Aradan yüz otuz dokuz yıl
geçmiş... Adem’in Cennet’ten kovuluşuna benziyor bizim
yaşadığımız sürgün. Geçen zaman acısını azaltmıyor belki ama
bu acıyı yüreğinde hissedenlerin sayısı gün geçtikçe
seyrekleşiyor sanki. Her yıl birikmiş takvim
yapraklarını sayıyoruz, durumumuzu kritik ediyoruz,
çözümler üretiyoruz. Bir sonraki yıl hiçbir şey
değişmeden devam ediyor hayat.
Son zamanlarda sürgün programları periyodik hale geldi
ve 21 Mayıs, takvimlerde yas günü olarak yerini aldı.
Her yıl sürgün programlarıyla ilgili tartışmalar
yapıyoruz, bazen birbirimizi yiyoruz, ustaca taşlamalar,
sataşmalar, ukalaca çıkışlar olmuyor değil gerçi ama biz
buyuz işte. Bas bas bağıran bir yığın insanız ama
istisnasız, ayrımsız her birimize Tanrının bas bas
bağırma hakkı verdiğini düşünüyoruz.
Hep birbirimize sesleniyoruz, bizim dışımızdakilerin
nazarını üzerimizde hissedince o asilce Çerkes
duruşumuzu, serkeş duruşumuzu takınıp her şeyin kontrol
altında olduğu mesajını veriyoruz. Kendimize hayran
bırakıyoruz diğerlerini. Sonra tekrar yüz yüze dönüyoruz
kocaman açıyoruz ağzımızı, “Ben daha iyisini bilirim
tamam mı?” diye ve o kadar çirkinleşiyoruz ki, kavga
ederken, o kadar zavallı bir hale düşüyoruz ki. Evrensel
hukuk, Avrupa Birliği, savaşlar, tarih ve kültür
konusunda konuşan boyacılarımız, emekli olmuş uzatmalı
başçavuşlarımız, her nasılsa ticarette tutunmuş
çobanlarımız var... Herkes konuşuyor.
Konuşulanı tatbik eden birileri yok. Hasbelkader
birileri bu lafazanların arasında bir şeyler yapıp
muvaffak olmaya görsün daha bir azgınlaşıyoruz, daha bir
ustalaşıyoruz tenkitlerimizde. O ince zeka ürünü
tespitlerimiz daha iğneleyici, daha can yakıcı oluyor.
Olumluluğu görmemek için sımsıkı yumuyoruz gözlerimizi.
Gözlerimizi kimin kapadığını tahmin etmeye çalışırcasına
sayıklıyoruz. “Şucu, bucu, leblebici, turşucu, şu
taraflı, şunun adamı, ya bu değirmenin suyu, ya bunların
derdi, falanca, filanca, şuralı, buralı, yapılan
tetkikler neticesinde soyuna dair kanaatlerimiz...”
Hakikaten her şeyimizle tetkik konusuyuz biz Çerkesler.
Değil bir derginin bir tek sayısı, müstakil bir
ansiklopedinin bilmem kaç yüz cildi anlatmaya kifayet
etmez bizi.
Dedik ya Adem’in Cennet’ten kovulmasına benziyor bizim
sürgün öykümüz. Kopartılıp atılmışız. Bir başımıza
yabancı diyarlara yollanmışız. Orada burada izler kalmış
bizden, gün geçtikçe Adem’in hafızasında Cennet’e ait
anılar nasıl silikleşiyorsa bizim de anayurda dair
anılarımız silikleşiyor vesselam.
Günahsız da değildi Adem Cennet’ten çıkarılırken. Haddi
aşmıştı. Had bilmek en büyük erdem değil miydi?
Sınırların farkında olmak, şeklin keyfiliğin önündeki en
büyük engel olduğunu bilmek en büyük erdem değil midir?
Had dengeyi koruyucu sınırlardır.
Biz de yurdumuzdan kovulduk topyekun. “Sana ait her şeyi
al ve git!” dediler. Yaşam alanımızı, bizi biz yapan
coğrafyayı bırakıp Adem gibi bir başına yollara düştük.
Hala kendimizle kavgalıyız. Hala millet olma şuurundan
yoksunuz. Hala başımız belli değil, ayağımız belli
değil, nereye sürüyorlarsa oraya gidiyoruz. Bir suçumuz
vardı mutlaka. Haddimizi bilmedik, cirmimize bakmadan
kavgaya giriştik, bu kavgayı tek vücut halinde
sürdüremedik, kendimizi tanımlayamadık, kendimizi
başkalarına anlatamadık, en çok kendimizi sevdik, en çok
kendimizi önemsedik.
Hala içimizden bazı cahiller ve bazı alimler söze sıra
gelince en büyük problemi teşhis etmiş bir doktor
edasıyla “Tırkuleşmeyelım!” diyor. Bizi bir buçuk
asırdır kendinden aziz tutmuş Türk halkı onları
dinleyince garip bir eziklikle başını eğiyor. Bize karşı
nerede hata yaptığını düşünüyor.
O Çerkes duruşumuz yok mu, o serkeş duruşumuz yok mu...
İşte yüz otuz dokuzuncu yıl... Garip bir kimlik
paradoksunun içine düşmüş bir avuç antropolojik vakıayız
artık. Kendimize yabancıyız, ata yurdumuza yabancıyız,
içinde yaşadığımız topraklara dedelerimizden daha az
sahip çıkmaya başladık. Oysa biz sürgün edildiğimiz
yerleri de vatan bilmiştik, sürgün edildiğimiz yerlerde
de hak için, halk için, Tanrı için ölmüştük.
Yüz kırkıncı yıl bizi kendimizle barıştırsın her şeyden
önce, ata yurdumuz Kafkasya’yla, yurdumuz olan
Türkiye’yle. Başka yerlerde arayıp durduğumuz suçun
yüzde bilmem kaç çoğunluğunun bizde olduğunun şuuruna
vardırsın. Sahip olduğumuzu ileri sürdüğümüz
erdemlerimizi yaşamımıza yansıtsın.
Sürgünün yüz kırkıncı yıl dönümü Avrupa
Parlamentolarına, İngiliz Üniversitelerine, Beyaz
Saray’a, Birleşmiş Milletler’e, Hollywood’a, Cenevre’ye
duyurulsun. Sürgünün filmini çeksin birileri, başrolde
Tom Hanks olsun, kapalı gişe oynasın dünyanın dört bir
taraflarında. Bakarsınız Adem’in duasına icabet eden
Tanrı bizim ata yurdumuza da hayat verici elini
dokundurur. “Ol!” der. “Ol Tanrı izniyle, onlar artık
hatalarını anladılar!”
Not: Bu yazı 2003 yılında yazılmıştır. Değişen
bir şey olmadığı için “139 yıl önce” ibaresi haricinde
içerik aynen geçerlidir. |