar
alınsın…
2i
‘yi vurgulayan, sağ-sol yumruk yükseklerde dursun…
Sloganı (cepheden okunuşa göre): Sağ yumrukla
iyi!..
sol yumrukla
insan!..
olsun..
2i+1
ve katlarınca, haykırılsın…
Tribün’e oynanmasın, ancak…
“Savaşın şahinleri varsa, barışın kartalları var!”
pankartı açan, Beşiktaş taraftarı gibi, tribünlerde de
taraftarı olsun… her renk’ten…
Hiçbir kimliğinden soyunmadan, zorla soyundurulmadan!..
iyinsan
doldursun; tribünleri, alanları, meydanları, varoşları,
mahalleleri…
Haykırsın… haykırsın… haykırsın…
]
Duydum, soruyorsun:
“Hiç olmazsa bir paragraf –hatta bir dize- özetleyebilir
mi FELSEFE’sini?”, diye…
Yahut böyle düşündün, biliyorum!..
Nasıl mı anladım?..
Şunu unutma: AŞK, KULAĞIYLA DUYMAZ, SUNA!
İşte yanıtı sorunun:
“Oğlum…
Sabah uyanır… giyinir…
Anne’nin demlediği bir bardak çayı, -bir lokma ekmekle-
yudumlar,
kalkarım…
“Al’asmarladık” derim ona…
Aydınlık yüzü, “hayırlı işler” dileğiyle kapatır
kapıyı, ardımdan…
Aceleci gün ışığı ilk “ayak atışı”m,
şöyle söyler Hayat’a:
BUGÜN KİME, NASIL BİR İYİLİK YAPABİLİRİM?..”
…
…
…
iyinsan…
umudun ışığı olsun…
Üstinsan’ın
yıldırımı…
Yaşayan Nietzsche’nin kulakları… kulakları çınlasın!
Şimdilik, hoşca kal, yine…
Narçiçeği Aşk ve Dostlukla… Ostim,
Kasım 2003, günlerden ayaz…
(Gerçek-hayal… sürecek…
Suna ile -sessiz- konuşmalar… (3)
“Felsefeyi konuşmaya zorlasalardı, mesela
aşağı yukarı şöyle derdi:
‘ Zavallı halk, senin zamanında bir fal bakıcı gibi
memlekette serserice dolaşıyorsam, sanki ben günahkar,
sizler benim yargıçlarımmışsınız gibi saklanmak ve başka
kalıba girmek zorunda isem bu, benim kabahatim mi? Kız
kardeşim
sanata hele bir bakın!
Onun hali de benimki gibi; barbarlar arasına düştük ve
kendimizi nasıl kurtaracağımızı bilemiyoruz.
Evet, doğrudur; hiçbir hak iddiasında bulunamayız. Ama
önlerinde hakka kavuştuğumuz yargıçlar, sizler üzerine
de yargılarda bulunuyorlar ve sizlere şöyle diyecekler:
‘İlkin bir kültürünüz olsun, felsefenin ne istediğini,
neler yapabileceğini, ancak ondan sonra öğrenirsiniz’ “
[F. NİETZSCHE – Yunanlıların trajik çağında felsefe] (*)
Adresi elimde olan tüm İyi İnsan’a mail
atmıştım… (2)’de yer alan “İyi İnsan Teori’m(!)”i
okuyunuz, görüş belirtiniz lütfen, diye…
Kimi övgüler aldım…
Kimi (yakınlarım da dahil!) yol göstermeler… “dinsel
öğütler”…
Benim asıl sorunsalım ise (ki çoğu İyi İnsan için de
böyledir belki, kim bilir?), bütüüün dinlere, inanışlara
rağmen, “kötü”nün muzafferiyeti, hükümranlığıdır
yeryüzünde… millennium’lar boyu!
“(…) Şimdi, bütün âlem süreci, bir cezalandırma fiili,
çokluk da bir günah sonucu olmuyor mu? Saf olanın, saf
olmayana çevrilmesi, haksızlığın sonucu olmuyor mu? Suç,
şeylerin çekirdeğine konulunca, oluş ile kişi ondan
kurtuluyor, ama bunlar gene de suçun sorumluluğunu
yüklenmeye hüküm giymiş olmuyorlar mı?
(…)
O halde, bu âlemde suç, haksızlık, çelişki, acı var mı?
Evet diyor Herakleitos, fakat her şeyi birlikte
göremeyen, ayırarak gören insan için vardır; her şeyi
bir arada sezen tanrı için yoktur; bu sebeple, birbirine
karşıt olan bütün şeyler bir ahenkte birleşmiştir.
Bu ahenk, alalâde insanın gözüne görünmez, ama onu,
tanrıya benzeyen Herakleitos gibi gören, anlar. Onun
ateş saçan bakışı için, çevresine akarak yayılmış olan
âlemde haksızlığın bir damlası bile kalmamıştır.
(…)
Şan ve şeref onun umurunda mı? Alaylı alaylı söylediği
gibi, ‘durmadan akıp giden ölümlü’nün şan ve şerefi onun
nesine? (…)”
…
Felsefesi olmayan, “hiç”tir Suna.
Bana felsefe yapma şimdi!.. “hiç”,
“var”ın kendi’dir bizatihi, diyerek…
Günlük konuşma diliyle kullanıyorum, “hiç”i.
Gerçek öyle değil!.. gerçek bu değil!.. diye, çığlık
çığlığa kalabiliriz. Ne ki, “var”ın da, “hiç”in de
yorum(!)’u, “işe geldiği gibi”, “çıkar’a göre”
yapılabilir, Suna!
Bizler, bu “bakış-yorum”u, elimizin tersiyle itmeli, ve…
“Gönül’den”, “Beyaz Yürek’ten” yapmalıyız bütüüün
yorumlarımızı…
“Anamızın ak sütü” gibi yalın, temiz, gerçek… “iyinsan
yolu”nda… “2i” nin “hayal”iyle… “son nefes”e kadar…
(Belki “son nefes” değildir, “son’dan sonrası” da
vardır, kim bil(ebi)lir ki Suna?!!
Bak, Nietzsche yaşıyor, hâlâ!.. Sosırıkuo (Adige Mit’i);
Abriskil (Abhaz Mit’i); Che; M.Kemal; Dudayev; İnönü’nün
adı pek geçmese de Ethem Bey; Türkiya-Abhazya-Çeçenya
Kardeş Şehitleri; bir de şair yazalım diğerleri adına
istersen, Neruda; …
Bu mütevazi “(sessiz) konuşma”, yükünü taşıyabilir mi
bütüüün adların?.. imkansız!
Öyleyse,
www.nartajans.net
‘den bir “vefat-yorum” alıntısı ile hiç olmazsa bir
tanesini anmış olalım, iyinsan’ların:
Gönderen:
ACIYBA (ada.ltd@superonline.com) Tarih:
25.12.2003 Saat: 11:33
HASANIGUA-ŞIRNEPŞ NEZİHA KOÇ (ÖNDER)...
Teyzemdi...
Annemin 3 yaş büyüğü...
Yitirdim...
"Ana yarısı" mıydı?..
(Bu oranlamada, rivayet muhtelif!..
Yarısı... üçte bir'i.. üçte iki'si.. yaşanmış hatırat'ın
gizemidir!
Her birey'in hafızasında, saklı/gizli!)
Ben O'nun, 80 yaş'ın söndüremediği fer'iyle, "Ana'dan
Sürmeli Gözler"ini özleyeceğim...
Beni dikkatle dinlerken, "Allah Allaaah... Allah
Allaaah" sözcükleriyle dökülen, hayretini...
Yakın çevresine, "canımı sıkmayın!" sertlenişini...
Hasta yatağında, 20 yıldır görmediği dayımı bekleyen,
bakışlarını...
Kabir'e konulurken sonlanan hasretini, unutmayacağım!
Acılıyım...
Yine de yazmalıyım...
Kafkasya/lı beni bekliyor...
"Son ve Sonsuzluğun Hakimi", onu da korusun, kollasın...
Güle güle Koca Adige Kadın...
Hayat'ın ve bizlere verdiklerin, yaşattıkların,
bıraktıkların; güzeldi...
Çok güzel...
Narçiçeği Hüzün ve Saygı ile...
Yeğenin...
E. AÇIYBA
Ostim, 25 Aralık 2003, Kapalı bir Perşembe...
“(…) Aristoteles, buna benzer
çıkarsamalara karşı göstermiştir ki, bir şeyin var
olması, onun özüne hiçbir zaman sıkısıkıya bağlı
değildir.
İşte onun için de özü, varlığın ta kendisi olan “varlık”
kavramından varlığın var olması gerektiği sonucu
çıkarılamaz.
(…)
Fakat “ne ki vardır, o vardır, ne ki var değildir, o
yoktur” karşıtlarındaki mantık hakikatinin muhtevası
aranınca, hemen görülür ki, bu karşıtlığa rağmen
tastamam uygun durumda bir tek gerçek yoktur.
Bir ağaç için, onu bütün başka şeylerle karşılaştırarak
“vardır” diyebildiğim gibi, ağacı kendisiyle, başka bir
zamandaki haliyle, karşılaştırarak, “oluş halindedir”,
ve mesela, henüz ağaç olmamış çalıya bakarak, “henüz
ağaç değildir” anlamında “var değildir” de diyebilirim.
Kelimeler, sadece şeylerin kendi aralarında ve şeylerle
bizim aramızda bulunan bağıntıları (rölasyon’ları) ifade
eden sembollerdir; onlar hiçbir yerde mutlak hakikatle
temasa gelmezler.”
…
Kayık tabak sevmem…
(Başka tabaklara konulanda gözüm yoktur, bilirsin… ama
benim tabağımdaki -ne bileyim?- kuzey-güney, doğu-batı
eksenleri çizmemeli, önünde durmalı gözümün, Nasreddin
sakızı gibi…)
Çay için, şu malum… incebelli…
Rakı ise, kendi bardağıyla…
“Ateş suyu” sonrası, “barış çubuğu”nu, tartışmam bile!
…
Kartal’ı pek severim, bilirsin; Kafkasyalı, Beşiktaşlı
olması da, şart değil…
Ammaaa…
Sürüngen ile, işim olmaz…
Kimisi bill-board’larla karşılar da yurt dışından dönen
çocuklarını, gelin-damat evlatlar’ı…
Diğeri… ah şu tuz-şeker oranlarını su’daki, bilemez…
ishal ve kara toprağa teslim ederse de, bebeler’ini…
Yine de nedendir bilinmez, “kişisel kaygı abartısı”
gülünç gelir, hep bana…
“(…) Dar insan ve hayvan kafası, şeylerin durduğuna,
dayandığına inana dursun, bunların kendilerine has
varlıkları yoktur.
Bunlar, kınlarından çekilmiş kılıçlardan
çıkan parıltı ve şimşeklerdir, karşıt niteliklerin
biribirine karşı savaşında zaferin parıltısıdırlar(...)”
HAYAT, ÇELİŞKİDİR, SUNA!
…
Tercih yapabilir misin, “varlığın ‘sonsuz sayıda çok’
töz dizini” arasında?..
Hava ile toprak…
Su ile ateş…
Hayatını koruma güdüsü ile ölümüne cesaret… (Çeçenler
mesela!)
Onurlu olmak ile cömert bir “beyaz yürek”…
Mesela, Sen ile -belki “İlk Töz”ün yüce armağanı, belki
de Sen’in töz’ündendir kim bilir?- şu SEZEN:
“Dolayısiyle bilemiyorum…
Arka sokaklarda neler oluyor…”
Yahut…
“Sarışın ve Güzel Kız” için:
Siyah tayyör…
“Narçiçeği bluz, kot pantolon gece mavi”…
Dizüstü trençkot, hüzün-sarı… < vizon mu demeliydim?>…
(AŞK, RENKLERE HAPSOLMAZ, SUNA!)
Hangisi, hangisidir mükemmel/kusursuz olan?..
“(…) O bir defa başka, ikinci bir defa gene başka
görünüyorsa, bu bir yanılma değil, salt görünüş değil,
tersine, ölümsüz hareketin bir sonucudur.
Gerçekten var olan, bir kere şöyle, bir kere böyle, bir
yaklaşarak, bir uzaklaşarak, bir yukarı, bir aşağı, bir
içiçe, bir tersine hareket etmektedir.”
(…)
Şu var ki değişmenin gerçekliği inkar edilemez.
Onu pencereden dışarı atın, kapının anahtar deliğinden
geri gelir(...)”
…
“Dünyanın başına yıkıldığını” anlattığın insanın da…
“dünya/sı başına yıkılmış” olabilir Suna, unutma,
şaşırma!
Oysa: “Çare tükenir ise, çaresizlik kahramanlaşır!”
Ben üretmedim, bir “replik”ti bu…
Yenileri… yenileri… yenileri kurulur, dünyaların:
“(…)
Kosmos’un olağan üstülüğünü, gök cisimleri
yörüngelerinin hayrete değer kuruluşunu, salt mekanik
bir harekete, adeta hareket halinde bulunan bir
matematik şekline indirgememek, yani bunları, bir makine
tanrının (ilkin tiyatroda, bir makina yardımıyle sahneye
indirilen tanrı;…) amaçlarına ve işe karışan ellerine
dayandırmamak, fakat bir kere başlayınca gidişinde
zorunlu ve belirli olan ve keskin zekanın en bilgece
hesabına, en ince düşünülmüş gayeciliğe yakışır etkiler
elde ettiği halde hesap da gayecilik de olmayan bir
türlü salınım (raks, ‘oscillation’) hareketi ile
temellendirmek, herhalde yüksek bir düşüncedir.
Kant, şöyle der:
'Keyfi uydurmaların yardımı olmadan, kabul edilmiş
hareket kanunlarının vesilesiyle iyice düzenlenmiş bir
bütünün meydana geldiğini görmek zevkini tadıyorum.
Bu bütün bizim dünya sistemimize o kadar benziyor ki,
onu bizimkinin aynı saymaktan kendimi alamıyorum.
Bana öyle geliyor ki, burada belirli bir anlamda,
ölçüsüzlüğe kaçmadan, şöyle söylenebilir:
Bana madde verin, onunla size bir dünya kurabileyim!’
(…)”
“Hareketin başlaması nasıl Nous’un
(Zihin-y.n.) keyfine bağlı bir fiil ise, bu başlangıcın
tarzı, yani ilk hareketin yarım-çapı, bunun, noktadan ne
kadar büyük bir daire çizdiği de, Nous’un keyfine
bağlıdır.
(…)
Buraya varılınca, bu kadar çok noktacıklar arasından
herhangi bir madde noktacığını belirli bir anda seçip
döne döne raks ettirmek için, Nous’un düşüncesine
‘birdenbire ne esti, ve bu esinti neden daha önce
gelmedi’ diye sorulabilir.
Anaksagoras, buna şöyle cevap verirdi:
Nous’ta keyfilik, imtiyazdır; bir kere keyfi olarak
başlayabilir, sonra, her şey dıştan belirlenmiş iken, o,
sadece kendine bağlıdır, onun ödevi yoktur, dolayısıyla
(yine Sezen düşüyor, aklıma!.. y.n.)
da erişmek zorunda bulunduğu gayesi yoktur; Nous, bu
hareketle başladı ve kendine bir gaye edindi ise, bu
sadece –(verilecek cevap zordur, Herakleitos olsaydı
cümleyi şöyle tamamlardı)- oyundur.
(…)”
“İlk töz”ün, yeniden-yeniden-yeniden
yavruları, çocuklar Suna… oyun’u bunun için mi çok
seviyorlar acaba… ne dersin?
Sahi, aklımdayken, ya sen:
Karaköy böreği mi severdin… (peynirli-kıymalı)…
Yoksa, tavuk döner mi?…
…
…
…
Ol(a)masam da yamacında… yüreğin Elbruz yüceliğiyle…
Yerime/adıma seni, Abriskil korusun…
Narçiçeği’nin en güzeli… yahut bir KIRMIZI GÜL
TOMURCUĞU… kurutulmuş… itinalı ellerde ve/yahut dahi:
“Yürüyüşün bana doğru… bütüüün bir hayat!..” dizesi,
Açıyba’nın…
Seninle olsun…
Bakarsın, Ana Dil’de de konuşuruz bir gün, (sessiiiz)…
Narçiçeği Aşk ve Dostlukla…
Ostim, Aralık 2003, günlerden Karbeyaz… AŞK ÜŞÜTMEZ,
SUNA!..
(Gerçek-“Hayal” sürüyor ancak… yurt dışına çıkarsam,
sürer/sürebilir mi… bilmem!.. biz yine de vedalaş…
mayalım!.. YÜREĞİM YET… MEZ!..
(*) Bütüüün sağ’ına yatmış alıntı-yazı, aynı kitaptan.
Suna ile -sessiz- konuşmalar… (4)
Pencere
Sevgili’ye.
9 Şubat 2001 01:30
Yitik bir aşk
sindi Karaltı’na dün gece
elişi tül perde sarardı
zaman
kolunda yürüyememek eklendi hüz’ne
ve aç bir çocuğun gözleriyle
gülmek
Işığın battı
örtündü yüreğimi Ay.
(HÜZÜN
DEN
DİR
Replik Yay.
2001 s. 29)
Sevdiceğim!.. (bu deyim halk türkülerinde geçer,
bilirsin)…
Fazla teorik olmak istemiyorum, bugün…
Duygular… Duygular… Duygular… Bizim
işimiz de bu değil mi?
Elbruz’da… Nart Ajans’da… Marje’de…
Circassian Canada’da okuyor musun beni?.. Bil(e)miyorum…
[Ah Deli(!) Abhaz… Ah uslanmaz ve sefil
aşık… Yine unuttun bir Tanrıça’ya tutulduğunu… O’nun
sıradan bir insan olmadığını… hatta belki,
varolmadığını, hiç’liğini hani,.. yine!]
Olsun…
“Bir hayal bir gerçek”ti ya, Aşk!!?
Ne çıkar?..
Kime zararı var ki, beni dinliyormuşsun
gibi, “-sessiz- konuşmalar”ımın?
Hem…
Bir, “kurutulmuş kırmızısında Gül”ün…
Bir, Narçiçeği’nde…
Bir, “aldırmaz yürüyüş”de…
Bir, “savrulmasında vizon saçların”…
Bir “seni seviyorum!”undaki tılsım,
insanoğlu/kızı’nın… başka ne’de… nerede var?
Hem, aşık, posta kutularıyla dahi
konuşur…
Aksini söyleyebilir misin?..
“Hayali Aşk”a dair neden yaz(a)masın,
konuş(a)masın, yaşanmış gibi?
Hani: .. ..
“Zarf’a değil, mazruf’a bakmalı!”
Suna… Suna… Suna… … …
Matematik okumuştum, sonsuz var ya şu
sonsuz: Tanımsız!..
Sonsuz’a yaklaşabilirsiniz de, ele
geçiremezsiniz…
Yani, istesem de sonsuz sayıda
söyleyemem, ancak sonsuz’a yaklaşan sayıda anabilirim,
adını!
Şu makro/mikro dengesine bakar mısın,
matematiğin!..
“Sayılar 1’i sever”miş, Ali Nesin’e göre…
(Aziz Nesin’in oğlu canım, ünlü matematikçi…)
Bir dergi de çıkarıyor ama henüz abone
olamadım.
Ben de 1’i seviyorum ama matematiksel
zorunluluktan değil, Sen’den ötürü!
1 sever, pir seversin, tartışmam bile!..
hatta, tartışanı bile sevmem!
İşte… böyle bir girizgah doğdu,
“konuşmalar (4)”e, ne yapayım?..,
Üstelik, konuşan ben değilim ki,
yüreğim!..
Vallahi, uzuuun/kısa bir hayat boyu; o
nereye, ben oraya!
Aslını sorarsan, şu Aşk’ın
tanımlamalarına da pek takılıyorum, Suna…
“Aşk bir göldür, içinde aptal ördekler
yüzer!”…
“Aşk bir dere, hızlı akar, aman diyeyim
içine düşme!”… (Bunu ben uydurdum, bittabi!)…
“Aşk bir yıldırım, paratöneri icad
edilmeyen!”
“Aşk tanımlanamaz, tarif edilemez;
yaşanır!” (Hadi bu, bir derece!)
…
Hele birisi var ki:
“Karşılıksız Aşk’a Düşmek… Tek Taraflı
Aşk”…
Ba… ba… ba…
İşte bunu anla(ya)mıyorum, anla(ya)madım
ne yaptımsa, ben!
Aşk’ın “karşılıklı”sı, “karşılıksız”ı
olur mu Suna?..
O tarafı, bu tarafı olur mu?…
Aşk, bizatihi Aşk’tır!
Yani…hadi bir tanım daha benden:
“Aşk, insanoğlu/kızı’nın,
dünya/evrenler’i içine sindirebilme/sığdırabilme
gücüdür!”
Bir tanım daha:
“Aşk, çocukların aceleci günışığı
gözleridir!”
Ve bir daha:
“Aşk, evrenler’i, Elbruz’un Doruğu’ndan
seyreylemektir!”
Ve dahi bir daha:
“Aşk, bir yüreğin üzerine -sessizce-
düşen dağ çiyi’dir, sabahın seherinde!”
Aynı anda diğer yüreğe de düşecek diye,
bir olmazsa olmaz’ı, bir gerek/yeter şart’ı mı var?
Diğer yüreğe düşmedi diyelim, çiy bu ya…
Şimdi Aşk olmayacak mı yani, öbür
yürekteki o eşsiz duygu..?
Hani bir zamanların “çorap reklamı”
misali:
“Atın… atın çoraplarınızı… ‘karşılığı
olmayan aşk’larınızı da!”…
Saçma!..
Hatta, yine matematiğe dönersek… (saçma
çarpı sapan) üzeri “n” üslü bir durum bu, yav!
Diyelim ki…
Birisini seviyorsun da, o seni sevmiyor!
Yahut, bilmiyorsun canım -Allah Allah-
onun da seni sevip/sevmediğini…
Yaşadığın duygu’nun, Aşk olmasını kim/ne
engelleyebilir?..
Kim mümkün kılabilir “tek taraf…” yahut
“karşılıksız…” sayılmasını?.. çek yaprağı mı bu, arkası
vurdurulabilir mi, “karşılıksızdır!” diye?
Demem şu:
Daima, 1’den fazla taraf vardır,
Aşk’ta… “tek taraf”ı… “tek taraflı”sı olmaz!..
Üstelik, karşıki var ki, Aşk da var!
O zaman, “karşılıksız aşk” da ne demek
oluyor, allasen?
Aşk olsun yav!..
Vallahi Aşk olsun!
…
Ve final’e yaklaşırken, son’dan bir
önceki kelam da, şöyle olsun:
Kafkasya/lı’ya aşığım ben…
Kafkasya/lı da bana aşık olduğu için
midir, peki bu Aşk?
…
Yine,
HÜZÜN
DEN
DİR…
Yine, çocukluğum düşüyor, şu her daim
çocuk, us’uma:
“ (…)
Kenarında kaldırımın
yağmur’un ayna serinliği
yüzümü bulandıran çıplak tabanlarım
ve kapsülü bitik tabancam.
Doğrultup akasya ağacına
degav!.. degav!..
diyorum.
Ağlamak
‘aklımda!’ değil.
…
Anlıyorum…
Şiir başlamak (nedir)… bilmiyor.”
…
Başlamak (nedir) bilen şiirler ve
Narçiçeği’nin en güzeli, seninle olsun…
Gül’ün Kırmızısı da…
Ben ise billah bakarım/bakacağım!..
başımın çaresine!
>… sürebilir…>
Batıkent,
Mart 2004, günlerden “Kararsız Bahar”…
Suna ile -sessiz- konuşmalar… (5)
gökçekengürü
24 kasım 2001
karnıdoyurulducamşişelerin
t e n i m s u’ y a a ç
batarya ıslığına sağır
duş alıyorum
düşümde!
ayna buğusuz…
sevgili derseniz…
yok
gibi
(E. Açıyba / kırık nostalji – ser(m)est
şiirler… s. 102)
Türkiya’nın büyük bölümü gibi, Ankara da “ak”a büründü
yine, Suna…
Okudun
mu, bil(e)miyorum, “Merhaba Eskişehir…”le yorumladık
bunu, Marje’de… şair duygusallığı ve coşkusu da
yamacımızdaydı, (h)elbet!.. vazgeçemem!...
Alkışlayan çok oldu ise de, yeren de
oldu… kızan…
“Halk iradesi”ne müdahil olduğumuz gibi
bir sonuç çıkar(t)ıldı, nedense?..
Oysa, dün’ün labirentlerinde, bugün, pek
övü(nü)lecek yanı kalmamış “halk iradesi”nden örnekler
de vardı, tarihleriyle, yazımızda…
Hatta, Elbruz’da –bu köşede- yayımlanan
kendi “iyinsan – 2i teorimiz(!)”e dahi, ters düştüğümüz
iddia edildi…
Bir “siyaset anlayışı”nı ve
ülkesel/kişisel çıkarları bu anlayışın tamamen dışında
kalan yığınların, bu “siyaset anlayışı”na mey’lini ele
almak yahut eleştirmek; nasıl böyle anlaşılabilir?..
ki “iyinsan-2i” için değil miydi, bütüüün yazılan?..
Olsun…
Herkes konuşacak… “ağzı olan
konuş…”malı!.. böyle bir dünya, özlemim!..
Üstelik buna müthiş ihtiyaç var, diye
düşünüyorum…
Bahsi buradan açınca, yine, 2 Nisan 2004
tarihli “Milliyet PopülerKültür” (orijinali
bitişik yazılmış, şiirlerimdeki “kardeşkelam” gibi…)
düştü us’uma…
Prof. Ünsal Oskay ile “Reklamlar
‘sol’dan ciddi” başlıklı söyleşi ve son bölüm
(Melis Çelebi yapmış söyleşiyi ve çok da
iyi etmiş, bence):
“(…)
Bu tablonun en kritik sonucu ne olabilir?
Kendini bilgili ve akıllı sanan kimi
yazarlar, çok yanlış bir şekilde bu gidişatın
sorumlusunun enteller olduğunu söylüyor. Entelektüel,
onun bunun kafasını karıştırmak için konuşmaz. O, uzun
vadeli, doğruyu yanlışı değerlendirip toplumun,
insanlığın çıkarı için en kazasız belasız yöntemin ne
olduğunu düşünür. Allah bir de böyle bir insan cinsi
yaratmış. Korkarım, gerçekten entelektüel olan adamların
köküne kibrit suyu ekilecek. O zaman Türkiye çok rahat
edecek. Mankenler siyasete filan girecek.
Benim bu köşe yazarlarının çoğundan daha
çok saygı duyduğum biri var: Asuman Krause.
Onu eleştirdiler. Cumhurbaşkanının adını
sordular bilemedi. Başbakanın adını sordular, bilemedi.
Ama sonunda köşe yazarlarımızdan çok daha dürüst bir laf
etti.: ‘Evet boşum ama hoşum.’ Bazı köşe yazarlarımız
boş ama hoş da değil. Bir ülkenin geleceğini kurtaracak
şey, toplumun akla inanır insanlardan oluşması.”
Sanırım, Prof. Ünsal Oskay, şu
şiirlerimde de adı geçen, “Kadife Jaket-Süet Pati Köşe
Yazarı”ndan söz ediyor… hani Irak işgalinde, ABD
(Allah’ın Belası Devlet)’e akıl hocalığı da yapan… şimdi
ne üretiyorlardır(!) ki(ne), direniş artarak sürerken,
Suna?..
Ey oturduğum mahallelerin bakkalları…
nerelerdesiniz?
“Sup(p)er”lerden birisinde idim, geçen
Çarşamba. 18-20 yaşlarında bir delikanlı; siyah takım,
siyah gömlek, siyah ayakkabı… (Tek başına billah,
“Kurtlar Vadisi”!)…
Önümde…
Satın alacağı parfüm elinde; kim bilir
sevdiceğine hoş koksun diyedir… karşılıklı(!) yahut
karşılıksız(!)’dır bu aşk… ne bileyim?
Eldeki parfümü ödeyip yürüdü, çıkışa
doğru ve derakap çevrildi, sup(p)er görevlilerce…
Şişkin sol cebinden bir paket –dikkat
etmedim- şeker yahut cips türü bir şey çıktı…
Sağ cebi de şişkinceydi ya, oraya
bakmadılar…
Şunu söyledi:
-
Ben yalnızca bunu aldım, abi…
Bıraktılar çocuğu, hiçbir şey söylemeden…
Hoşuma gitmedi değil, afferin
sup(p)ercilere!
Alışkınız Suna, bilirsin…
Baklava çalan…
Çöpten ekmek toplayan çocuk… yalnızca
Şırnaklı değiiil…
İşte daha dün, sokak çöpünden ekmek
alıp yiyeceğim derken, tankerin altında kaldı, İzmir
gibi “metropolden içerü kent”te, ilkokul öğrencisi bir
kız çocuğu…
Vekil(!)’ler ise… bedelli askerlik
peşinde…
Kiminin canı… kiminin parası… ne var?
…
Çocuk yan, aklı korur…
Genç yan ise, bütüüün hayatiyet’i,
Suna!..
…
Kafkasya/Abhazya… 1994… dönmemeliydim
(mi?)...
Yahut döner dönmez… tekrar...>
Sohumi… Gagra… deniz… ve Muk Kıt… köy
peyniri, bir lokma… basta-şıps…
Ve savaştan yeni çıkmış ve yoksul
köylülerin… soframıza sunduğu Utandıran Dünya!..
Ve dahi… mavi boncuklu bileklik… Gagra
Sahili ıssızlığıyla Ana Kucağı bıraktığım kuzen’e…
…
Aah sevdiceğim… şiir de olmasa… ne
yapardım ben?..
“bir akşam kalabalığı içimde;
eskişehir… camgöbeği boyasıyla köşebaşı
ev
yorgunluğunu parkediyor motosikleti,
şükrü dede’nin
kapanınca sinemaskop pencereler
kim söylese inanın, çocuklar
uyur gibi yapar
cami karşısı evler, bilirim
ezan’ı kül kadar yanık okur da
bir o kadar aşık olamaz, müezzin”
…
Bakışlar yere düşmesin, Suna…
Göz göze…
Can
can’a… canan’a…
Mutluluk çatkapı… teklifsiz…
Cümlemize…
Batıkent… Nisan 2004…
günlerden “vuslat”…
Suna ile -sessiz- konuşmalar… (6)
Kül…
…
…
Bugün açan Narçiçeği’nin en güzeli… Suna
ve iyinsan(2i)’nin…
Batıkent…
17+1 Eylül 2004… Cumartesi… |