Pınarbaşı’ndayım bir Cuma günü. Bir bayramın ertesinde,
hatıraların terkisinde, yavaş yavaş Karslı camine doğru
yürürken biliyorum ki bütün Uzunyayla buradadır şimdi.
Pazarlarda, alış verişte, camilerde, kaldırımlarda,
nasırlı elleri, temiz takım elbiseleri ve kasketleriyle
ve konuştukları kesif Çerkesceleriyle doldurmuşlardır
şimdi ilçeyi. Gereğinden fazla konuşmazlar. Asla sesli
gülmezler ve bütün erkekler gibi gerçek erkekleri
severler; sessiz, çalışkan, ailesine bağlı, dürüst.
Emi, oradadır. Benim geleceğimden habersiz beni
beklemektedir. Cuma namazından sonra hızla yapılan
alışverişle bir an önce köye dönme gayretiyle kim bilir
hangi köşede dostlarıyla köy işlerinden konuşuyordur.
Hükümet bu sene ofis açmamıştır ve o kısık mavi
gözleriyle uzaklara bakmaktadır. Yılların verdiği
yorgunlukla ama yenilmeden ve asla pes etmeden
yokluktan, kaybetmişlikten, yalnızlıktan çıkmayı
başarmıştır. O bütün çekilen çilelere rağmen hala dimdik
ayakta kalabilen halkı gibi dimdik ayakta kalmıştır.
Benim kahramanım olan amcam hepimizin amcası, babasıdır
aslında. Çünkü onlar, gerçek Şeyh Şamiller. Ailesini
alnının teriyle geçindirebilen asıl büyük kahraman olan
aile babalarıdırlar.
İşte orada, köşede, kısa boyu, açık çağla yeşili takımı,
kasketi ve boyalı ayakkabılarıyla durmuş, dostlarıyla
bir şeyler konuşuyor. Ona doğru yaklaştığımda görüyor
beni. Sohbetini bitirmeden kısık gözlerini neşeyle
açıyor birden. Beni gördüğüne sevindiğini belli ediyor
bakışlarıyla. O kadar belli ediyor ki, yanındaki
arkadaşı başını çevirip Emin’in baktığı yere doğru, yani
bana doğru bakıyor. Hayatını Pınarbaşı ve köy arasında
geçirdi, dünyada, hayatını yaşayış biçimine imrendiğim
tek insan o. Sadece gerektiğinde Uzunyayla’ya civar
köylere gitmiştir o kadar. Bana Çerkes olmayı sevdiren
adam. Küçük bir çocuk iken köye geldiğimde, çocuklara
özgü hayal dünyasıyla bizim arabamızın altında Pembe
Panter var dediğimde, o beni tahta tekerli ve artık
soyları silinip gitmiş olan son Uzunyayla atlarından
birinin çektiği arabasıyla evin arkasındaki tepeye kadar
götürdüğünde okula bile gitmiyordum daha.
Babasını kaybettikten sonra kardeşlerine babalık yaptı
ve evin bütün işlerini sırtladı. Boyu kısa ama yüreği
büyüktü. Bir kardeşini daha kaybetti ama yaşama
bağlılığı asla değişmedi. Yaşama savaşında halkı gibi
inatla var olmaya devam etti. Bir kardeşini de oğlu gibi
okuttu. Çocuklarının hepsini evlendirdi. Sadece kaçan
küçük kızına biraz üzüldü ama yengemin göz yaşlarıyla
affetti onu. Onu ağlarken hiç görmedim. Uzunyayla’nın
toprağı gibi serttir mizacı. Bizim amcalarımızın, onlar
hep bir birlerine benzerler acı kaderimizin bir
birlerine benzediği gibi. Onlar hep deniz kabuğu gibi
nasırlı elleriyle tarlalarına çömelip topraklarını
avuçlarının içinden geçirirlerken ürün için
kaygılanırlar. Yani bizim için, kızlarımız, oğullarımız,
çocuklarımız annelerimiz, gelinlerimiz, halkımız için.
Artık geldikleri toprağı özlemeyi bırakalı çok olmuştur.
Ellerini tuttum. Sarılıp öpüşmeyi sevmezdi. Onlar artık
unutulmaya başlanan gelenekleri yaşatan son gelenekçi
kuşaklardı. Ne zaman geldiğimi sordu, birazdan Karslı
caminde Cuma namazı için ezan okunurdu. Aptestim var
mıydı? Namazdan sonra bir yere kaybolma, dedi. Çok
oyalanmadan köye çıkacağız. Gelecektim değil mi? Hah
tamam iyiydi o zaman, beni özlediğini bilsem de böyle
bana hissettirmesi hoşuma gitti. Gülümsedim bende.
Artık büyüdüğü için sağ kolu olan torunu Alican ile
camiye giriyoruz. Arka saflarda arkadaşlarıyla birlikte
otururken bizi gözlüyor. Bize eliyle yer gösteriyor.
Alican ile yan yana oturuyoruz. Diğer yanımda kim bilir
hanginizin amcası ya da dayısı olan bir Uzunyayla
thamadesi ile aynı safta yan yanayız. Yaşlılarımız
thamadelerimiz, amcalarımız, dayılarımız. İhmal etmeyin
onları. Torunlarını, gelinlerini yanlarınıza alın ve
gidin onların yanlarına. Birlikte namaz kılın, sohbet
edin, yıllarca çalışıp didinmelerinin boşuna olmadığını
gösterin onlara, sevindirin onları. Siz gidemiyorsanız
gönderin çocuklarınızı bırakın, tanısınlar, sevsinler
onları.
Ben senin doğduğun köyde doğmadım Emi, annemden Çerkesce
ninniler de dinlemedim senin gibi. Dedem Çerkesce,
Çerkes massalları da anlatmadı bana. Şehirde doğmuş,
kendi halkına yabancı, kendi ana diline yabancı, kendi
masalarına yabancı, bir çocuktum ben. Senin sayende
nereden geldiğimi öğrendim, nereye gitmem gerektiğini
sen fısıldadın bana. Uzunyaylalı olmayı, Çerkes olmayı
sen tanıttın bana. Ne zaman kızsam bu halka, sen aklıma
geldin, sustum. Ne zaman ben Çerkes değilim desem, sen
geldin aklıma, utandım. Sana layık bir Çerkes olamadım
kusuruma bakma Emi.
Camiden çıkıyoruz Alicanla. Herkes çıktı Emi daha yok.
Alican alışmış, Emi’nin çıkış saatine. O her zaman böyle
çıkar, diyor. Biraz üzülüyorum, artık onun camiden ne
zaman çıktığını bilemeyecek kadar ondan uzak kalmış
olmak canımı sıkıyor biraz. Gurbet insanın içine yavaş
yavaş sızıyor demek ki, yavaş yavaş yabancılaştırıyor
bizi sevdiklerimizden. En sonunda çıkıyor, dönüş telaşı
başlıyor. Alican´a almış olduğu tavuğu markette unuttuğu
için kızıyor. Alican yaldır yaldır geri markete koşuyor.
Taksici gülüyor, amcama doğru dönüp; Alican´a kızma o
olmasa ne yapardın, diyor. Emi yavaşça gülümsüyor,
kızdırıyor beni arada, diyor Uzunyayla şivesiyle.
Çevresinde o kadar çok insan var ki şimdi, evin içi
torunlarından geçilmiyor. Koşturup duruyorlar evin
civarında. Yandaki bahçeden eve doğru yürüyorum. 1955
yılında yaptıkları yarı harabeye dönmüş olan evin
merdivenlerinin en basamağına oturmuş ineklerinin
dönmesini bekliyor. Üzerinde ahırda giydiği elbiselerle
bu yaşta hala çalışıyor. Yanına geliyorum gülümsüyor
yüzüme. Güzel oynadığımı söylüyor, komşunun bahçesinde
yaptığımız ufak düğünden bahsediyor. Utanıyorum, yok
canım, diyorum utangaç utangaç. İneklerin geldiği tepeye
doğru bakıyor. Kısık mavi gözlerinde yorgunlukla beraber
hala taşıdığı sorumluluğun ışığını görüyorum. Bahçede
bağlı duran köpekten, birazdan dönecek olan ineklerden
evin bahçesinde dört dönen torunlarından, bana gelinceye
kadar her şeyden sorumlu hissediyor kendini. Ona
baktığım zaman, onun şahsında büyük bir aile gibi
yaşayan Uzunyayla kültürünü, Adigeliği, Kafkas
sürgününü, yaşanan acıları, sandıkların içinde
sedirlerin altında saklanan, elma kokan evleri, bana
duyduğu sevgiyi görüyorum. Biraz uzak kaldığım için
duyduğu üzüntüyü görüyorum. Yaşanmış ama artık geride
kalmış acıları görüyorum. Artık soyları tükenen yılkı
yılkı atları görüyorum. Kar fırtınasında ölüm haberi
getiren, yamçısına sarınmış, atı soğuktan donmasın, onu
yerken ısınsın diye verilen arpa dolu torbasıyla gelen
ve haber getirdiği eve girmeden kapının önünden haberini
verip yine geldiği gibi hızla giden kara haber ulağını
görüyorum. Selde boğulan sahibini mezarında bekleyen
atın hikayesini görüyorum.
Birden kalkıyor, gelen inekleri karşılamak için yanımdan
ayrılıyor. Artık ayağını rahatsız etmeye başlayan
nasırla hafif topallayan bu yetmişlik delikanlı benim
amcam. Benim kahramanım, hayatta en çok sevdiğim insan.
Seni bir daha görebilir miyim bilmiyorum Emi ama ne olur
benim için ve torunların için kendine çok iyi bak…
|