1
Tabu sözcüğü Polinezyaca bir sözcüktür, tam çevirisi güçtür; çünkü
karşıladığı anlam bugün bizde kalmamıştır. Eski Romalılar
zamanında böyle bir sözcük vardı: Sacer sözcüğü Polinezyalıların
tabusuna karşılıktı. Yunanlıların Agov sözcüğü, İbranilerin
kodaush sözcüğü, Polinezyalıların ve Afrika'daki (Madagaskar),
Kuzey ve Orta Asya'daki birçok budunun benzer sözcüklerle tabu
deyimiyle karşıladıkları anlamda bir sözcük olsa gerektir. Bizim için
tabunun birbirine karşıt iki anlamı vardır: bir yandan kutsal (sacré),
kutsallaştırılmış (consacré) anlamlarına; diğer yandan da
tehlikeli, korkunç, yasak, kirli anlamlarına gelir. Tabunun
karşıtı Polinezya'da noa sözcüğüyle söylenir ve sıradan,
yanaşılabilir, tutulabilir bir şey anlamlarına gelir. Bu biçimde
tabu sözcüğünde sakınımlılık kavramı gibi bir anlam da gizlidir;
kendini temel olarak yasaklarda gösterir. Bizdeki "kutsal korku''
tamlaması çoğu durumda tabu anlamını karşılar.
Tabu sınırlamaları din ya da ahlak yasaklarından farklıdır. Bunlar
bir tanrının egemenliğine bağlı olmaktan çok kendinden
yasaktırlar, yasak olmalarını kendileri gerektirir. Bunların ahlak
yasaklarından ayrılığı: Tabu yasakları doğrulukları için akla
uygun hiçbir neden gösteremezler, kökenleri de belli değildir.
Bizce anlaşılamaz olmakla birlikte onun egemenliği altında olanlar
için bu yasaklar bir zorunluluk, bir gerçek olarak kabul edilir.
Wundt tabuya insanlığın
yazılmamış en eski yasası der. Tabunun tanrılardan daha eski
olduğu ve bu eskiliğin dinden önceki bir döneme kadar gittiği
herkes tarafından kabul edilmiştir.
Tabu sorununu psikanaliz yönünden incelemeden önce, sorunu yansız
olarak ortaya koymak için antropoloji bilgini Northcote Thomas'ın
Encyclopedia Britannica'ya yazdığı "Taboo'' makalesinden bir parça
alacağım:
Özel anlamında tabu,
a) kişilerin ya da şeylerin kutsal (ya da kirli) içeriğini,
b) bu içerikten çıkan yasağın türünü ve
c) bu yasağın çiğnenmesinden çıkan kutsallığı (ya da kirliliği)
anlatır.
Polinezya'da tabunun karşıtı "noa'' sözcüğüdür ve bunun "genel''
ve "ortak'' anlamına gelen yakın biçimleridir...
"Daha geniş anlamda, tabunun türlü biçimlerini ayırabiliriz: 1.
Doğal ya da doğrudan doğruya olan, bir kişide ya da bir şeyde
içkin olan, gizemli "anlam'' (erk)'in sonucu olan tabu; 2.
Birinden başkasına geçebilen, dolayısıyla olan ve yine "anlam''ın
ürünü ama a) ya edinilen ya da b) bir rahip, başkan ya da başka
biri tarafından konmuş olan tabu; 3. Bir kadının kocasına özgü
oluşunda olduğu gibi, her iki etkinin de bulunduğu ara tabu.
"Tabu terimi farklı bir biçimde aynı zamanda minseklerle ilgili
yasaklara da uygulanır; fakat bu anlamda kullanmamak daha iyidir.
Tabu deyişinin içine yaptırımı tanrı ya da cin olan türleri, yani
büyüyle ilgili yasaklardan farklı olan dinsel yasakları da alarak
geniş anlamda kullanmak gerektiği savlanabilirse de, bu dinsel
yasaklarda ne otomatik bir edim, ne de bulaşma olayı olmaması
nedeniyle buna en iyisi, dinsel yasaklar demelidir.
"Tabunun amaçları çeşitlidir: 1. doğrudan doğruya tabular (a)
önemli kişilerin, başkanların, rahiplerin ve benzerleriyle eşyanın
kötülükten korunmasını; (b) zayıfların, yani kadınların,
çocukların ve genellikle sıradan halkın, başkan ve rahiplerin
erkinin anlamından, yani büyülü etkisinden korunmasını; (c) belli
besinleri yeme, vb. yoluyla, cesetlerle birlikte bulunup konuşma
yoluyla ya da dokunmayla oluşacak tehlikelere karşı korunmayı; (d)
yaşamın başlıca edimlerini, doğumları, erdirmeyi (initiation),
evlenmeyi ve cinsel etkinlikleri korumayı; (e) insanları
tanrıların ve cinlerin öfkesinden ya da gücünden (3) korumasını:
(f) doğmamış çocukların ve ana babalarına bağlı küçük çocukların
belli edimlerin sonuçlarından ve özellikle bazı besinlerden
çıktığı varsayılan özgülüklerin geçmesinden korunmasını sağlar. 2.
Bir bireyin malını, tarlalarını, araçlarını, vb. hırsızlardan
korumak için konmuş olan tabular da vardır.''
Makalenin diğer bölümleri şöyle özetlenebilir: Önceleri tabunun
çiğnenmesinin cezası belki de içten kendiliğinden gelen birtakım
yargılara bırakılmıştı. Tabunun tanrı ve şeytan kavramlarıyla
birlikte bulunduğu yerlerde büyük Tanrı'nın erkinden otomatik bir
biçimde ceza beklenir. Diğer durumlarda, olasılıkla daha ileri bir
evrede, davranışıyla başkalarına zarar veren suçlunun cezasını
toplum kendi eline alıyor. Böylece, insanlığın ilk ceza sistemleri
de tabuyla ilgilidir. "Tabunun çiğnenmesi suçlunun kendisini de
tabu yapar.'' Yazar bundan sonra, bir tabunun çiğnenmesinden çıkan
bazı tehlikelerin, ceza edimleri ve temizlenme töreniyle de
oluşturulması olasılığı olduğunu söylüyor.
Tabunun kaynağı, insanlarda ve hortlaklarda bulunan ve cansız
eşyaya da geçebilen garip bir güçte görülüyor. Makalenin bu
parçası şöyledir: "Tabu sayılan kimseler ve şeyler elektriklenmiş
eşyaya benzetilebilir. Bu gibi insanlar ya da eşya öyle korkunç
güç kaynaklarıdır ki, elektrikleri dokunmayla geçebilir ve bu
elektriğin boşalmasına neden olan canlı dayanıklı değilse üzerinde
yıkıcı etki yapar. Bu tabunun çiğnenmesinin ortaya çıkaracağı
sonuçlar, bir yandan tabu olan kimsede ya da şeyde saklı olan
büyülü etkinin gücüne, diğer yandan da tabuyu çiğneyenin manasının
gücüne bağlıdır. Örneğin kralların ve başkanların büyük gücü
vardır, uyruklarının onlarla doğrudan doğruya konuşması ölüm
demektir. Oysa halktan daha büyük manası olan bir bakan ya da bu
boydan biri kral ya da başkana zarar görmeden yaklaşabilir. Bu
bakanlardan daha aşağı olanlar da onlara tehlikesizce
yaklaşabilir. Demek ki dolaylı olan tabuların güç derecesi, bu
tabuların ilgili olduğu kimsenin manasına bağlıdır; eğer bu kimse
bir başkan ya da bir rahip ise onun tabusu halkın aşağı
tabakasından gelen tabulardan daha güçlü olur.''
Madem ki tabu bir şeyden başka bir şeye geçebilir, Öyleyse
birtakım kefaret törenleriyle tabuyu kaldırmanın bir yolunun
olması gerekir. Frazer, bir sürekli tabulardan, bir de geçici
tabulardan söz eder. Sürekli tabular rahipleri, başkanları,
ölüleri ve bunlarla ilgili her şeyi kapsar. Geçici tabularsa,
örneğin kadının aybaşı durumu ve lohusalığı gibi, savaşçının
seferden önceki ya da seferden sonraki durumu gibi, özellikle av
ya da sürgün avı ve benzeri işler gibi belli durumlarda olur.
Bundan başka tıpkı kilise aforozları gibi bazen büyük bir alanın
tabu olduğu duyurulur ve bu yerin tabuluğu yıllarca sürer.
Okurlarımın bütün bu örneklerden çıkardığı sonuç üzerine bir
yargıya varmam doğruysa, bütün bunları gördükten sonra tabunun ne
olduğunu ve tabu hakkında neleri zihinlerimize yerleştirmek
gerektiğini öğrenmekten okurlarımın henüz çok uzak bulunduklarını
söyleyeceğim.. Bu bir yandan, verdiğim bilgilerin eksikliğinden ve
tabuyla boş inançlar, cin inancı ve din arasındaki ilginin ne
olduğu sorununda geçen bütün tartışmaları bir yana bırakmamdan
ileri geliyor. Diğer yandan, tabu hakkında bilinen her şeyi
ayrıntılarıyla anlatmanın zihinleri karıştıracağından korkuyorum.
Onun için okura, sorunun gerçekten aydınlanmış olmaktan uzak
olduğuna güvence verebilirim. Bununla birlikte bizi asıl
ilgilendiren şey, bu ilkel insanların kendilerini bir sürü kayıt
ve baskıya bağımlı kılmalarıdır. Açık ve akla uygun hiçbir nedeni
yokken şu ya da bu yasak sayılmakta ve niçin yasak sayıldığı
sorusu onların aklına bile gelmemektedir; çünkü kendilerini bu
bağlarla gayet doğal olarak bağlı görmektedirler; bunlara karşı
herhangi bir saldırının şiddetle ve otomatik olarak
cezalandırılacağına inanmaktadırlar. Bu yasakları istemeden
çiğneyenlerin bile gerçekten otomatik olarak cezalandırıldığını
gösteren güvenilir gözlemler de vardır. Örneğin yasak olan bir
hayvanın etini yiyen suçsuz bir kişi derin bir acıya kapılarak
öleceğine inanmış ve gerçekten ölmüştür.
Bu yasaklar en çok insanlara zevk veren şeylerle ilgilidir.
Örneğin istediğini yapmak, kayıtsız şartsız çiftleşmek gibi
istekleri ilgilendirir. Bazı durumlarda bu yasaklar oruç ve perhiz
gibi pek karışık biçimlerde, bazı durumlardaysa saçma gibi görünen
birtakım davranış ve törenler biçiminde görünürler ve içerikleri
bakımından anlamları anlaşılır gibi değildir. Bütün bu yasakların
kuramsal bir temeli var: Bu yasaklar bazı kimselerde ve bazı
eşyada, adeta bulaşıcı hastalıklarda olduğu gibi dokunmayla
geçebilen bir güç olduğuna inanıldığı için tehlikelidir. Bu
tehlikeliliğin derecesi de değişir. Bazı kimselerde ya da eşyada
bu tehlikelilik çok yüksektir. Tehlikeliliğin derecesi o kimsenin
ya da şeyin taşıdığı güç yüküyle orantılıdır. Tabu yasağını
çiğneyen bir kimsenin, sanki bu tehlikeli güç yükünü emmiş gibi,
tabu olan şeyin içeriğine girdiğine inanılıyor. Bu güç kral,
rahip, yeni doğmuş çocuk gibi az ya da çok önemli bir durumu olan
kimselerde; aybaşı, yeniyetmelik, lohusalık gibi kuraldışı bazı
bedensel durumlarda; hastalık, ölüm gibi uğursuz durumlarda;
dokunma ya da etkileme yoluyla bu durumlarla ilgili olan şeylerde
saklıdır.
Bununla birlikte "tabu'' dendiği zaman bundan, bu gizemli kendine
özgülüğün taşıyıcısı ya da kaynağı olan bütün kimseler, yerler,
şeyler ya da geçici durumlar anlaşılır. Bu kendine özgülükten
doğan yasak da tabudur. Sonuç olarak sözcük anlamıyla, tabu
dendiği zaman bir de olağanüstü kutsal, aynı zamanda da tehlikeli,
kirli ve gizemli olan her şey anlaşılır.
Gerek bu sözcük ve gerek onun karşılığı olan sistem, bizce
gerçekten anlaşılamayan bir ruhsal yaşamın bir parçasını anlatır.
Gerçekten de ilkel toplumsal evrim evresinde bulunan budunlara
özgü cin ve şeytan inanışlarını incelemeye girişmeden tabuyu
anlamanın olanaksız olduğunu görürüz.
Acaba tabunun giziyle neden ilgileniyoruz? Kanımca her psikolojik
sorun yalnızca kendisi için değil, aynı zamanda başka nedenlerden
dolayı da incelenmeye değerdir. Polinezya ilkellerinin
tabularının, başlangıçta sandığımız kadar bize yabancı olmadığını
söyleyebiliriz. Bizim boyun eğdiğimiz ve çok eski çağlardan gelen
ahlak kurallarının ilkellerin bir tabusuyla herhalde esaslı bir
ilgisi olacaktır. İlkellerin tabusunu aydınlatmakla, bizim
"koşulsuz buyruk''umuzun karanlık kaynakları da aydınlanmış
olacaktır.
İşte bundan ötürü, W. Wundt gibi bir araştırmacının tabu
konusundaki yorumunu, özellikle "tabu inancının ta köklerine kadar
gitmeye'' söz vermesi bakımından herhalde derin bir ilgiyle
dinlemek isteriz. Wundt'a göre, tabu düşüncesinde "bazı
şeylerden korkmayı anlatan adetler ve bu adetlere karşılık olan
tapınma düşünceleri ya da davranışları vardır.'' Başka bir
yerde der ki: "Sözcüğün genel anlamına göre, tabu deyişiyle
adetlerin, göreneğin ya da yasaların koyduğu yasakları, bir şeye
dokunmamayı, bir şeyi kullanmak amacıyla almamayı ya da bazı
sözcükleri ağza almamayı anlıyoruz...'' Yasakçı tabuları
bulunmayan hiçbir budun ya da hiçbir uygarlık aşaması görülemez.
Wundt bundan sonra tabunun içeriğini anlamak için uygarlık olarak
daha yüksek olan Polinezyalıları değil, daha ilkel olan Avustralya
yerlilerini incelemenin daha yararlı olduğunu gösterir.
Avustralya'daki tabu yasaklarını hayvanlarla, insanlarla ve
eşyayla ilgili tabular olmak üzere üçe ayırır. Bazı hayvanları
öldürmeyi ve yemeyi yasak eden hayvan tabusu totemciliğin
çekirdeğini oluşturmaktadır.
Konusu insan olan ikinci tür tabuların içeriği öz olarak başkadır.
Bu gibi tabular, yalnızca tabulu olan kimselerde ve alışılanın
dışındaki durumlarda olur; örneğin erdirme töreninde delikanlılar,
aybaşı dönemlerinde ve lohusalıklarında kadınlar, yeni doğmuş
çocuklar, ölüler tabudurlar. Bir kimsenin giysisi, araçları,
silahları ve bunlar gibi hep kullandığı malları başkaları için her
zaman tabudur. Avustralya'da bir delikanlının erdirme töreninde
aldığı yeni ad, kendisinin özel mülkünün bir parçası olur; bu ad
tabudur ve gizli tutulması gerekir. Ağaçlara, bitkilere, evlere,
semtlere konan üçüncü tür tabulara gelince, herhangi bir nedenden
ötürü korku uyandıran ya da gizemli olan her şeyin tabu olması
kuralına göre konurlar.
Wundt, Polinezyalıların ve Malaya takımadaları halkının daha
zengin ekininde tabunun derin değişikliklere uğramadığını kabul
ediyor. Bu budunların toplumsal bakımdan daha çok farklılaştığını,
bunlardan kralların, başkanların ve rahiplerin çok etkili tabusu
olmasından ve bu gibi kimselerin kendilerinin çok güçlü tabu
kurallarına bağlı olmalarından anlarız.
Fakat tabunun gerçek kaynakları, ayrıcalıklı sınıfların
çıkarlarında olmaktan çok uzak ve çok daha derinlerdedir:
"Tabular, en ilkel ve aynı zamanda en sürekli içgüdülerin
kaynaklarında, yani şeytanların etkisine karşı duyulan
korkulardadır.'' "Aslında tabulu
şeylerde saklı olduğuna inanılan şeytansal güce karşı duyulan
korkuların nesnelleştirilmesinden başka bir şey olmayan tabu bu
gücün kızdırılmasını yasaklar ve bilerek ya da bilmeyerek tabu
çiğnendiği zaman şeytanın öfkesinin yatıştırılmasını ister.''
Öyleyse tabu yavaş yavaş şeytan inancından ayrılarak kendi başına
bir güce dönüşmektedir. Adetlerin, geleneklerin ve sonuçta
yasaların zorladığı bir şey olmaktadır. "Fakat yere ve zamana göre
değişen tabu yasaklarının arkasında gizli olan buyruğun kökensel
anlamı: Şeytanların öfkesinden sakın buyruğuydu.''
Demek ki Wundt, tabunun ilkel budunların şeytansal güce
inanmalarının bir anlatımı ve gelişimi olduğunu, tabunun daha
sonra bundan ayrılarak bir tür ruh uyuşukluğuyla bir güce
dönüştüğünü, bizim adet ve geleneklerimizin kökünün de burada
olduğunu göstermektedir. Bu anlatımın ilk parçasına ne kadar karşı
çıkılırsa çıkılsın, ben Wundt'un bu görüşünü kandırıcı görmüyorum.
Birçok okurumun da böyle düşündüğünü seziyorum.
Wundt'un açıklaması, tabu düşüncesinin ve bu düşüncenin en derin
köklerinin kaynaklarına kadar gitmekten çok uzaktır. Çünkü ne
korkuyu, ne de şeytanı psikolojide daha öteye götürülemez olgular
olarak kabul etmeye olanak yoktur. Eğer gerçek şeytan diye bir
varlık olsaydı böyle olabilirdi: Fakat tanrılar gibi, bunların da
insanlığın ruhsal güçlerinin bir ürününden başka bir şey
olmadığını bilmekteyiz.
Wundt, tabunun anlamı üzerine de pek aydınlık olmayan önemli
düşünceler ileri sürer. Ona göre kutsalla kirlinin ayrılması,
tabunun ilkel evrelerinde görülmemektedir. Bunun için bu
kavramlar, o zaman ancak daha sonraları aldıkları anlamdan tümüyle
yoksundular. Tabulu olan hayvan, insan ya da semt şeytanlıdır.
Yani kutsal değildir ve dolayısıyla, sonraki anlamda, henüz kirli
de değildir.
Burada tabu deyimi, daha sonraları hem kutsalla, hem de kirliyle
ilgili olan bir niteliği, yani dokunma korkusunu göstermesi
yönünden, dokunulamaz şey anlamına gelen, fakat henüz
farklılaşmamış bir anlam taşıyan şeytanlılık düşüncesine uygundur.
Fakat bu önemli ayırıcı niteliğin her zaman ortak olarak göz
önünde tutulması, daha sonraki koşullar altında birbirinden
ayrılan ve en sonunda birbirinin karşıtı sayılan iki alan arasında
kökende bir birliktelik bulunduğunu bize gösterir.
Eşyada gizli şeytansal bir gücün, bir eşyaya dokunanları ya da onu
kullanmaya kalkışanları çarptığına inanan ilk tabu inançları, ilk
evrede tümüyle nesnelleştirilmiş bir korku biçimindeydi. Bu korku,
bu ilk evrede henüz korku ve nefret biçiminde ikiye ayrılmamıştı;
bu ancak daha ileri bir evrede oldu.
Acaba bu ayrılma nasıl oldu? Wundt'a göre bu, tabu yasaklarının
şeytanların alanından tanrısallık alanına geçmesiyle olmuştur.
Kutsal ve kirli karşısavı, ikinci evre geldiği zaman henüz daha
ortadan kalkmamış ama yavaş yavaş önemi gözden düşmüş olan bir
mitoloji evresinin ardından yeni bir mitoloji evresinin gelmesiyle
ortaya çıkmıştır. Bir evreyi, daha yüksek ikinci bir evre yenerek
geriye attığı zaman, birinci evrenin ikincinin yanında yine aşağı
bir durumda yaşaması, saygı konusu olan öğelerinin nefret konusuna
dönüşmesi mitolojide genel bir yasadır.
2
Tabu sorununa, ruhsal yaşamın bilinç dışı kısmıyla uğraşan
psikanaliz yönünden baktığımız zaman, tabu olaylarının bize hiç
yabancı olmadığını hemen anlarız. Tıpkı ilkellerin kendi boy ya da
toplumlarına özgü olan tabulara başeğmeleri gibi, kendi kendine
birtakım katı tabu yasakları yaratan kimseler olduğunu
psikanalizciler pekala bilirler. Eğer bunlara psikanalizde
"zorlanma nevrozluları'' demeye (*) alışmamış olsaydık, bu
insanlara "tabu hastası'' demek çok yerinde olurdu.
Psikanaliz araştırmaları bize bu "zorlanma'' hastalığının klinik
etiyolojisini ve psikolojik mekanizmasının nasıl olduğunu
öğretmiştir. Bu bilgimizi toplumsal psikolojide bu duruma karşılık
olan görünüşlere uygulamaktan kendimizi alamıyoruz.
Bu girişimde bulunurken bir şeyden sakınmak gerekir. Tabuyla
zorlanma hastalığı arasındaki benzerlik, ikisinin de gerçek
içeriğiyle ilgili olmaktan çok yalnızca her ikisinin de
görünüşleriyle ilgili olduğu için, tümüyle dıştan bir benzerlik
olabilir. Doğa birbirinden çok farklı olan biyolojik durumlarda
birbirinin aynı olan biçimleri kullanmayı sever. Örneğin mercan
dizilerinde, bitkilerde ve hatta bazı billurlarda ya da bazı
kimyasal çökeltilerin oluşumunda olduğu gibi. Yalnızca otomatik
birtakım koşullara dayanarak iç ilişkilerle ilgili sonuçlar
çıkarmak kuşkusuz çok eksik ve yararsızdır. Bunun için, bu gibi
yanlışlara düşme olasılığını hesaba katarak, ancak çekince notunu
unutmamak koşuluyla, tasarladığımız karşılaştırmayı yapabiliriz.
Nevrozlulardaki zorlanma yasaklarıyla tabular arasındaki ilk ve
göze çarpar benzerlik, bu yasakların kaynaklarının da tıpkı
tabularda olduğu gibi nedensiz ve anlaşılmaz görünmesidir. Günün
birinde ortaya çıkan bu yasakların etkisiyle birey yenilmez bir
korku altında, onların baskısını duymak zorunda kalır, bireyin
üzerine dışarıdan gelen bir ceza tehdidi olması şart değildir;
çünkü yasağın çiğnenmesi durumunda arkasından kesinlikle
dayanılamaz bir yıkım geleceğine hasta içinden (vicdanından) gelen
bir kanıyla inanmaktadır. Bu zorlanma hastaları her zaman, bu
yasaklardan birinin çiğnenmesi durumunda, yakınlarından birinin
bundan kesinlikle zarar göreceğini bize anımsatırlar. Bu zararın
ne olabileceği belli değildir. İleride kefaret ve karşı koyma
edimlerini tartışırken de, bu yasakların kendilerinin
tartışmasında olduğu gibi, yine bu yetersiz bilgiyi elde edeceğiz.
Tabuda olduğu gibi, nevrozlulardaki yasakların çekirdeği de
dokunma edimidir, "dokunma korkusu'' (délire de toucher) deyişi
buradan gelir. Yalnızca bir cisme doğrudan doğruya dokunmak yasak
olmakla kalmaz, aynı zamanda örneğin "biriyle ilişki kurmak",
"biriyle ya da bir şeyle ilişkide bulunmak'' gibi ancak dolaylı
yoldan dokunma anlamını veren edimleri de kapsar. Yasak olan şeyi
anımsatan ve böylece o şeyle zihinsel de olsa bir ilişki kuran her
şey, doğrudan doğruya bedenle dokunma kadar yasak oluyor. Böylesi
bir kapsam genişlemesini tabuda da aynen görmüştük.
Bazı yasakları, güttükleri amaçlarından kolayca anlayabiliriz;
fakat bazı kurallar anlaşılır gibi değildir, saçma ve anlamsız
gibi görünürler. Bu gibi kurallara "teamül'' görenek, formalite
diyoruz. Tabu adetlerinin de aynı çeşitliliği gösterdiğini
görüyoruz.
Zorlama yasaklarının büyük bir yer değiştirme yeteneği vardır; bir
şeyden diğer bir şeye yayılmak için her nedenden yararlanırlar ve
o şeyi de (hastalarımdan birinin yerinde bir deyimiyle)
"çekilmez'' bir duruma getirirler. Öyle ki hasta en sonunda her
şeye ambargo koyar. Nevrozlular, bu "çekilmez'' kimse ya da şeyler
sanki tehlikeli bir bulaşıcı hastalığa yakalanmış ve değdiği
yerlere bunu geçirecekmiş gibi davranır. Tabu yasaklarını gözden
geçirirken aynen bu yer değiştirme ve geçme niteliklerine
raslamıştık. Bundan başka tabu olan bir şeye dokunmakla, ona
dokunanın da tabu olduğunu ve kimsenin onunla ilişkiye girmediğini
görmüştük.
Bu geçme ya da daha iyi bir deyimle yer değiştirme konusunda, biri
Maorilerin yaşamından, diğeri bir zorlama nevrozu çeken bir
kadının yaşamından, iki örnek alarak bunları burada
karşılaştıracağım:
"Maorilerin başkanı ateşe asla kendi ağzıyla üfleyemez; çünkü o
kutsaldır, kutsallığını üflediği ateşe ve ateşin üstündeki kabın
içindeki ete geçirir, buradan da o yemeği yiyen kimsenin içine
geçer ve böylece yemeği yiyen kimse başkanın soluğuyla aşılanarak
kesinlikle ölür.''
Hastam, kocasının satın alarak eve getirdiği bir mutfak takımının,
evi kendisine çekilmez bir duruma getireceği korkusuyla,
kaldırılmasını istiyordu. Çünkü bu şeyin Hirschen sokağındaki bir
mağazadan alındığını öğrenmişti. Bu Hirschen sözcüğü, vaktiyle
gençliğinde bekarken tanıdığı ve şimdi uzak bir kentte bulunan ve
kendisi için artık "olanaksız'', yani tabu olan bir dostunun adı
olduğu için, Viyana'da satın alınan bu şey, şimdi kadının ilişki
kurmak istemediği dostu kadar tabu olmuştur.
Zorlanma yasakları da tabu yasakları gibi yaşamda en olağanüstü
özveriler ve sakınmalar oluşturur; fakat bunların bazıları, bazı
edimlerde bulunma yoluyla kaldırılabilir ve bu edimler de
zorlayıcı bir nitelik kazanarak zorunlu olur. Bu edimler tövbe,
bağışlanmayı dileme, kendini haklı çıkarma, temizlenme türünden
edimlerdir. Bu zorlayıcı edimlerin en yaygın olanı suyla
yıkanmadır (yıkama obsessionu). Tabu yasaklarının bir bölümü de bu
biçimde kaldırılabilir, yani bu tabuların çiğnenmesi böyle bir
törenle onarılabilir ve bu işte suyla gusül (boy abdesti) en çok
yeğlenen yöntemdir.
Şimdi tabu adetleriyle zorlanma nevrozlarının belirtileri arasında
en açık karşılıklı noktaları özetleyelim:
1) Bu yasakların nedensizliği,
2) Bunların içten gelme bir gereksinimle zorlanmaları,
3) Kolayca yer değiştirmeleri ve yasak olan şeyden bulaşma
tehlikesi taşımaları,
4) Yasak olan şeyden çıkan törenlerin ve buyrukların nedenliği
bakımından her ikisinin benzerliğini görmekteyiz.
Bununla birlikte psikanaliz bize zorlanma nevrozunun gerek ruhsal
mekanizmasını, gerekse klinik tarihini öğretmiş bulunuyor. İşte
tipik bir dokunma korkusu olayının tarihi: İlk çocukluk çağından
bu yana olay konusu olan kişi, kendi bedenine dokunmakla büyük bir
haz duyuyordu, bu hazzın nesnesi kestirilebileceğinden fazla
duyarlılaşmıştı. Fakat bu çok haz verici dokunma edimi, dışarıdan
gelen bir yasak buyruğuyla çatışır. Bu yasak buyruğu kabul edilir; çünkü içten gelen birtakım
zorlu güçlerin yardımını
görüyordu; bu dıştan gelen yasak, dokunma biçiminde kendini
göstermek isteyen içgüdüden daha zorlu olduğunu kanıtlar. Böyle
olmakla birlikte çocuğun ilk ruhsal yuğurumu yüzünden bu yasak
öteki içgüdüyü ortadan kaldıramamıştır. Başarabildiği tek şey, bu
içgüdüyü (yani dokunma hazzını) bastırmak ve onu bilinçaltına
tıkmak oldu. Hem yasak, hem içgüdü birlikte kaldılar. Birincisi
kaldı; çünkü yalnızca bastırılmış ama yok edilmemişti. İkincisi de
kaldı; çünkü eğer kalmamış olsaydı, içgüdü bilince fırlayacak ve
dışarıya çıkacaktı. Böylece çözümlenmemiş bir durum, ruhsal bir
saplanma oluşur. Bundan sonra yasak ve içgüdü arasındaki sürekli
savaştan çıkan birçok sonucun kaynağı bu savaştır.
Bu biçimde durağanlaşan ruhsal kuruluşun başlıca ayırt edici
niteliği, bu bireyin nesneye, daha doğrusu bu nesneyle ilgili
edime karşı aldığı ve çift
değerli diyeceğimiz tavırda görülür. Birey bu edimi (yani dokunma
edimini) hep sürdürmek ister, onda en yüksek zevki tadar; fakat
onu sürdüremez, hatta ondan nefret eder. Bu iki akış arasındaki
karşıtlık kolay kolay çözümlenemez; çünkü -nasıl diyeyim- bunların
ruh yaşamında yerleri karışamayacak denli ayrılmıştır. Yasak
tümüyle bilinç bölümünde yerleşmiştir, oysa hala yaşamakta olan
dokunma zevki bilinçaltında kalmıştır, kişinin ondan haberi
yoktur. Eğer bu psikolojik etmen olmasaydı, çift duygular ne bu
kadar uzun süre yaşayabilir ne de bundan sonraki patlak vermelere
yol açardı.
Olayın klinik tarihinde, ilk çocukluk çağında yasağın belirleyici
bir etmen olarak görünüşüne önem verdik; fakat nevrozun daha
sonraki ilerleyişinde bu rolü, bu yaşta gözüken itme oynuyor.
Unutma (amnesie) ile ilgili olan bu itme olgusu yüzünden bilinçli
duruma gelen yasağın nedenleri bilinemez.
Onu zihni olarak söküp atmak için yapılan bütün girişimler, hücum
noktası yakalanamadığı için, başarısızlığa mahkûmdur. Yasak kendi
gücünü, zorlayıcılığını bilinmeyen karşıtıyla, yani gizli ve
sönmemiş kalan zevkle, başka bir deyimle, bilinçli bir sezgisi
olmayan iç gereksinimle olan birlikteliğine borçludur. Yasağın
isteğin yerine geçebilme ve yeniden yaratma gücü, bilinçli olan
zevkle uyuştuğunu ve bilinçaltının psikolojik etmenlerinden çok da
kolaylık göremediğini anlatır. İçgüdünün verdiği haz, karşılaştığı
engellerden kurtulmak için sürekli yer değiştirir. Yasak edilenin
yerine konmuş şeyler ve edimler biçiminde kendine vekiller arar.
Aynı nedenden ötürü yasak da onun peşinden dolaşır, yasaklanmış
içgüdünün yeni hedeflerine de yayılır. Geri itilmiş libido her
yeni adımında yeni bir şiddetle, yasağın karşı koymasıyla
karşılaşır. Bu iki karşıt gücün karşılıklı olarak birbirini
itmesi, boşalma ve var olan gerginliği gevşetme gereksinimini
doğurur. İşte zorlayıcı edimlerin nedenlerini burada bulmaktayız.
Nevrozlarda, bir yandan pişmanlık belirtisi, temizlenme uğraşı ve
buna benzer davranışlarda sayılabilecek edimler; öte yandan da
içgüdüye yasak edilen edimin yerine geçecek edimler olan
uzlaştırıcı edimler açıkça görülmektedir. Bu zorlayıcı edimlerin
içgüdüye sürekli yardım etmesi ve yasak edilen ilk edime gittikçe
yaklaşması, nevroz hastalıklarının bir yasasıdır.
Şimdi tabunun iç yüzünü, hastalarımızın zorlayıcı yasaklarıyla
aynıymış gibi ele alarak inceleyelim. İnceleyeceğimiz birçok tabu
yasağının ilk biçiminden uzaklaşmış, yer değiştirmiş ve bozulmuş
olduğunu açıkça bilmemiz gerekir; bu nedenle en eski ve en önemli
tabu yasaklarını ancak biraz aydınlatmakla yetinmek zorunda
kalacağız. Yine, ilkellerle nevrozlular arasında tam
karşılıklılığı ve birbirine noktası noktasına benzerliği olanaksız
kılacak kadar önemli farklar olduğunu anımsamalıyız.
Her şeyden önce ilkeller arasındaki yasakların gerçek kaynağını,
yani tabunun gerçek doğuşunu araştırmanın yararsız olduğunu
söylemeliyiz. Bizim varsayımımıza göre, bu kaynak onlarca "bilinç
dışı'' olduğu için tabular bize bu kaynağı bildiremez. Fakat
nevrozlardaki yasağı model olarak alıp tabunun tarihini şu biçimde
kurabiliriz: Tabular tarihlerinin bir evresinde ilkellere dışardan
zorlanmış çok eski yasaklardır, yani daha önceki bir kuşağın daha
sonraki bir kuşağa zorladığı kurallardır. Bunlar, şiddetle istenen
edimlere karşı konmuş yasaklardır. Belki ataerkil ve toplumsal
yetkenin koyduğu geleneğin bir sonucu olarak bu yasaklar kuşaktan
kuşağa geçerek sürmüş ama sonraki kuşaklara kalıt olarak kalmış
ruhsal bir kendine özgülük durumunda "biçimlenmiştir.'' Bu gibi
"doğuştan düşünceler'' var mı yok mu, bunlar kendiliklerinden mi
yoksa eğitim yoluyla birleşerek mi tabunun durağan bir duruma
gelişini etkilemişlerdir; bunu burada belirlemenin olanağı yoktur.
Bununla birlikte tabunun sürekliliği bize bir şey öğretmektedir:
Yerine getirilmesi yasaklanmış olan ilk istek, bu tabulara karşın
bu budunlar arasında yaşamayı sürdürmektedir. Öyleyse bu insanlar
tabu yasaklarına karşı çift değerli (ambivalent) bir tavır
almaktadır: Bilinçdışlarında bu kuralları dinlememekten başka bir
şey istememekte ama aynı zamanda bunu yapmaktan da
korkmaktadırlar. Korkmaktadırlar; çünkü onu dinlememek istedikleri
halde, korku hazdan daha güçlü gelmektedir. Fakat tıpkı nevrozda
olduğu gibi bu istek, bireylere kurallara aykırı olarak
kalmaktadır.
En eski ve en önemli tabu yasakları totemciliğin iki yasasıdır,
yani totem olan hayvanı öldürmemek, kadın cinsinden olan
totemdaşlarla cinsel ilişkiden sakınmak.
Öyleyse bunların, insanlığın en eski ve en güçlü istekleri olduğu
görülmektedir. Totemciliğin anlamı ve kaynağı bizce gizli olarak
kaldıkça bunu anlayamayız ve bu örneklerle varsayımımızın
doğruluğunu deneyemeyiz. Fakat bu tabularda kullanılan anlatım ve
bu tabuların bir arada oluşmaları durumu, bireyler üzerinde
yapılan psikanaliz araştırmalarının sonuçlarını bilenlere,
çocuktaki istek yaşamının merkez noktası ve nevrozların çekirdeği
dediğimiz şeyi anımsatacaktır.
Yukarıda söylediğimiz biçimde sınıflandırılmaya çalışılan diğer
bütün tabu türlerini bir tümcede özetlersek, hepsi birleştirilmiş
olur: Tabunun temeli bilinç dışında güçlü bir eğilimin istediği
yasak bir edimdir.
Nedenini bilmemekle birlikte yasak olan edimi gerçekleştiren ve
böylece tabuya karşı gelen kimselerin de tabu olduğunu
bilmekteyiz. Fakat tabunun yalnızca yasak olan edimi
gerçekleştiren kişiye karşı değil de, kuraldışı durumlarda bulunan
kimselere, bu kuraldışı durumlara ve kişisel olmayan eşyaya karşı
da uygulanmasıyla bunu nasıl birleştirmeli? Bütün bu değişik
koşullar, daima aynı kalan tehlikelilik niteliği nedir? Bu,
insanın çift değerli isteklerini uyandıran, yasağı bozmaya karşı
insanı iştahlandıran bir nedenden başka bir şey olamaz.
Tabuyu çiğneyen kimsenin kendisi de tabu olmaktadır; çünkü
başkalarını da bunu yapmaya iştahlandırmak gibi tehlikeli bir
kendine özgülüğü vardır. Herkesi kendisine imrendirmektedir;
herkese yasak olan şeyi o niye yapsın? Onun için o gerçekten
bulaşıcıdır. Her örnek, başkalarını da öykünmeye sürükleyeceği
için onu yapanın kendisinden sakınmak gerekir.
Fakat bir kimse bir tabuyu çiğnemeden de geçici ya da sürekli
olarak tabu olabilir. Bunun basit nedeni, bu gibi kimselerde
başkalarına yasaklanmış olan istekleri uyandıracak ve onlarda çift
değerli duyguların çatışmasına yol açacak bir kendine özgülük
olmasıdır. Kuraldışı konumların ve durumların çoğunda bu kendine
özgülük vardır ve bunlar tehlikeli bir etki gücü taşırlar. Kral ya
da başkan, çevresindekileri kendisine imrendirir, belki herkes de
kral olmak ister. Ölüler, yeni doğmuş çocuklar, kadınlar
kendilerini savunamayacak bir durumda oldukları için cinsel
olgunluğa erişmiş bireylerin, yeni bir zevkin baştan çıkarmasıyla
iştahlandıkları bir sırada bunları kendi üzerlerine kışkırtmaları
olasılığı vardır. Onun için bu gibi kimseler bu gibi durumlarda
tabu olmaktadır. Onların uyandırabileceği isteklere kimsenin
kapılmaması gerekir.
Şimdi türlü kişilerin manalarındaki güçlerin niçin birbirini
ortadan kaldırarak etkisiz bir duruma getirdiğini de anlamış
oluyoruz. Kralın tabusu, uyrukları için çok güçlüdür; çünkü
aralarında çok büyük toplumsal farklar vardır. Fakat örneğin bir
bakan, kral ile uyruklar arasında zararsız bir aracı olabilir.
Tabu dilinden normal psikoloji diline çevrildiğinde, bunun anlamı
şudur: Kral ile ilişkiye girme halkta güçlü bir imrenme duygusu
yaratacağı ve bundan çekinmesi gerektiği halde, konumuna o kadar
imrenilmeyen ve elde ettiği konuma herkesin pekala erişebileceği
yüksek bir görevliyle ilişkiye girmek mümkündür. Bakan krala karşı
bir kıskançlık duymakla birlikte elde ettiği etkiyi göz önünde
tutmakla bu kıskançlığı hafifletebilir. Öyleyse büyülü güçteki
isteklere yol açan küçük farklar, son derece büyük farklardan daha
az tehlikelidir.
Bazı tabu yasaklarının çiğnenmesinin, herkese kötülük getireceği
korkusuyla cezalandırılması ya da toplumun bütün bireyleri
tarafından kefareti ödenmesi gereken toplumsal bir tehlike
sayılmasının nedeni de böylece aydınlanmış oluyor. Eğer
bilinçlenmemiş isteklerin yerine gerçek içtepileri getirirsek,
gerçekten böyle bir tehlike vardır. Bu tehlike, çok geçmeden bütün
toplumun sonunda dağılmasına neden olacak olan öykünmeye yol
açması olasılığıdır. Eğer bir yasak çiğnendiği zaman bu cezasız
bırakılırsa, herkesin bu kötülüğü işleyene öykünmek isteyeceği
ortadadır.
Bir tabu yasağının gizli anlamının nevroz olaylarında olduğu kadar
özel nitelikte olması olanaksız olmakla birlikte, dokunmanın
"délire de toucher'' dokunma korkusunda oynadığı role benzer bir
rolü tabu yasaklarında da görürsek şaşmamalıyız. Dokunmak, bir
edinme ediminin bir kişiyi ya da şeyi kullanmaya kalkışmanın
başlangıcıdır.
Tabuda saklı bulunan bulaşma gücünü, insanı baştan çıkarma,
öykünmeye sürükleme özgülüğü olarak yorumladık Bu yorum, tabunun
bulaşıcılığının her şeyden önce eşyaya da geçmesiyle kendini
göstermesi ve eşyanın da tabulu olması durumuna uymuyor gibi
gözükmektedir.
Tabuda görülen bulaşıcılık, nevrozlarda gördüğümüz gibi
bilinçlenmemiş içtepilerin çağrışım kanallarıyla başka şeyler
üzerine kaydırılması eğiliminin bir anlatımıdır. Böylece görüyoruz
ki mananın tehlikeli büyülü gücü iki gerçek yetiye, yani
yasaklanmış istekleri anımsama yeteneğiyle yasağı bu istekler
uğruna çiğneme gibi daha önemli olan bir eğilime denk düşmektedir.
Fakat ilkelin ruhsal yaşamında yasaklanmış bir edimin anısının
uyanışıyla birlikte her zaman bu edimi gerçekleştirme eğiliminin
de uyandığını kabul edersek, o zaman bu iki güç tek güç olarak
yeniden birleşiyor demektir. Bu düşünüşe göre, anılarla istekler
yeniden birbirine kavuşmaktadır. Bir yasağa karşı gelen bir
kimsenin bu davranışı, başkalarını da aynı işi işlemeye götürürse,
tıpkı tabunun bir kişiden bir şeye ve bu şeyden başka bir şeye
geçişi gibi yasağa boyun eğmezliğin de bulaşma yoluyla geçtiğini
kabul etmek gerekir.
Eğer bir tabunun çiğnenmesi, elde bulunan bir şeyden ya da bir
özgürlükten vazgeçmek demek olan kefaret ya da tövbe yoluyla
düzeltilebilirse, bir tabu kuralına boyun eğmenin de gerçekten
istenilen bir şeyden vazgeçmek demek olduğunu göstermiş oluruz.
Bir özverinin savsaklanışını, başka yerde başka bir şeyden
özveride bulunma gidermektedir. Bundan çıkaracağımız sonuç, tabu
törenleri yönünden tövbenin, temizlenme töreninden daha eski
olduğu yolundadır.
Şimdi tabunun nevrozlularda görülen zorlayıcı yasaklarla
karşılaştırılmasından neler öğrendiğimizi özetleyelim. Tabu (bir
yetke tarafından) dışarıdan yükletilen ve insanın en zorlu
isteklerine karşı çevrilmiş olan çok ilkel bir yasaktır. Onu
çiğnemek isteği bilinç dışında bir yerleştirme yaşar; tabuya boyun
eğen kimseler tabunun yasakladığı şeye karşı çift değerli duygular
duyarlar. Tabuda görülen büyülü güç, insanı baştan çıkarma
özgülüğüne dönüşebilir; bulaşıcı bir hastalık gibidir; çünkü
ortadaki örnek daima bulaşıcıdır ve çünkü yasaklanan istek bilinç
dışında başka bir şeyin üzerine kaydırılabilir. Bir tabunun
çiğnenmesinin kefaret yoluyla temizlenmesi, tabuya boyun eğmenin
temelinde bir vazgeçme bulunduğunu gösterir.
3
Şimdi tabuyu zorlanma nevrozuyla karşılaştırmaktan ne elde
ettiğimizi ve bu karşılaştırmaya dayandırılan yorumun değerini
araştıralım. Başka bir yolun veremeyeceği yararı vermedikçe ve
tabuyu bize anlatacak başka araçlardan daha iyi anlatmadıkça, hiç
kuşku yoktur ki, yaptığımız yorumun hiçbir değeri olamaz. Gerçi
buraya kadar söylediklerimizle bu yorumun yararını göstermiş
olduğumuzu savlayabiliriz; fakat bunu tabu yasaklarının ve
adetlerinin daha incelikleriyle açıklamasını uygulama yoluyla
güçlendirmeye çalışmalıyız.
Şimdi bambaşka bir yöntem kullanabiliriz. Araştırmamızı,
nevrozlardan alarak tabuya uyguladığımız varsayımların ya da
vardığımız sonuçların ne dereceye kadar tabu olaylarında doğrudan
doğruya kanıtlanabileceğini belirtecek biçime sokabiliriz. Fakat
önce aradığımız şeyin ne olduğunu belirtmeliyiz. Tabunun
başlangıcı hakkındaki varsayım, yani tabunun vaktiyle dışarıdan
yükletilmiş ilkel bir yasaktan çıktığı varsayımı kuşkusuz
kanıtlanamaz. Onun için nevrozlarda gördüğümüz tabunun psikolojik
koşullarını daha çok aydınlatmaya çalışacağız. Nevrozlardaki bu
psikolojik etmenleri nasıl öğreniyoruz? Bunu, belirtilerin ve
özellikle zorlayıcı edimlerin, savunma tepkilerinin ve peşini
bırakmayan buyrukların psikanaliz yönünden incelenmesiyle
öğreniyoruz. Bu mekanizmalar çift değerli içtepilerden ya da
eğilimlerden gelmiş olduklarını kanıtlayacak her niteliği
göstermektedir; bunlarda ya istekle karşıtını aynı zamanda
görüyoruz ya da çatışan eğilimlerden birinin ötekini yenerek üstün
geldiğini görürüz. Öyleyse tabu kurallarında da bu çift
değerliliğin, yani karşıt eğilimlerin egemen olduğunu
gösterebilirsek ya da tabu mekanizmalarında nevroz belirtilerinde
olduğu gibi her iki eğilime birden yol veren bazı mekanizmalar
bulacak olursak, o zaman tabuyla zorlama nevrozları arasındaki
psikolojik karşılaştırmada en önemli olan noktayı yakalamış
oluruz.
Tabu yasaklarının başlıca ikisinin, totemcilikle ilgili olmasından
ötürü incelememize giremeyeceğine az önce değinmiştik. Tabu
kurallarının diğer bir kısmı da sonradan çıkma olduğu için bizim
işimize yaramazlar. Çünkü ilkeller arasında tabu, bizim
toplumumuzda yasa koyucuların koyduğu yasalara benzer. Ve örneğin,
başkanların ve rahiplerin kendi mallarını ya da ayrıcalıklarını
güvenceye almak için koydukları tabularda olduğu gibi, toplumsal
eğilimleri kabul ettirmeye yararlar. Yine bununla birlikte geriye,
inceleyebileceğimiz birçok yasa kalıyor. Bunlar arasında (a)
düşmanlara, (b) başkanlara ve (c) ölülere uygulanan tabuları ele
alacağım. Araştırmamızın gereçleri J.G. Frazer'in büyük yapıt olan
The Golden Bough ("Altın Dal") adlı kitaptan alınmıştır.
A) Düşmanlara karşı
Vahşi ve yarı vahşi budunların düşmanlarına karşı acımasızca
ve sonsuz derecede kıyıcılık yaptıklarını sandığımız için, bunlar
arasında bir adamın öldürülmesinin bile tabu adetleriyle ilgili
birtakım kurallara bağlı olduğunu öğrenmek bizi şaşırtır. Bu
kuralları kolayca dört öbeğe ayırabiliriz:
1) Öldürülen düşmanla uzlaşmayı,
2) Yasakları,
3) Öldürdükten sonra öldürenin bağışlanmayı dileme ve temizlenme
etkinliklerini ve
4) Bazı ayinler yapılmasını buyuran kurallar. Bu tabu adetlerinin
hangileri bu budunlar arasında yaygındır, hangileri değildir? Bu
budunlar üzerine bilgilerimizin eksikliği yüzünden bunu kesin
olarak bilememekteyiz: Fakat bizim bu olaylara olan ilgimiz
bakımından düşünürsek, bu sorun bizim için o kadar önemli bir
sorun değildir. Kaldı ki biz tek özelliklerle değil, oldukça
yayılmış olan adetlerle ilgiliyiz.
Timor Adası'nda savaşçılar düşmanlarını yenip bunların koparılmış
kafalarıyla geri döndükleri zaman, birtakım uzlaşma törenleri
yapılır; bu adet, böyle bir seferin önderi olan adamı üstelik
birtakım ağır yasaklara bağlı kılması bakımından özellikle
önemlidir. "Yenenler utku kazanmış olarak geri döndükleri zaman
düşmanların ruhunu barıştırmak için kurbanlar verilir; bu
yapılmazsa savaştan dönenlerin yanına yaklaşanlara kesinlikle bir
zarar gelir. Bu ayinde dans edilir, şarkı söylenir, bu şarkılarda
öldürülen düşman için yas tutulur ve ondan af dilenir: "Kızma;
çünkü senin başın burada bizimle birliktedir; oysa biz daha
şanssız olsaydık, şimdi bizim başımız senin köyünde
sergilenecekti. Bu kurbanı seni yatıştırmak için veriyoruz. Niçin
bize düşman oldun? Dost kalsaydık daha iyi olmaz mıydı? O zaman
senin kanın akmaz, başın kesilmezdi" denir.
Buna benzer adetler Keleb Adası'nda Palular arasında görülür;
Gallalar kendi köylerine dönmeden önce ölü düşmanlarının ruhu için
kurban verir.
Diğer bazı budunlar da öldürdükleri eski düşmanlarından dostlar,
gözetenler ve koruyucular kazanmanın yolunu bulmuştur. Bu da
kesilmiş başlara karşı şefkatli davranmaktan ibarettir. Borneo'nun
birçok ilkel boyu bunu yapmaktadır. Sarawak'ta Dayaklar seferden
dönüşte yurtlarına getirdikleri başlara aylarca en büyük saygı ve
şefkati gösterir, onlara dillerinin en sevimli adlarıyla
seslenirler. Yemeklerinin en iyi parçalarını, en sevilen
yemeklerini, sigaralarını onların ağzına koyarlar. Eski
dostlarından yüz çevirerek sevgisini yeni dostlarına vermeleri
için ölü düşmanlara sürekli yalvarılır; çünkü onlar artık
kendilerinden olmuştur. Bize korkunç bile gelse, buna kasıtlı bir
alay karıştığını sanmak büyük bir yanlış olur.
Kuzey Amerika'nın birçok vahşi boyunun arasında yaşayanlar,
bunların düşmanlarını öldürdükten ve derilerini yüzdükten sonra
tuttukları yasa şaşıp kalmıştır. Bir Choctaw bir düşman öldürünce
bir ay yasa girer, bir ay kendini belli başlı birtakım yasaklar
altına koyar. Dakota yerlileri de bunun gibi yas tutarlar J. O.
Dorsay adlı bir yetkeye göre, Osaga kızılderilileri kendi ölüleri
için yas tuttuktan sonra, düşmanları için de sanki dostlarıymış
gibi yas tutar.
Düşmanlara uygulanan diğer tabu adetlerine geçmeden önce, yerinde
bir itiraza karşı durumumuzu belirtmeliyiz. Bu uzlaştırma
kurallarında nedenlerin çok yalın olduğunu ve çift değerli
duygularla hiçbir ilgisi olmadığını bize göstermek için gerek
Frazer gerekse diğer yetkeler öne sürülebilir. Bazıları
diyebilirler ki: bu budunlar öldürdükleri kimselerin ruhuna
inandıkları için bunun etkisi altında korkuyorlar. Bu korku klasik
ilkçağda da vardı; büyük İngiliz dram yazarı onu Macbeth'in ve
üçüncü Richard'ın "hallucination"larıyla sahneye getirmiştir.
Gerek bütün uzlaştırma adetleri, gerekse daha sonra ele alacağımız
birçok yasak ve bağışlanma dileği böyle bir inanıştan mantıksal
olarak çıkarılabilir; üstelik dördüncü öbeğe giren ayinler de
böyle bir yorum için kanıt olarak gösterilebilir. Çünkü bunları
ancak ve ancak öldürenlerin peşinden ayrılmayan ölülerin ruhlarını
sürüp çıkarmakla açıklayabiliyoruz.
Bundan başka, vahşilerin kendileri de öldürdükleri düşmanların
ruhundan korktuklarını açıkça bildiriyor ve bu tabu adetlerinin
kökünü de kendileri bu korkuda buluyorlar.
Bu karşı çıkış kuşkusuz yerindedir, eğer doğru olsaydı başka bir
açıklama bulmak için uğraşmaktan sevinerek vazgeçerdik. Bu karşı
çıkışın incelenmesini sonraya bırakıyoruz; şimdilik onu, tabu
konusunda daha önce yaptığımız incelemeden edindiğimiz yorumla
karşılaştırıyoruz. Bütün bu tabu kurallarından vardığımız sonuç,
düşmanlara karşı alınan tavırlarda yalnızca düşmanca içtepilerin
değil, başka içtepilerin de anlatılmakta olduğudur. Bunlarda
düşmana karşı pişmanlığın, saygının ve öldürmenin doğurduğu vicdan
azabının tepkilerini görmekteyiz. Demek ki, çiğnenmesi kesinlikle
cezayla karşılanan "Öldürmeyeceksin!" buyruğu insanlara Tanrı
elinden yasa gelmeden önce bile bu ilkeller arasında varmış.
Şimdi tabu kurallarının geri kalanlarına dönelim. Düşmanı
öldürenlere yükletilen yasaklar çok çeşitli ve çok ciddidir. Timor
Adası'nda (yukarıda söylenen uzlaştırma adetleriyle
karşılaştırınız) seferin önderi kendi evine dönemez. Kendisine
özel bir kulübe yapılır. Burada çeşit çeşit temizlenme kurallarına
uyarak iki ay kalır. Bu iki ay içinde karısının yüzünü göremez,
kendi kendine yiyemez, yemeğini ağzına başkası koyar.
Bazı Dayak boyları arasında, başarılı geçmiş bir seferden dönen
savaşçılar günlerce karantina altında kalmak ve belirli
yiyeceklerden kaçınmak zorundadır. Bunlar demire dokunamaz,
karılarından ayrı kalmaları gerekir. Yeni Gine yakınlarındaki
Logea Adası'nda bir düşmanı öldüren ya da bunda eli olanlar
kendilerini bir hafta evlerine kapatır; karılarıyla ve dostlarıyla
ilişkiden sakınır, yiyeceklerine elleriyle dokunmazlar. Kendileri
için özel kaplarda ayrı pişen sebze yemeklerinden başka bir şey
yemezler. Bu sonuncu önlemin nedeni olarak bunların öldürdükleri
düşmanın kanını koklamazlarsa hastalanıp öleceklerini ileri
sürerler. Yeni Gine'de Taoripi ya da Motumotu boyları arasında
insan öldüren bir savaşçının karısına yanaşmaması ve yemeğine
parmaklarıyla dokunmaması gerekir. Ona başka bir kişinin özel
olarak yapılan yemekleri yedirmesi gerekir. Yeni ay doğuncaya
kadar bu böyle sürer.
Burada, utku kazanan savaşçılar hakkında Frazer'in dediği bütün
tabu olaylarını saymaktan çekinirim, yalnızca tabunun özelliğini
göze çarptıran ya da tabu yasaklarını temizlenme ve ayinle bağlı
olarak gösteren olayları ele alıyorum.
Alman Yeni Ginesi'nde Monumbolar arasında dövüşte düşmanı öldüren
adam "kirli" olur ve bu deyim, adet gören ya da lohusa olan kadına
da verilen adın aynıdır. Bu adamın uzunca zaman erkeklerin
toplanma odasından çıkmasına izin verilmez. Bu süre içinde köyün
erkekleri onun çevresinde toplanır, şarkılar ve danslarla utkusunu
kutlarlar. Bu adam hiçbir şeye, hatta karısına ve çocuklarına bile
dokunamaz, eğer dokunursa vücutlarında yaralar ve çıbanlar çıkar.
Bu adam ancak yıkanma, vb. törenlerle temizlenebilir.
Kuzey Amerika'da Natchezler arasında ilk kelleyi kesip getiren
delikanlı savaşçılar, altı ay birtakım şeylerden vazgeçmek
zorundadır. Karılarıyla birlikte yatmalarına ya da yemek
yemelerine izin verilmez; besin olarak ancak balık ve mısır
yiyebilirler. Bir Choctaw bir düşmanı öldürüp kellesini kestiği
zaman bir ay sürecek bir yasa başlar; bu sırada saçını taraması
yasaktır. Başı kaşındığı zaman eliyle kaşıyamaz, başını kaşımak
için ancak küçük bir değnek kullanabilir.
Pimalı bir kızılderili bir Apache kızılderilisini öldürdüğü zaman
enikonu bir temizlenme ve bağışlanmayı dileme törenine uymak
zorundadır. On altı günlük bir oruç döneminde yemeğe ya da tuza
dokunması, ateşe bakması, konuşması yasaktır. Ormanda tek başına
yaşar, orada kendisini yalnızca bir yaşlı kadın bekler, kendisine
biraz yiyecek verir. Çoğu kez en yakın derede yıkanır ve yas
belirtisi olarak başında bir balçık parçası taşır. On üçüncü gün
genel bir ayin yapılır ve bu ayinde hem kendisi, hem silahları
temizlenir. Pima Kızılderilileri insan öldürme tabusunu
düşmanlarından daha ciddiye aldıkları için bağışlanmayı dileme ve
temizlenme işini seferin sonuna bırakmazlar, bu yüzden ahlak
bakımından dürüstlükleri (ya da isterseniz sofulukları yüzünden
diyelim), savaştaki kahramanlıkları çok zarar görür. Son derece
cesur olmalarına karşın bunlar, Apachelara karşı yapılan
savaşlarda beyazların işine yaramaz bağdaşıklar olduklarını
göstermişlerdir.
Düşmanı öldürdükten sonra yapılan bu bağışlanmayı dileme ve
temizlenme törenlerinin ayrıntıları ve türleri daha titiz bir
araştırma bakımından dikkate değerdir; fakat bunları burada daha
fazla saymayı gereksiz görüyorum. Çünkü bize yeni bir görüş
vermezler. Şunu da ekleyeyim ki, profesyonel cellatların
zamanımıza kadar gelen bir yönteme göre geçici ya da sürekli
olarak toplumdan yalıtılmalarında bu adetin izlerini buluruz.
Ortaçağ toplumundaki malikane sahiplerinin (feodal beylerin)
durumu, ilkellerin tabusu üzerine bize güzel fikir verebilir.
Bu uzlaştırma, sakınma, bağışlanmayı dileme ve temizlenme
kuralları hakkında yazarların yaptığı açıklamalar iki ilkeyi, yani
ölünün tabusunun, kendisiyle ilişkiye giren her şeyi içine alması
ilkesiyle öldürülmüş adamın ruhundan korkma ilkesini
birleştiriyor. Bu iki ilke bu töreni ne oranda birlikte
açıklayabiliyor, eşit değerli mi, yoksa biri birinci derecede,
diğeri ikinci derecede mi sayılıyor? Bunlar hiçbir yerde
gösterilmemiştir, belirlenmesi de kolay bir iş değildir. Bunlara
karşı, bütün bu adetleri ilkellerin düşmanlarına karşı
gösterdikleri çift değerli duygudan çıkarma yoluyla biz
açıklamamızın bir birliğe ulaştığını belirtmek isteriz. |