...................
...................

EMİ

Tolga Kaya

                         
...................
...................

Pınarbaşı’ndayım bir Cuma günü. Bir bayramın ertesinde, hatıraların terkisinde,  yavaş yavaş Karslı camine doğru yürürken biliyorum ki bütün Uzunyayla buradadır şimdi. Pazarlarda, alış verişte,  camilerde, kaldırımlarda, nasırlı elleri, temiz takım elbiseleri ve kasketleriyle ve konuştukları kesif Çerkesceleriyle doldurmuşlardır şimdi ilçeyi. Gereğinden fazla konuşmazlar. Asla sesli gülmezler ve bütün erkekler gibi gerçek erkekleri severler; sessiz, çalışkan, ailesine bağlı, dürüst.

Emi, oradadır. Benim geleceğimden habersiz beni beklemektedir. Cuma namazından sonra hızla yapılan alışverişle bir an önce köye dönme gayretiyle kim bilir hangi köşede dostlarıyla köy işlerinden konuşuyordur. Hükümet bu sene ofis açmamıştır ve o kısık mavi gözleriyle uzaklara bakmaktadır. Yılların verdiği yorgunlukla ama yenilmeden ve asla pes etmeden yokluktan, kaybetmişlikten, yalnızlıktan çıkmayı başarmıştır. O bütün çekilen çilelere rağmen hala dimdik ayakta kalabilen halkı gibi dimdik ayakta kalmıştır. Benim kahramanım olan amcam hepimizin amcası,  babasıdır aslında. Çünkü onlar,  gerçek Şeyh Şamiller.  Ailesini alnının teriyle geçindirebilen asıl büyük kahraman olan aile babalarıdırlar.

İşte orada, köşede, kısa boyu, açık çağla yeşili takımı, kasketi ve boyalı ayakkabılarıyla durmuş, dostlarıyla bir şeyler konuşuyor. Ona doğru yaklaştığımda görüyor beni. Sohbetini bitirmeden kısık gözlerini neşeyle açıyor birden. Beni gördüğüne sevindiğini belli ediyor bakışlarıyla. O kadar belli ediyor ki, yanındaki arkadaşı başını çevirip Emin’in baktığı yere doğru, yani bana doğru bakıyor. Hayatını Pınarbaşı ve köy arasında geçirdi, dünyada, hayatını yaşayış biçimine imrendiğim tek insan o. Sadece gerektiğinde Uzunyayla’ya civar köylere gitmiştir o kadar. Bana Çerkes olmayı sevdiren adam. Küçük bir çocuk iken köye geldiğimde,  çocuklara özgü hayal dünyasıyla bizim arabamızın altında Pembe Panter var dediğimde, o beni tahta tekerli ve artık soyları silinip gitmiş olan son Uzunyayla atlarından birinin çektiği arabasıyla evin arkasındaki tepeye kadar götürdüğünde okula bile gitmiyordum daha.

Babasını kaybettikten sonra kardeşlerine babalık yaptı ve evin bütün işlerini sırtladı. Boyu kısa ama yüreği büyüktü. Bir kardeşini daha kaybetti ama yaşama bağlılığı asla değişmedi. Yaşama savaşında halkı gibi inatla var olmaya devam etti. Bir kardeşini de oğlu gibi okuttu. Çocuklarının hepsini evlendirdi. Sadece kaçan küçük kızına biraz üzüldü ama yengemin göz yaşlarıyla affetti onu. Onu ağlarken hiç görmedim. Uzunyayla’nın toprağı gibi serttir mizacı. Bizim amcalarımızın, onlar hep bir birlerine benzerler acı kaderimizin bir birlerine benzediği gibi. Onlar hep deniz kabuğu gibi nasırlı elleriyle tarlalarına çömelip topraklarını avuçlarının içinden geçirirlerken ürün için kaygılanırlar. Yani bizim için, kızlarımız, oğullarımız, çocuklarımız annelerimiz, gelinlerimiz, halkımız için. Artık geldikleri toprağı özlemeyi bırakalı çok olmuştur.

Ellerini tuttum. Sarılıp öpüşmeyi sevmezdi. Onlar artık unutulmaya başlanan gelenekleri yaşatan son gelenekçi kuşaklardı. Ne zaman geldiğimi sordu, birazdan Karslı caminde Cuma namazı için ezan okunurdu. Aptestim var mıydı? Namazdan sonra bir yere kaybolma, dedi. Çok oyalanmadan köye çıkacağız. Gelecektim değil mi? Hah tamam iyiydi o zaman, beni özlediğini bilsem de böyle bana hissettirmesi hoşuma gitti. Gülümsedim bende.

Artık büyüdüğü için sağ kolu olan torunu Alican ile camiye giriyoruz. Arka saflarda arkadaşlarıyla birlikte otururken bizi gözlüyor. Bize eliyle yer gösteriyor. Alican ile yan yana oturuyoruz. Diğer yanımda kim bilir hanginizin amcası ya da dayısı olan bir Uzunyayla thamadesi ile aynı safta yan yanayız. Yaşlılarımız thamadelerimiz, amcalarımız, dayılarımız. İhmal etmeyin onları. Torunlarını, gelinlerini yanlarınıza alın ve gidin onların yanlarına. Birlikte namaz kılın, sohbet edin, yıllarca çalışıp didinmelerinin boşuna olmadığını gösterin onlara, sevindirin onları. Siz gidemiyorsanız gönderin çocuklarınızı bırakın, tanısınlar, sevsinler onları.

Ben senin doğduğun köyde doğmadım Emi, annemden Çerkesce ninniler de dinlemedim senin gibi. Dedem Çerkesce, Çerkes massalları da anlatmadı bana. Şehirde doğmuş, kendi halkına yabancı, kendi ana diline yabancı, kendi masalarına yabancı, bir çocuktum ben. Senin sayende nereden geldiğimi öğrendim, nereye gitmem gerektiğini sen fısıldadın bana. Uzunyaylalı olmayı, Çerkes olmayı sen tanıttın bana. Ne zaman kızsam bu halka, sen aklıma geldin, sustum. Ne zaman ben Çerkes değilim desem, sen geldin aklıma, utandım. Sana layık bir Çerkes olamadım kusuruma bakma Emi.

Camiden çıkıyoruz Alicanla. Herkes çıktı Emi daha yok. Alican alışmış, Emi’nin çıkış saatine. O her zaman böyle çıkar, diyor. Biraz üzülüyorum, artık onun camiden ne zaman çıktığını bilemeyecek kadar ondan uzak kalmış olmak canımı sıkıyor biraz. Gurbet insanın içine yavaş yavaş sızıyor demek ki, yavaş yavaş yabancılaştırıyor bizi sevdiklerimizden. En sonunda çıkıyor, dönüş telaşı başlıyor. Alican´a almış olduğu tavuğu markette unuttuğu için kızıyor. Alican yaldır yaldır geri markete koşuyor. Taksici gülüyor, amcama doğru dönüp; Alican´a kızma o olmasa ne yapardın, diyor. Emi yavaşça gülümsüyor, kızdırıyor beni arada, diyor Uzunyayla şivesiyle.

Çevresinde o kadar çok insan var ki şimdi, evin içi torunlarından geçilmiyor. Koşturup duruyorlar evin civarında. Yandaki bahçeden eve doğru yürüyorum. 1955 yılında yaptıkları yarı harabeye dönmüş olan evin merdivenlerinin en basamağına oturmuş ineklerinin dönmesini bekliyor. Üzerinde ahırda giydiği elbiselerle bu yaşta hala çalışıyor. Yanına geliyorum gülümsüyor yüzüme. Güzel oynadığımı söylüyor, komşunun bahçesinde yaptığımız ufak düğünden bahsediyor. Utanıyorum, yok canım, diyorum utangaç utangaç. İneklerin geldiği tepeye doğru bakıyor. Kısık mavi gözlerinde yorgunlukla beraber hala taşıdığı sorumluluğun ışığını görüyorum. Bahçede bağlı duran köpekten, birazdan dönecek olan ineklerden evin bahçesinde dört dönen torunlarından, bana gelinceye kadar her şeyden sorumlu hissediyor kendini. Ona baktığım zaman, onun şahsında büyük bir aile gibi yaşayan Uzunyayla kültürünü, Adigeliği, Kafkas sürgününü, yaşanan acıları, sandıkların içinde sedirlerin altında saklanan, elma kokan evleri, bana duyduğu sevgiyi görüyorum. Biraz uzak kaldığım için duyduğu üzüntüyü görüyorum. Yaşanmış ama artık geride kalmış acıları görüyorum. Artık soyları tükenen yılkı yılkı atları görüyorum. Kar fırtınasında ölüm haberi getiren, yamçısına sarınmış, atı soğuktan donmasın, onu yerken ısınsın diye verilen arpa dolu torbasıyla gelen ve haber getirdiği eve girmeden kapının önünden haberini verip yine geldiği gibi hızla giden kara haber ulağını görüyorum. Selde boğulan sahibini mezarında bekleyen atın hikayesini görüyorum.

Birden kalkıyor, gelen inekleri karşılamak için yanımdan ayrılıyor. Artık ayağını rahatsız etmeye başlayan nasırla hafif topallayan bu yetmişlik delikanlı benim amcam. Benim kahramanım, hayatta en çok sevdiğim insan. Seni bir daha görebilir miyim bilmiyorum Emi ama ne olur benim için ve torunların için kendine çok iyi bak…