|
|
................... |
|
................... |
BOZKIRA BİR YOLCULUK
|
Tolgay Kaya |
|
|
................... |
|
................... |
Her türlü izini aldım ve yarın
yola çıkıyorum. Evime geri dönüyorum. Tatil için bile olsa
yeniden kendimi ve kimliğimi resetleyip, nereden geldiğimi
yeniden hatırlayıp, yeniden kendim olmak için son 24 saat… Arabaya benzin koydum,
arabanın muayenesi için tekerleri de yeniledim dedi
kankam. Ne zaman arabasını istesem verdi ne zaman para
istesem verdi, böyle kanka kolay kolay bulunmaz.
Yolcu listesini de gözden geçiriyorum herkes tamam, yola
çıkabilirim artık.
Bir neşeyle dağları tepeleri aşıyorum. Bolu´yu geçene
kadar hiçbir şey ilgimi çekmiyor. Taa ki, Ankara'ya
kadar. Bozkır başlayınca çevreyi de seyretmeye
başlıyorum, ne yapayım özlemişim bozkırı. O biteviye
uzanan sarı sonsuzluğu. İnsan yeşilden ve maviden de
sıkılıyormuş demek ki. Hey gidi bozkır, hey gidi Orta
Anadolu, hey gidi Kayseri bekleyin beni kollarınızı açın
bana, sarın sarmalayın beni, geliyorum…
İşte şu görünen Erciyes değil mi? Evet o, gölgesinde
doğduğum şehrim ve şimdiki aklım olsaydı onu görmediğim
hiçbir yerde yaşamayı aklıma bile getirmeyeceğim
pişmanlığım. Ondan ayrıldığım gün geldi aklıma, babamla
beraber köşeyi dönerken son bir kez bakmıştım evime,
duyumsadığım gibi son bakışımmış meğer, hislerim beni
yanıltmamış ama bir gün mutlaka geri döneceğim ve ölene
kadar oradan ayrılmayacağım, bir gün mutlaka…
Amma değişmiş dedi babam Hacı Guz Beg´i kucağına alınca
resimlerinden ne kadar da farklı, doğduğu gün gelmişti
onu görmeye.
Geldiği gün İstanbul´da gezerken yolda birden “oğlanı
özledim “ eve dönelim dedi, dumura uğradım, durup yüzüne
bir baktım. Hayatımda ondan sevgi sözü duymamış olmanın
şaşkınlığıyla torununu özlediğini söylemesi yolun
ortasında apışıp kaldırdı beni…
Kayseri´ye annem için gelmiştim daha çok, o daha
torununu hiç görmemişti ve kendini esir alan amansız bir
hastalığın pençesinde acılar çekerek boğuşuyordu. Dünya
gözüyleydi ve mutlaka görmesi gerekiyordu torununu,
çünkü ben onu gördüğüm her gün keşke onu annemde
görebilseydi diye hep kendi kendimi yiyordum. Sonunda
kavuştular birbirlerine, sarıldılar, annem parmağını
uzattı. Hacı Guz Beg de tuttu onu, büyük bir merakla
yüzünü inceledi annemin ve çığlıklar atarak koşarak
gelip annemin bacaklarına sarılmak en çok sevdiği oyun
oldu gidene kadar…
Buraya kadar gelip köye çıkmadan geri gitmek asla
aklımın ucundan bile geçmedi. Babam ne gereği var, dedi.
Evdeki acıyla yüzüme baktı ama hiç kimse yumuşatamadı
bendeki o köy, amca, Uzunyayla ve Çerkes sevgisini…
Acımasız, ateş saçan gözlerimle kararımdan dönmedim.
Köye gidilecekti işte o kadardı…
Ancak önce yapılması gereken bir iş var. O da şehri
gezmek tabii, kendi şehrini bir turist gibi gezmek
aslında oldukça zevkliymiş, uzun süre kalınca İstanbul
insanı farkında olmadan değiştirir birde bakmışsın ki.
İstanbul´a geldiğin günkü sen değilsin artık, acımasız,
bencil, kavgacı, iyilik yapmaktan korkan, artık
otobüslerde yaşlılara yer vermeyen bir ucubeye
dönüşmüşsün. On yıldan fazla İstanbul'da yaşayan bir
adamı ya kaldırıp çöpe atacaksın, ciddi bir terapi
uygulayacaksın ya da Anadolu'ya geldiği şehre bir
süreliğine geri yollayacaksın ki adam aslında nasıl bir
insan olduğunu yeniden hatırlasın.
Şehrimi değişmiş ve daha modernleşmiş buldum. Kayseri
tam yaşanacak bir şehir haline gelmiş. İstanbul'da
varlığını duyduğum Çerkeslerin yeni açtığı kahveyi
aramaya koyuldum ve çok geçmeden de buldum tabi ki.
Kahvenin önünde önceden tanıdığım bir ağabeye rastladım,
hoş beş sohbetlerden sonra dernekler ve sorunları
üzerine konuşmaya başladık ben Kaf-Fed yönetim kuruluna
yedekten seçildiğimi söyledim ama bir türlü toplantılara
katılamadığım için çoktan yönetimden atmışlardır beni,
diyerek eski dostumun omzunda ağlarken, o da
Kayseri'deki dernekçilerinde benim gibi sorumsuz işe
yaramaz insanlar olduklarından dert yandı, hayır madem
gelmeyeceksiniz kardeşim öyleyse niye yönetime
giriyorsunuz öyle değil miydi? Sonuna kadar haklıydı,
öyleydi. İnşallah bu sene daha aktif olup kendimi
affettirmeye çalışacağımı söyledim. Babam da aynı soruyu
sormuştu dün gece, nasıl gidiyordu federasyon
çalışmaları? Gözümü televizyondaki diziden ayırmadan
yutkundum. İmkansızlıktan dolayı hiç gidemiyorum baba,
dedim. Zaten beni aldıklarına çoktan pişman olmuş,
çoktan gözden çıkarmışlardır. Suçumu örtbas edip, suçu
yönetimin anlayışsızlığına atmıştım ya helal olsundu
bana. Aymazlığın bu kadarı da yani pesti. Zaten ben
yedek listedeyim baba -yani fasulyeden-. Suçu yine
yönetime atmayı başarmıştım, beni asıl listeye
almamışlardı zaten bütün suç onlardaydı. Üste çıktığımı
düşünmenin rahatlığıyla gözümü diziden ayırmadan
elimdeki elmayı ısırdım…
Köye akşam karanlığı basarken vardım. Önümü zar zor
seçebiliyordum ve gözlerimin artık iyi görmemeye
başladığından şüphe etmeye başlamıştım. Tam köye
yaklaşırken Avşarların düğününe rast geldik. Meydanı
ışıklarla aydınlatmışlardı ve meşhur Kızlar Halayını
oynuyorlardı. Arabamı yaklaştırdım ve düğünü seyretmeye
koyulduk ki, bir genç arabaya yaklaşarak içini kontrol
etmeye başladı. Bir kadın ve bir bebekten oluşan korkunç
suç örgütüm yakalanmıştı. ”Sadece seyrediyorduk
arkadaşım” dedim. Genç arabadan uzaklaştı bende durup
seyrettiğimiz için bin pişman olmuştum zaten.
Sonunda amcamı gördüm. Bu sefer iyi görünüyordu, daha
bir sağlıklı geldi gözüme. Yine sohbet imkanı yarattım
kendime, nasıl gidiyordu işler? Geçenlerde torunu Ali
Can'la buğday ekili tarlalara gittiğini başakların
arasında kaybolduğunu ama ne faydaki ucundaki denelerin
çok zayıf olduğunu yani bu senenin hayal kırıklığı
olduğunu söyledi. Oğlu Saim'den bahsettik biraz. Ekilen
patateslerden eğer dikkatli harcanmasa paranın köyde
bile yetmeyebileceğinden bahsettik. Televizyonda sunucu
İstanbul'un sıcaktan cayır cayır yandığını söylerken
amcamın kızının getirdiği süveterleri üşümemek için
giymek bu coğrafyada yaşamanın meğer ne kadar harikulade
bir şey olduğunu şimdiye kadar anlayamamış olduğum için,
kendi kendime kızmama yetmişti.
Ben aslında cennette yaşıyormuşum ama farkında
değilmişim. İstanbul benim şehrim değilmiş ve ben oraya
ait değilmişim. Ben bir bozkır kurduymuşum ve
damarlarımda sarı ve gri akıyormuş meğer kanım. Meğer
ben ne kadar şanslıymışım ama haberim yokmuş. Bunu
anlamak ve yeniden iyi bir insan olmak için bu
topraklarla olan organik bağımı daha sıkı tutmam
gerektiğini daha iyi anladım.
Bu arada bu tatilin benim için en güzel yanı da “Dayım
Uuznyayla'da “ belgeselini çeken “Mole Bedri” ile
karşılaşmak ve onunla sohbet etme imkanı yakalamak oldu.
Ona çektiği belgeselle beni kah ağlattığını kah
güldürdüğünü söyleme şansını yakalamak beni son derece
mutlu etti ve bu belgeseli çeken AGAÇE Zeki'nin de artık
Kayseri'ye geldiğini söyledi, ”Onu da İstanbul'dan
kurtardık çok şükür” dedi
Evet İstanbul'a en çok yakışan kelime sanırım bu
”kurtulmak”. |
|
|
|
|
|
|
|
|