|
|
................... |
|
................... |
AGOP'UN LEBLEBİSİ
|
Tolga Kaya
|
|
|
................... |
|
................... |
At arabasının üzerinde, tozlu
yollarda ticaret yapmak, para kazanmak için çalışıp durmaktan
artık yorulmuştu. Köye yavaş yavaş yaklaşırken akıp giden
günleri düşündü. Yaşadıklarını
yaşanmışlıkları ve kaybolup gidenleri. Gitmekten değil
kalmaktan yana kullanmışlardı seçimlerini. O ve kalanlar
hala yaşıyorlardı doğdukları bu topraklarda ve yaşanan
geçmişe bir sünger çekmeye karar vermişlerdi. İnsan
nefretle yaşayamaz ve hayat geçmişi unutup geleceğe
umutla bakmayı emreder insana. Kim haklıydı kim haksızdı
bunun muhasebesi kaybolanları geri getirmez ki. Sıradan
insanlar politikaların ve politikacıların güç ve iktidar
savaşının arasında ezilmekten başka ne yapabilirler ki?
Atın sol arka ayağı biraz aksıyor gibi geldi, hafifçe
başını eğip baktı Pınarbaşı'na dönünce bir baktırmalı,
diye düşündü. Bu gün fazla uzağa gitmeyeyim Uzunyayla'ya
yarın çıkarım, diye geçirdi içinden. Köye sessizce ve
acele etmeden girdi. Köye girdiğini fark etmeleri için
beklemeye başladı. Cebinden tütününü çıkardı ve
Uzunyayla'da ve bütün Anadolu´da aheste aheste akan
zamana ayak uydurarak tütününü sardı. Yukarda parlayan
güneşe gözünü kısarak baktı ve sonra da köye. Bu
insanları seviyordu ve onların da onu sevdiklerini
biliyordu.
Evden, çocukların bağrışmalarını duydu, hızla pencereye
doğru koştu ve burnunu cama dayadı. Onu gören arkadaşı
pencereye doğru bağırdı.
- Özdemir koş Agop gelmiş leblebi dağıtıyor.
Hızla, çıktığı divandan atladı ve dışarı kapıda duran
ayakkabılarını giyerek arkadaşlarının peşinden gitti.
Gerçekten haklılardı Agop gelmişti. Daha bir hızlı
koşmaya başladı, leblebiler bitmeden yetişmeliydi. Agop´un
çevresini saran halkaya katıldı
Agop kadınlarla pazarlık ederken bir yandan da köyün
çocuklarına leblebi dağıtıyordu. Bu köydeki herkesi
tanıyordu. Yıllarca önce bu toprakları terk etmek
zorunda kalan insanlarının yerine yıllar önce
topraklarını terk etmek zorunda kalan bu insanlar
gelmişti ve Agop'un yeni insanları artık onlardı.
Köydeki bütün çocukların doğumlarını, büyüme ve
gelişimlerini takip etmişti. Yıllarca önce kendisine bir
şeyler almak için gelen annelerinin kucaklarında olan
çocuklara şimdi leblebi veriyordu. Bu insanlar
müşterileri olmanın çok ötesinde artık onun ailesi ve
halkı olmuşlardı. Belki de onların şahsında başka bir
ülkeye göç etmek zorunda kalan kendi insanlarını görüyor
ve gittikleri yerde başka bir Agop'un onlara iyilik dolu
ve sevecen davranmasını diliyor ve bu duasının kabul
olması için dağıttığı leblebileri ile bir şekilde bu
duaya amin demeye çalışıyordu. Elini cebine son kez
daldırdı ve son bir avuç leblebiyi vermek için
çevresindeki çocuklara şöyle bir baktı. Halkanın en
uzağında bulunan, koşmaktan soluk soluğa kalan çocuğu
tanıdı, yanına çağırdı ve avuçlarına leblebilerini
verirken gözlerine sevgi ile baktı. Halkını kaybetmiş
yaşlı bir Ermeni çerçiden annesini kaybetmiş küçük bir
Abaza çocuğa, acıları azaltamayan ufak bir armağan.
Kapının önünde durup gözleriyle çocuğu izleyen kadın
içeri girdi ocağa doğru yöneldi ekmeklerin pişip
pişmediklerini kontrol etti. Doğduğu köyden gelin
geldiği bu evde birde bulduğu bu öksüz çocuğa annelik
ediyordu. Ona her zaman sevgiyle davrandı ve yıllar
sonra büyüttüğü bu çocuk da kendisinden hep sevgiyle
bahsetti. İlk gençlik yıllarında, gençliğinde verdiği
heyecanla Pınarbaşı'nda Avşar Türkmenleri ile sonu
gelmez kavgalar ettiğinde, eve döndüğü zaman, onu hep
kendisi de Avşar Türkmeni olan bu kadın bekledi. Onun
için endişelendi, kaygılandı ve kavgada aldığı yaraları
sardı. Onu kendi çocuklarından ayırt etmediği gibi kendi
halkından da ayırt etmedi.
Çocuk kapıyı açtı ve içeri girdi. Sofra hazırlamakla
uğraşan kadına doğru yaklaştı ve avucunu açıp avucunun
içinde ki leblebiyi ona uzattı. Halkından uzakta kalmış
yaşlı bir Ermeni çerçi, annesini kaybetmiş küçük bir
Abaza çocuk ve kendisine yabancı bir köyde hem gelinlik
hem de analık yapan Avşar Türkmeni bir kadın. Her şeyden
önce insan olmanın ortak paydasında, bir çocuğun
avucunda üç kırık leblebi gibi duran üç kırılmış yaşam.
Yalova Çınarcık´ta bir mağazada gazete okuyan genç,
içeriye giren iki kadınla birlikte gözlerini okuduğu
gazeteden kaldırdı. Gelenlerden birini tanımıştı ama
yanındaki yaşlı kadını tanıyamadı.
Ayağa kalkarak gelenleri selamladı ve oturmaları için
yer gösterdi. Bir şeyler içip içmeyeceklerini sordu ve
yanda ki megafondan üç çay söyledi.
Genç kadın yaşlı kadına dönerek ”Özdemir'de bizim oradan
Pınarbaşı Uzunyayla'dan. Daha doğrusu pek Uzunyayla
sayılmaz onların köyü Pınarbaşına yakın köylerden” dedi.
Yaşlıca olanı gencin yüzüne sevgiyle baktı ve
gülümseyerek Çerkesce bir şeyler söyledi. Genç biraz
utangaç bir şekilde gülümsedi ve Çerkesce bilmediğini
söyledi biraz anlıyordu ama çok değil. Yaşlıca kadın
yıllardan beri Çerkesce konuşmamıştı. Genç olanı yanında
ki bayanı tanıttı.
- Özdemir bu hanım efendi hani Uzunyayla'da bir Agop
vardı ya arabasıyla çerçicilik yapar çocuklara leblebi
dağıtırdı işte onun kızı burada Çınarcık'ta yaşıyor.
Zaman savrulma zamanı, artık insanlar daha farklı ve
daha uzak yerlere savruluyorlar. Çerçi Agop'un kızı tam
bir Uzunyayla'lı gibi yetişmişti. Çok iyi Çerkesce
konuşuyor, bütün adetleri biliyor ve bütün Çerkes
yemeklerini yapabiliyordu. Ancak artık Uzunyayla'dan
uzaklardaydı. Yinede eski günlerden bahsediş şekli,
maziye gömülememiş anıları hala yaşatıyor gibiydi. Belki
de kendini bir Ermeni'den çok bir Çerkes gibi
hissediyordu. ”Biz yavaş yavaş gidelim” dedi genç olan
bayan, ”alacağımız bir şeyler var sizi tanıştırmak
istedim o yüzden rahatsız ettik seni”.
Dükkandan çıkarlarken yaşlı kadın gence sarıldı, çok
uzaklarda bir birlerini bulmuş iki Uzunyaylalı,
farklı milletlerden ama aynı kültür potasında yetişmiş
iki insan, bütün insanlar için aynı olan insanca
duygularla ve aynı yarım kalmış yaşam hissiyle ve aynı
şeylere duyulan özlemlerle birbirlerini anladılar.
Çoktan ölmüş olan bir çerçinin hala ölmemiş anılarında
bu iki insan çocukluk günlerine yeniden döndüler.
Sadece leblebi dağıtmamıştı yaşlı Agop, o aynı zamanda
ne kadar büyürlerse büyüsünler asla unutamayacakları
güzel çocukluk anıları da dağıtmıştı. Küçükken leblebi
verdiği o çocuk büyümüş, esen rüzgarlarla oradan oraya
savrulmuş, hayatla, hep bir yerlerde tutunmaya çalışarak
savaş vermişti. Doğduğu topraklar gibi sert, ait olduğu
halk gibi deli dolu, öksüz büyüdüğü içinde hep
sessiz kaldı, çok az konuştu ama dudaklarının kenarından
gülümsemesi eksik olmadı ve tanıyan her kez tarafından
da istisnasız sevildi.
Agop'un leblebileri, belki hayata tutunamayan ama insan
gibi insan olan çocuklar yetiştirdi. |
|
|
|
|
|
|
|
|