|
|
................... |
|
................... |
ANILAR
Nazım Hikmet Anısına |
CircassianCenter
|
|
|
................... |
|
................... |
Nazım Türkçe konuşuyordu.
Çevirmen Tatar'dı. Çevirmen bir sözü doğru çevirmedi. Nazım
onu durdurdu, mikrofonun karşısına geçerek Rusça konuştu:
Perevodçik nepravilno perevel. Ya skazal moy ugnetyonnıy
Turetskiy narod, a on ne perevel slovo ugnetyonnıy. A narodı
yest raznıye: ugnetyonnıye, ekspluatiruyemıye.
Ani bir suskunluktan sonra ekledi
Eh, ya zabıl Russkiy yazık, çert poberi!
Nazım Hikmet’in 1951 yazında Moskova’ya ayak basışı sırasında
havaalanında yaşananları, en yakın dostlarından yönetmen Ejder
İbrahimov anlatıyor:
Bu yazı, Mahmut Ayaz'a ait “Nazım Hikmet'in Rusya'daki Yaşamından
Önemli Bir Kesit” isimli eserden alındı. Yazıda, Azeri yönetmen
Ejder İbrahimov, Azerbaycanlı yazar ve gazeteci Ehed Muhtar’a,
1989 yılında anılarını anlatıyor. Bu röportaj, Azerbaycan Yazarlar
Birliği ve Azerbaycan Lenin Komünist Gençler Birliği Merkez
Komitesi'nin aylık olarak çıkardığı Edebi, Toplumsal ve Siyasal
Dergi olan Ulduz'un (Yıldız) 1989 yılının 4.sayısında (Nisan), çok
uzun olduğu için özetlenerek yayımlanmıştır.
1951'de Moskova'ya geldi. Uçak Romanya'dan kalkmıştı. Ekber
Babayev'den öğrendim. Havaalanına gittim. Baktım ki, Simonov,
Tikonov,
Sofronov, Memmed Rahim de oradalar. Ben bu buluşmayı baştan sona
filme çekme düşüncesindeydim.
Uçak geldi. İki kişi yukarı çıktı. Az sonra uçaktan bir kişi
çıktı: Uzun boylu, kızıl saçlı, mavi gözlü, kalıplı bir kişiydi.
Yazarlar birbirlerine Nazım bu mudur, diye sordular.
Simonov; yok canım, o değil, dedi. Uzun boylu, kızıl saçlı, mavi
gözlü, kalıplı adam Nazım Hikmet'ti! Topluluğa el salladı, sonra
gözlerini kapatıp, Moskova havasından derin bir nefes aldı ve
gülümseyerek merdivenden inmeye başladı.
Yazarlara yaklaştı, tokalaşıp görüştü ve ilk sözü şu oldu: Niye
böyle yaşlanmışsınız? Sonra ekledi Hayır, hayır, hala gençsiniz,
aynı cephede vuruşacağız.
Nazım yazarlarla görüştüğünde Simonov'un, Tikonov ve Sofronov'un
adını
söyledi. Galiba uçağa çıkan iki yoldaş onları tanıtmıştı. Gül
demetlerinin haddi hesabı yoktu. Bir kadın da sokulup
(gecikmişti),
Nazım'a gül takdim etti. Ben Zoya'nın annesiyim dedi, Hapishanede
yazdığınız 'Zoya' şiirinin kahramanı benim kızımdır!
Etkileyici bir sahneydi... Sonra küçük bir miting oldu. Nazım
Türkçe konuşuyordu. Çevirmen Tatar'dı. Çevirmen bir sözü doğru
çevirmedi. Nazım onu durdurdu, mikrofonun karşısına geçerek Rusça
konuştu
- Perevodçik nepravilno perevel. Ya skazal moy ugnetyonnıy
Turetskiy
narod, a on ne perevel slovo ugnetyonnıy. A narodı yest raznıye:
ugnetyonnıye, ekspluatiruyemıye. Ani bir suskunluktan sonra ekledi
Eh, ya zabıl Russkiy yazık, çert poberi!
(Çevirmen doğru çevirmedi. Ben dedim ki benim eziyet çekmiş Türk
halkım ama o eziyet çekmiş sözünü çevirmedi. Ama halklar
çeşitlidir: ezenler ve ezilenler.Ani bir suskunluktan sonra
ekledi: Ah, Rusça'yı unutmuşum,
lanet olsun!)
Herkes şaşırıp kalmıştı. Nazım gerçekten de iyi Rusça
konuşuyordu... Ben bu görüşmeyi baştan sona filme çektim...
Elbette Nazım Hikmet'le ilgili anılar çoktur. Bu nedenle de
anılarımın
en ilginç bölümlerini anımsamaya çalışacağım.
Nazım son derece yumuşak, sevimli, sade olsa da yeri geldiğinde
gerçeği insanın yüzüne söylüyor, ilkelerinden sapmıyordu. Şairin
yazlığı Peredelkino`daydı. Sık sık yanına gidiyordum. Aynı
Mahalleli İki Delikanlı adlı filminin senaryosunu yazıyordu, ben
de elimden gelen yardımı esirgemiyordum. Bir keresinde yine
yanındaydım. Paris`e telefon etti. Sonra Dışişleri Bakanı`yla
konuştu:
- Niye bana vize vermiyorsunuz? Ben Paris’e gitmek istiyorum...
Nazım konuşmasına ara verdi. Telefonda ne dedilerse çok
sinirlendi, kendinden geçti:
- Ben on yedi yıl hapiste yattım, komünizm ülküsü uğrunda! Siz on
yedi yıl değil, on yedi gün o hapiste yatsanız, sadece
inançlarınızdan değil, hatta onurunuzdan, namusunuzdan dönersiniz!
Ben kulaklarıma inanmadım. Nazım Hikmet'in Bakanla konuştuğuna
inanamıyordum...
O zaman Nazım`a Münevver'in Mehmet'le Paris`e yola çıktığını haber
vermişlerdi,Türkiye'den. O da Paris`e gidip, eşini ve çocuğunu
görmek istiyordu.
Nazım telefonla konuşunca çok sinirlendi. Sonra Varşova`ya telefon
etti,
pasaport istedi. Zaten Sovyet pasaportuyla hiçbir yere
gidilemiyor.
diye ahizeyi yere koydu ve pasaportunu masanın üstüne attı. Bana
döndü
yaz dedi, yaz ve Aynı Mahalleli İki Delikanlı filminin senaryosuna
ayaküstü bir ek yaptı. Bu bölüm telefon sohbetiyle doğrudan
ilgiliydi.
Genel anlamı şuydu ki, merdi kova kova namert yapamazlar!
Nazım Hikmet`in ölümüyle ilgili sahneler ise belleğime ölünceye
kadar
kazınmıştır.
Bir Yunan filmine bakıyorduk. Filmden sonra anlaşıldı ki, Nazım da
buradadır. Film hakkında görüşlerini belirtti.
Fikir alışverişi bitti, kolumdan tutup Ejder, aklıma bir şey
geldi, yarın görüşelim, ben söyleyeyim, sen de senaryoyu yaz ve
filme çek. Aşağıya inince, yine kolumdan tuttu Biliyor musun,
yarın gelme, işim var. Öbür gün, saat on birde görüşelim, iyi mi?
Anlaştık.
Nazımgile gitmeye hazırlanıyordum. Telefon çaldı. Ahizeyi
kaldırdım. Bir tanıdığımdı.
Aniden Ejder, senin en yakın dostun ölmüş, demez mi? Adam sanki
beni
de öldürmek amacıyla kötü haberi böyle aniden söylemişti. Başım
dönmeye başladı. Bir süre sonra konuşabildim:
- Kim ölmüş?
- Nazım ölmüş.
- Sen ne konuşuyorsun be adam, ben ki, şimdi onun yanına
gidiyordum...
- İnanmıyorsan radyoyu aç... Cenaze Yazarlar Birliği'nden
kaldırılacak...
Radyoyu açtım, baktım doğru söylüyor...
Yazarlar Birliği'nde tabutun başında sırayla saygı duruşu yapılıp,
sıra bana geldiğinde kendi kendime fısıldıyordum: Beni buraya mı
çağırmıştın
gardaş?
İki kadın da siyah elbiselerle kenarda oturmuştu.
Biri Galya`ydı (önceki karısı), ötekiyse Vera (sonraki karısı).
Birbirlerinden ayrı oturmuşlardı. Ben o kadınlara baktığımda
Nazım`ın
Moskova hayatı gözlerimin önünden geçiyordu.
Salon insanlarla doluydu. Az sonra kapıdan içeriye üç insan girdi:
Münevver, Mehmet, bir de bir ak saçlı Türk. Ben Nazım`ın karısı ve
çocuğunu fotoğraflarından tanıyordum. Şairin şehirdeki Peredelkino`daki
evlerinde duvarda her zaman üç insanın fotoğrafı asılıydı:
Anasının, karısının ve oğlunun fotoğrafı...
Münevver, Mehmet (küçücük bir çocuktu) ve ak saçlı Türk
yaklaştılar ve cenazenin yanında durdular. Münevver oğluna bir
demet karanfil verip tabutu gösterdi: Bu senin babandır dedi, bu
karanfilleri onun başucuna koy.
Münevver oğluna döndü: Mehmet, ağlama, erkek ol. Sen bana
ağlamayacağım diye söz vermiştin... Çocuk ağlaya ağlaya anasının
yanına döndü ve ona sokuldu. O zaman Resul Rıza Münevver Hanıma:
Oğulu babasının cenazesi üzerinde ağlamasına niye izin
vermiyorsunuz, dedi.
Sonra Mehmet`e döndü: Oğul, ağla, doyuncaya kadar ağla. Büyüyünce
babanın dahi bir insan, güzel bir insan, mert bir insan olduğunu
anlarsın...
Münevver hiçbir şey demedi. Resul`a bakıp sustu. Mehmet doyuncaya
kadar ağladı...
Novodeviçye mezarlığında matem mitingi yapıldı. Çok insan konuştu.
Nazım`ın şiirlerinden ezbere okudular. Konuşanlardan biri de Resul
Rıza`ydı. Nazım Hikmet`in ölüm haberini aniden işittiğim için çok
şeyden habersizdim, ayrıntıyı Resul`un konuşmasından öğrendim.
Nazım sabah erkenden kalkıp gazeteleri alıyor, dönüp eve
girdiğinde yüreğine sancı giriyor. Sabahın alacakaranlığında
çabucak elini uzatıp lambayı yakıyor ve... ölüyor. Resul Rıza
matem mitingindeki konuşmasını şu sözlerle bitirdi:
Nazım Hikmet kendinden sonra ışık bırakıp gitti... |
|
|
|
|
|
|
|