B) Hükümdar
Tabusu
İlkellerin başkanlarına, krallarına ve rahiplerine karşı olan
davranışları birbirine karşıt olmaktan çok, birbirini tamamlayan
iki ilke tarafından yönetilir. Hem onları korurlar, hem de
onlardan korunurlar. Bu hedeflerin
ikisi de sayısız tabu kuralıyla elde edilir. Başkanlardan niçin
korunmak gerektiğini biliyoruz; başkanlar tehlikeli ve gizemli
sihir gücüne sahiptir. Bu güç, elektrik yükü gibi dokunmayla geçer
ve buna benzer bir yükle korunmayan bir kimsenin ölümüne ya da yok
olmasına neden olur. Öyleyse bu tehlikeyi kutsallıkla (ister
doğrudan doğruya, ister dolaylı yoldan olsun) ilişkilendirmekten
sakınmak gerekir. Sakınılmadığı zaman hiç olmazsa bunun korkunç
sonuçlarını kaldırmak için bir ayin yapılmalıdır. Örneğin Doğu
Afrika'da Nubalar, rahip-kralın evine girenin öleceğine inanır;
fakat girerken sol omuzlarını soyarak kralın elini oraya
değdirirlerse bu tehlikeden kurtulduklarına inanırlar. Burada
kralın dokunmasının, kralla ilişkiden doğan tehlikelere karşı
iyileştirici ve koruyucu bir araca dönüşmesi gibi dikkate değer
bir olay görüyoruz. Fakat bu olasılık, krala dokunma tehlikesinden
farklı olarak, kralın bir yerine bilerek dokunmanın iyileştirici
gücü sorunu, yani krala karşı edilgenlikle etkenlik arasındaki
karşıtlık sorunudur.
Hükümdara dokunmanın iyileştirici gücüne örnek bulmak için
vahşiler arasına kadar gitmeye gerek yok. Oldukça yakın zamanlara
değin İngiliz kralları bu güçle sıraca hastalarını iyileştirirdi
ve bundan dolayı bu güce "King's Evil'' ( kralın kötülüğü)
denirdi. Gerek Kraliçe Elisabeth gerekse ondan sonra gelenler bu
hükümdarlık ayrıcalığını bırakmamışlardır. Söylendiğine göre,
Birinci Charles 1633'te bir defada yüz hastayı iyileştirmişti.
Büyük İngiliz devriminden sonra oğlu İkinci Charles zamanında
kralın sıraca iyileştirmesi en yüksek derecesine çıkmıştı.
Söylendiğine göre, bu kral hükümdarlığında yüz bin sıracalıya
dokunmuştur. Bu yöntemle iyileştirilmek isteyenler o kadar çokmuş
ki, bir keresinde altı yedi hasta, iyileşeyim derken, kalabalık
arasında ezilerek ölmüş. Stuartların düşmesinden sonra İngiliz
tahtına geçen şüpheci Orange soyundan Üçüncü William bu büyüyü
yapmak istemedi; bir defa hastalara dokunmaya razı edildiği zaman
dokunurken şu sözleri söylemiş: "Tanrı size iyilik ve akıl
versin.''
Aşağıdaki olay, bilmeyerek bile olsa, krala ya da onunla ilgili
bir şeye dokunmanın doğurduğu korkunç etkiyi gösterir. Yeni
Zelanda'da yüksek konumlu ve çok kutsal sayılan bir kral, nasılsa,
yemeğinin artıklarını bir yolun kıyısında bırakmış. Yoldan geçen
genç ve sağlıklı bir köle bu artıkları görerek yemeğe başlamış;
fakat daha bitirmeye vakit kalmadan korkunç bir tayf kendisine
başkanın yemeğini yemekte olduğunu bildirmiş. Adamcağız güçlü ve
cesur bir savaşçı olduğu halde, bunu işitir işitmez yere yığılmış
ve korkunç çırpıntılar içinde kıvranmaya başlamış ve ertesi günü
güneşin batmasına doğru bu yüzden ölmüş.
Maorili bir kadın bir meyvayı yedikten sonra onun tabulu bir
yerden geldiğini öğrenmiş. Bu davranışıyla başkanın ruhunu
rahatsız etmiş olduğundan çarpılacağını düşünerek ağlamaya
başlamış. Bu olay öğleden sonra olmuştu. Ertesi günü saat on ikide
kadın ölmüştü. Maori başkanının
çakmağı bir keresinde birçok insanın yaşamına mal olmuştu. Başkan
çakmağı yitirmiş, onu bulanlar da çubuklarını yakmak için
kullanmışlardı. Fakat çakmağın kimin olduğunu öğrenince hepsi de
korkudan ölmüş.
Başkan ve rahip gibi tehlikeli kişileri, başkalarıyla ilişki
kurmasını önleyecek duvarlarla çevirerek ayırma gereksiniminin
duyulması şaşılacak bir şey değildir. Aslında tabu kurallarından
çıkan bu engellerin, bugün saray töreni biçiminde hala yaşamakta
olduğunu görüyoruz.
Fakat başkanlara karşı konan bu tabunun büyük bir kısmının kökeni,
onlardan korunma gereksinimine dayandırılamaz. Ayrıcalıklı
kimselere karşı alınan başka bir tavır da, bu kimseleri karşı
karşıya bulundukları tehlikelere karşı koruma gereksinimidir.Bu
durumda, tabunun oluşmasında ve dolayısıyla saray etiketinin
kökeninde bunun da ayrı bir payı vardır.
Kralı herhangi olası bir tehlikeden koruma zorunluluğu, kralların
uyruklarının mutluluk ve yıkımları yönünden sahip olduğu büyük
önemden doğar. Daha özel bir deyimle, hükümdar dünyanın gidişini
düzenleyen bir kişidir; yalnızca toprağın meyvalarını büyüten
yağmur ya da güneş için değil, kıyılarına gemileri getiren
rüzgardan ya da ayaklarının bastığı topraktan ötürü bile ulusu ona
şükran doludur. Bu ilkel
krallar, tanrılar kadar büyük bir gücü ve mutluluk verme
yeteneğini taşır; kuşkusuz, uygarlığın daha sonraki evrelerinde
ancak en köle ruhlu uluslar, hükümdarlarına bunlara benzer
nitelikler verme derecesinde ikiyüzlülük göstermiştir.
Bu kadar yetkin bir güce sahip olan kişilerin, kendilerini tehdit
eden tehlikelerden korunmak için bu kadar çok özene gereksinimi
olması apaçık bir karşıtlık gibi görünür; fakat ilkellerin
krallara karşı davranışlarında ortaya çıkan tek karşıtlık yalnızca
bu değildir. Bu insanlar kralların kendi ellerinde olan güçleri
iyi kullanıp kullanmadıklarını denetlemeyi zorunlu sayar; onların
iyi niyetlerinden ve vicdanlarından asla emin değildirler.
Krallar için olan bu tabu kurallarının kaynağında bir güvensizlik
vardır. Frazer şöyle der "İlk
krallıklar, halkın yalnızca hükümdar için yaşadığını kabul eden
bir yönetim biçimi değildi. Aksine, onlarda hükümdar yalnızca
uyrukları içindir; onun yaşamı, ancak doğanın gidişini halkın
çıkarlarına uygun olarak yönettikçe, konumunun gerektirdiği
görevleri yaptıkça değerlidir. Bunu yapmaktan aciz oldu mu, ona
karşı o zamana kadar göstermekte oldukları özen, bağlılık, dinsel
saygı kesilir, nefret ve aşağılamaya dönüşür, kral utanç verici
bir biçimde yerinden kovulur; canını kurtararak kaçabilirse
şükretsin. Bir gün tanrı diye tapınılan adam, ertesi gün bir suçlu
gibi öldürülebilir. Fakat halkın bu değişen tavrında bir kapris ya
da tutarsızlık yoktur. Aksine, davranışları tümüyle tutarlıdır.
Eğer kralları onların tanrısı ise, onların koruyucusu da
olmalıdır. Oysa onları korumazsa, yerini bunu yapacak birine
bırakması gerekir. Fakat onların gereksinimlerini karşıladığı
sürece ona karşı gösterdikleri özenin sonu yoktur. Bu türden bir
kral, birçok yasa ve törenle örülü tören etiketlerinden kurulu bir
çitin içinde yaşar. Bunun amacı ona görkem sağlamak anlamına
değil, doğanın uyumunu bozma yoluyla kendisini, halkını ve bütün
dünyayı genel bir çöküntü içine düşürebilecek bir davranışının
önüne geçme anlamına gelir. Bu tören onun rahatlığını artırmaktan
çok, her davranışının önüne bir olta koyarak onun devinimlerini
kısıtlar ve hatta korunması halkın amacı olan yaşamını kendisine
bir yük ve acı kaynağı durumuna getirir."
Tabu töreniyle kutsal bir başkanı zincir altına almanın ve
alıkoymanın en göz kamaştıran örneklerine, ilk yüzyıllarda olduğu
gibi, Japon Mikadosu'nun günlük yaşamındaki adetlerde varılmıştır.
İki yüzyıl önceyle ilgili bir betimleme
bunu şöyle anlatıyor: "Mikado ayaklarıyla yere basmayı görkem ve
kutsallığına zarar verecek bir şey sayar; bu yüzden bir yere
gitmek istediği zaman, oraya ancak adamların omuzunda taşınabilir.
Kutsal bedenini açık havaya göstermesinden acı duyarlar, güneş
onun başı üzerinde parlayacak kadar değerli sayılmaz. Bedeninin
bütün parçalarına o kadar kutsallık yüklenmiştir ki, saçını,
sakalını ve tırnaklarını bile kesemez. Bununla birlikte çok pis
olmaması için de, geceleyin uyurken onu temizleyebilirler; çünkü
böyle zamanda bedeninden alınan şeylerin ondan çalınmış olduğunu
ve böyle bir hırsızlığın onun görkem ve kutsallığını bozmayacağını
söylerler. Eski zamanlarda, her sabah başında imparatorluk tacı
bulunduğu halde tahtının üzerine oturması gerekirdi; fakat taht
üzerinde ellerini, ayaklarını, başını ya da gözlerini ve bedeninin
hiçbir parçasını kımıldatmaksızın put gibi oturmak zorundaydı;
çünkü bu biçimde imparatorluğu içinde dirlik ve barışı
sağlayabileceğine inanılır. Tanrı göstermesin, eğer bir yana dönse
ya da imparatorluğunun herhangi bir kısmına biraz olsun baksa
savaş, açlık, yangın ya da çok uğursuz bir şeyin ülkeyi harap
etmek üzere olduğunu anlarlardı.''
Barbar kralların bağlı oldukları tabuların bazıları, katillerin
bağlı tutulduğu kayıtları anımsatır. Doğu Amerika'da Aşağı Gine'de
Padron Burnu'nda Shak Point'te Kukulu adı verilen rahip-kral bir
ormanda yalnız başına yaşar. Kadına dokunması ya da evinde
oturması yasaktır, hatta sandalyesinden kalkamaz bile; bu
sandalyenin üstünde, oturur durumda uyumak zorundadır. Eğer
yatacak olursa rüzgar kesilir, gemiler denizde hareket edemez.
Onun görevi fırtınaları buyruğu altına almak ve genellikle havanın
tam ve sağlıklı olmasını sağlamaktır.
Bastian şöyle der: "Bir kral ne kadar güçlü olursa o kadar çok
tabuya boyuneğmelidir. Tahtının adayı da çocukluğundan başlayarak
aynı tabularla bağlıdır; daha büyürken bile onun çevresinde
tabular birikmeye başlar ve tahta çıkmasıyla birlikte bu tabuların
altında adeta boğulur".
Hükümdarla rahibin konumlarına yapışık olan bu tabular hakkındaki
örnekleri çoğaltmaya ne yerimiz, ne amacımız uygundur. Yalnızca,
devinme ve yemek yeme özgürlüğü üzerine konan sınırlamaların
bunlar arasında başlıca rolü oynadığını ekleyelim. Fakat uygar
uluslardan ve çok daha yüksek bir ekin düzeyinden alınan tabu
törenine ilgili iki örnek, bu ayrıcalıklı kişilerle ortaklığın
eski adetleri ne dereceye kadar korumaya çalıştığını bize
gösterir.
Roma'da Juppiter'in büyük rahibi Flaman Diabis şaşılacak kadar çok
tabu kuralına bağlıydı. Ata binemez; bakamaz; silahlı bir adama
bakamaz; kırılmamış bir yüzük takamaz; giysilerinde bir düğüm
yapamaz; buğday ununa ya da hamura dokunamaz; keçinin, köpeğin,
çiğ etin, bakla ve sarmaşığın adını anamaz; saçlarını ancak özgür
bir adam , o da yalnızca bronz bir bıçakla kesebilir, saçı ve
tırnak parçaları tekin bir ağacın altına gömülür; ölüye dokunamaz,
dışarı ancak başı açık çıkabilirdi ve bunun gibi daha birçok yasak
altındaydı. Karısı Flaminica'nın da ayrı yasakları vardı: Bazı
merdivenlerde üç basamaktan yukarı çıkamaz ve bazı bayramlarda
saçlarını tarayamazdı; ayakkabılarının derisi doğal bir ölümle
ölen hayvan derisinden olamaz, ancak öldürülmüş ya da kurban
edilmiş hayvanın derisinden olabilirdi; gök gürültüsünü işittiği
zaman bir kefaret kurbanı kesinceye kadar kirli olurdu.
İrlanda'nın eski kralları bir sürü garip kurallar altındaydı,
bunlara boyuneğmenin yurda mutluluk getirdiği, eğmemenin ise
kötülüğün her türlüsüne neden olduğu sanılırdı. Bu tabulara
ilişkin bilgiler, en eski yazmaları 1390 ile 1418 arasında bulunan
Book of Knights adlı bir kitaptadır. Bu yasaklar çok ayrıntılıdır
ve ayrı yer ve zamanlarda bazı etkinlikleri içerir. Örneğin kral
haftanın belirli bir gününde bazı kentlerde duramaz, şu ya da bu
saatte şunun ya da bunun üstünden geçemez, belirli bir ovada tam
dokuz gün çadır kuramaz, vb.
Birçok vahşi budun arasında rahip-kralların üzerine konan tabu
kurallarının şiddeti özellikle bizim görüşümüze göre çok önemli
olan tarihsel sonuçlar yaratmıştır. Rahip-kral olma onuru bu
yüzden istenilmeyen bir şey olmuştur; bu yere geçme sırası
kendisinde olan birçok kimse bundan kaçmak için her türlü yola
başvururdu. Örneğin Kombodscha'da ateş ve su kralının yerine
geçecek olanı bu oruna getirmek için zorlamak gerekirdi. Pasifik
Okyanusu'nda bir mercan adası olan Niue ve Savage Adası'nda
krallık ortadan kalkmıştı; çünkü bu sorumluluk gerektiren ve
tehlikeli görevi üstüne almaya istekli kimse çıkmamıştı. Batı
Afrika'nın bazı yerlerinde kralın ölümünden sonra yerine geçecek
adamı kararlaştırmak için bir kurultay toplanır. Üzerinde karar
kılınan adam derhal yakalanır, bağlanır ve tahtı kabul edeceğini
ilan edinceye kadar fetiş evine kapatılır. Bazen tasarlanan ardıl
bu onurdan kaçmanın yolunu ve çaresini bulur; hatta bir başkanın
zorla tahta oturtulma tehlikesine karşı kendini savunmak için
geceli gündüzlü silahlı dolaştığı aktarılmaktadır. Sierra Leone zencileri arasında
krallık onurunu kabule karşı o kadar büyük bir direnç vardır ki
birçok boy, krallarını yabancılar arasından seçmek zorunda kalır.
Frazer bu durumların nedenini, tarihin gelişmesinde ilk
rahip-krallığın bir ruhani, bir de cismani güce ayrılmasında
bulur. Kutsallıklarının yükü altında ezilen krallar, güçleri
gerçek eşya üzerinde etkili olamayacak duruma geldiğinden, bu işi
aşağı ama krallık görkeminin onurlarından vazgeçmeye istekli
kişilere bırakmaktadırlar. İşte cismani hükümdarlık bu biçimde
ortaya çıkmakta, artık uygulamada bir önemi kalmayan ruhani
hükümdarlık ise eski tabu krallara kalmaktadır. Bu varsayımın ne
dereceye kadar sağlam olduğunu eski Japonya'nın tarihi bize pek
iyi göstermektedir.
İlkel insanlarla hükümdarları arasındaki ilişkilere ilişkin olarak
aktardığımız bu bilgilerden psikanalitik anlayışa ilerlememizin
zor olmayacağını umabiliriz. Bu ilişkiler son derece karışıktır ve
karşıtlıklarla doludur. Hükümdarlara büyük ayrıcalıklar
verilmekte, fakat başka alanlarda onların karşısına bu
ayrıcalıkları hiçe indirecek tabu yasakları çıkmaktadır. Bu
insanlar ayrıcalıklı kişilerdir, tabuların dışında her
istediklerini yapabilirler. Fakat bu özgürlüğe karşılık herkese
zararı olmayan başka tabuların baskısı altındadırlar. Böylece
burada ilk karşıtlık, hatta tutarsızlıkla karşılaşıyoruz: Bir
yanda sınırsız bir özgürlük, diğer yanda sınırsız bir baskı aynı
insana uygulanmaktadır. Kendilerine çok yüksek büyülü güçler
verilmekte, onun için onlarla ya da onlarla ilgili şeylerle
ilişkiden korkulmaktadır; oysa diğer yandan bu ilişkilerden en
yararlı sonuçlar beklenmektedir. Bu da ikinci ve açık bir
tutarsızlık olarak görünmektedir; ancak bunun yalnızca bir görünüş
olduğunu anlamış bulunmaktayız. Kralın kendisinin iyi niyetle
kurduğu ilişki koruyucu ve şifa vericidir; ancak sıradan bir adam
krala ya da onunla ilgili eşyaya dokunduğu zaman bu ilişki
tehlikeli olmaktadır, bunun da nedeni, bu dokunmanın saldırganlık
eğilimlerini anımsatması olasılığıdır. Bunun kadar kolay
çözülmeyen diğer bir tutarsızlık, hükümdarda doğaüstü büyük bir
güç varsayıldığı halde, bu gücü yetmezmiş gibi kendisini tehdit
eden tehlikelere karşı onu korumaya çalışmalarıdır. Kralla
uyrukları arasındaki ilişkide karşılaşılan diğer bir güçlük,
hükümdarın bu büyük gücünü, kendi kendini korumak için
kullanacağından emin olmadıkları gibi uyruklarının çıkarlarını
koruma yolunda kullanacağına da güvenememelerinden çıkmaktadır.
Onun için hükümdara güvenilmemekte, onun göz hapsine ve denetim
altına alınması gerekmektedir. Kralın yaşamının bağlı olduğu tabu
etiketi hem kralın üzerinde bir vesayet kurmaya, hem onu
tehlikelerden korumaya, hem de onun uyruklarına getireceği
tehlikeden uyruklarını korumaya yarar.
İlkel insanların hükümdarlarıyla olan bu karşılıklı ve karşıtlık
içeren ilişkisi bizce şöyle açıklanabilir: Hükümdarlara karşı
bulunulan davranışta, gerek boş inançlar, gerekse başka nedenlerle
birbirinden farklı eğilimler kendini göstermekte ve bunların her
biri diğerinden bağımsız olarak en aşırı biçimine kadar
gitmektedir. Bunun sonucunda, sorun yalnızca bir din sorunu ya da
yalnızca bir "bağlılık'' sorunu olarak kaldığı sürece ortaya öyle
tutarsızlıklar çıkmaktadır ki bunları içine sindirmekte ilkel
insan uygar insandan hiç de daha ileri gitmiş olmamaktadır.
Bu açıklama buraya kadar güzel; fakat psikanalitik teknik sorunun
daha derinlerine girmemizi ve birbirinden ayrı eğilimlerin içeriği
hakkında bir şey eklememizi mümkün kılıyor. Anılan örnekleri,
nevroz belirtileri varsayar ve psikanalize uygularsak, tabu
töreninin dibinde bulduğumuz korkulu üzüntülerin şiddeti derhal
gözümüze çarpacaktır.
Bu kadar aşırı bir şefkat, nevrozlarda ve özellikle karşılaştırma
için ele aldığımız zorlanma nevrozlarında çok yaygın olarak
görülür. Bu şefkatin kaynağını şimdi tümüyle anlamaktayız. Egemen
olan sevgi duygularının yanında, ona karşıt ama bilinç dışı olan
bir nefret duygusu da vardır. Yani bu, tipik bir çift değerli
duygunun oluşturduğu bir şeydir. Bu nefret duygusu, şefkat
duygusunun üstün gelmesiyle bastırılmakta ve üzüntü biçiminde
anlatılmaktadır; böyle olmasaydı, karşıt duygu bilinç dışı bir
durumda baskıda tutmaktan ibaret olan görevini yapamayacağından,
zorlayıcı bir görünüş kazanmaktadır. Her psikanalist son derece
acılı ve tutkulu olan bu şefkat duygusunun (örneğin anneyle çocuk
arasında ya da birbirini seven evli çiftler arasında olduğu gibi)
en umulmaz durumlarda bile hep abartılı bir üzüntüye dönüştüğünü
bilir. Ayrıcalıklı kişilerle olan ilişkilerde de, duyguların bu
karşıt çifteliği görüşü sayesinde, halkın onlara verdiği bütün
konumlara, bütün tanrılaştırmalara karşın bilinç dışında yoğun bir
nefret eğilimini yaşamakta olduğu görülür, yani karşıt duygululuk
durumu aynı derecede burada da geçerlidir. Kralı baskıda tutan
tabuların kaynağı olan güvensizlik duygusu, aynı bilinçsiz
nefretin diğer bir görünümüdür. Gerçekten de bu çatışmanın
yarattığı sonuçlar farklı uluslarda o kadar çeşitlidir ki, bu
nefretin varlığını bize kolayca bulduracak örnekleri bol bol elde
edebiliyoruz.
Frazer'den, Sierra Leone'nin
vahşi Timmolarının, seçtikleri kralı taç giyme gününün gecesi
dövme hakkına sahip olduğunu öğreniyoruz. Ve bu anayasal haklarını
o kadar eksiksiz biçimde yerine getirmektedirler ki, zavallı
hükümdar çoğu kez tahta geçtikten sonra uzun süre
yaşayamamaktadır. Bu yüzden ülkenin ileri gelenleri, kin
besledikleri kimselerin seçilmesini bir yasa haline getirmiştir.
Böyle olduğu halde, bu kadar açık durumlarda bile, kin duygusu
açığa vurulmaz, sanki bir törenmiş gibi gösterilir.
İlkel insanların hükümdarlarına karşı aldıkları tavırda gördüğümüz
başka bir özellik, ruh hastalıklarında her zaman görülen ve "itisafi
mani" adını verdiğimiz rahatsızlığa dönüşen başka bir mekanizmada
görülmektedir. Bu rahatsızlığa yakalananlar hep belirli bir
kişinin önemini son derecede büyütürler. Hasta, başına gelen her
yıkımın sorumluluğunu kolayca ona yüklemek için, o kişinin gücünü
erişilmeyecek derecelere yükseltir. Gerçekte vahşilerin de
hükümdarlarına yağmura, güneşe, rüzgarlara egemen olma gücünü
yükledikten sonra, iyi bir av ya da olgun bir ürün bekledikleri
halde doğanın kendilerini aldattığını görünce hükümdarı tahtından
indirerek ya da öldürerek hınçlarını aldıkları zaman yaptıkları,
bundan farklı bir şey değildir. Paronayalıların "itisafi
mani"lerinde kurdukları kişinin prototipinin, çocuk-baba
ilişkisinde bulunduğu görülmüştür. Oğulun imgesinde babada hep
böyle kesin bir güç olduğu varsayılır. Babaya karşı beslenen
güvensizlik, yine ona karşı gösterilen yüksek bir saygıyla sıkı
sıkıya bağlıdır. Paranoyak da kendisine karşı kıyıcılık yaptığına
inandığı kimsenin yaptıklarını söylerken, onu babasının düzeyine
yükseltir, onu başına gelen bütün şanssızlıkların nedeni
olabilecek bir konuma getirir. Bu yolla ilkelle nevrozlu
arasındaki bu ikinci benzerlik bize ilkelin hükümdarına karşı
tavrının, çocuğun babasına karşı tavrına ne kadar benzediğini
göstermektedir.
Fakat tabu yasaklarını nevroz belirtileriyle karşılaştırmaya
dayanan kuramımızın en güçlü kanıtlarını, hükümdarlık kurumunda
çok büyük önemini göstermiş olduğumuz tabu törenlerinin kendisinde
buluruz. Tabu törenlerinin yarattığı sonuçların aslında güttüğü
sonuçlar olduğunu kabul edersek, bu törenlerin her zaman çifte
anlamı olduğunu ve kökeninde "çift değerli" eğilimler bulunduğunu
görürüz. Bu törenler yalnızca kralları başkalarından ayırmakla ve
onları sıradan ölümlülerin üzerine yükseltmekle kalmaz, aynı
zamanda onların yaşamını bir işkenceye, dayanılamaz bir yüke
dönüştürür, onları uyruklarınınkinden çok daha kötü olan bir
tutsaklık içine sürükler. Öyleyse bu, nevrozlarda gördüğümüz
durumun tam karşılığıdır. Nevrozlarda bilinç dışına itilen
içtepiyle onu iten içtepinin ikisi de karşılıklı olarak birlikte
doyurulur. Nevrozdaki zorlanmalı davranış, yasak olan edime karşı
sözde bir korunma edimidir, oysa gerçekte o yasaklanmış olan
edimin kendisinin bir yinelenmesidir. "Sözde" sözcüğü bilinçli ruh
yaşamına, "gerçekte" deyişi ise bilinç dışı yaşama denk düşer.
Böylece kralların tabu törenleri de, görünürde onlara gösterilen
en yüksek saygının ve onu koruma yollarının bir anlatımıdır; fakat
gerçekte onu yükseltmelerinin cezası, uyrukların ondan aldığı
öçtür. Cervantes'in Sancho Panza'yı bir adaya vali yaparak orada
başından geçirdiği olaylara bakılırsa, saray teşrifatının bu
biçimde yorumlanmasının doğru yorum biçimi olduğunu Cervantes'in
anladığı görülür. Bugünkü kralların ve hükümdarların içinden
geçenleri söyletmek elimizde olsaydı, belki onlar da bunu
onaylardı.
Hükümdarlara karşı alınan duygusal tavrın niçin böyle güçlü bilinç
dışı bir kin payı taşıdığı sorunu, bu kitabın alanını aşan, çok
ilgi çekici bir sorundur. Şimdiye değin çocuğun baba kompleksine
işaret etmiştik; buna, krallığın ilk tarihinin incelenmesinin,
bize bu sorun hakkında kesin bir yanıt verebileceğini de
ekleyelim. Frazer oldukça dikkate değer bir kuram ileri sürer:
"İlk krallar yabancılardı, bunlar kısa bir hükümdarlıktan sonra,
tanrılığın temsilcisi olarak görkemli şölenlerde kurban edilmeye
mahkûmdu." Fakat Frazer'in kendisi olaylarını tümüyle kandırıcı
bulmamaktadır. Krallığın bu
ilkel tarihinin yankısını Hıristiyanlığın mitoslarında
bulabiliriz.
C) Ölüler Tabusu
Ölülerin yaşayanlar üzerinde egemen olduklarına inanıldığını
biliyoruz. Fakat ölülerin aynı zamanda düşman sayıldığını
söylersek buna şaşarsınız..
Birçok ilkel insan arasında ölüler tabusunun (daha önce yaptığımız
gibi bulaşıcılık benzetmemizi korursak) özel bir şiddet
gösterdiğini söyleyebiliriz. Bunu ölüye dokunmanın doğurduğu
sonuçlarda, bir de ölü için yas tutanlara karşı davranışta
görürüz. Maoriler arasında bir cesede dokunmuş ya da gömülmesine
katılmış olan bir kimse olağanüstü kirli olur ve bütün
arkadaşlarıyla hemen hemen her türlü ilişkisi kesilir; adeta ona
karşı boykot yapılır. Bir eve girecek olursa, insanlara ya da
eşyaya yanaşacak olursa, kendi kirliliğini başkalarına bulaştırmış
olur. Hatta kendi yemeğine çok kirli olan eliyle dokunamaz. Yemeği
yere konur, onu ellerini arkasına alarak dudaklarıyla ve
dişleriyle yemekten başka çaresi yoktur. Bazen yemeğini başka biri
yedirir ve bu şanssız adama dokunmamak için kolları dışarıya doğru
gerilmiş durumda ona yardım eder; ve bu yardımcıya da hemen hemen
aynı baskı ve yasaklar uygulanır. Hemen hemen her toplumda
dışlanmış, saygınlığı olmayan, kimsesiz ve ancak halkın
sadakasıyla yoksul yaşamlarını sürdürebilen kimseler bulunur. İşte
ancak bu gibi kimseler ölmüşe son görevini yapmış olanlara bir kol
uzunluğunda yaklaşmaya yetkilidir. Bu yalıtılma dönemi geçer
geçmez ve cesede dokunarak kirlenen bu kişi yeniden arkadaşları
arasına karışır karışmaz, tehlikeli dönem sırasında kullandığı
bütün kaplar atılır.
Ölünün cesedine dokunmayla ilgili tabular Polinezya'da,
Melanezya'da ve Afrika'nın bir kısmında aynıdır; en değişmez yanı
yiyeceklere dokunma yasağı ve başkası tarafından yedirilme
zorunluluğudur. Polinezya'da ya da belki de yalnızca Hawai'de rahip-kralların da kutsal
görevlerini yaparken aynı yasaklara uymak zorunda olması dikkate
değer bir şeydir. Tonga Adası'ndaki ölü tabusunda, yasağın süresi
ve şiddeti bireyin dokunduğu ölünün tabusunda gizli olan güce göre
değişir. Ölmüş bir başkanın cesedine dokunmuş olan bir kimse on ay
boyunca kirli sayılır; fakat bu adamın kendisi başkansa ölünün
düzeyine göre ancak üç, dört ya da beş ay boyunca kirli sayılır;
eğer ceset tanrılaştırılmış bir üst başkanın cesediyse en büyük
başkanlar bile on ay tabu olurlar. Bu ilkeller o kadar kaba
sofudurlar ki, bu tabu kurallarını bozan bir adam şiddetle
hastalanıp ölür ve bir gözlemcinin düşüncesine göre hiçbir zaman
bunun aksine inanmak istemezler.
Ölünün cesediyle maddi anlamda değilse bile dolaylı olarak bir
ilişkisi olduğuna inanılan dul kadın ya da erkek gibi yaslı
akrabaların durumu da temel olarak yukarıda anlattıklarımız
gibidir; fakat bunlara bizim açımızdan çok daha büyük bir ilgi
gösterilmeye değer. Şimdiye değin anlattığımız kurallarda yalnızca
tabunun şiddetinin ve yayılma gücünün tipik anlatımını
görmekteyiz; şimdi vereceğimiz örneklerdeyse, tabunun hem
görünüşteki örgelerini, hem de temel ve gerçek örgelerini
görebileceğiz.
İngiliz Kolombiyası'nda Shuswap'da dul kalan kadın ve erkekler yas
dönemleri sırasında yalıtılmış olarak kalmak zorundadır; başlarına
ya da vücutlarına ellerini dokunduramazlar, onların kullandığı
eşyayı kimse kullanamaz. Avcılar, içinde böyle bir yaslının
bulunduğu bir kulübeye yaklaşmaz; çünkü bu, kendisine uğursuzluk
getirir; eğer yaslılardan birinin gölgesi onun üzerine düşerse,
kesinlikle hasta olur. Yaslılar dikenli çalılar üstünde uyur.
Yatakları da dikenli çalılarla çevrilidir. Bunun nedeni ölünün
ruhunun içeriye girmesine engel olmaktır. Kuzey Amerika boylarında
dul kadının, kocası öldükten sonra ölünün ruhunun yaklaşmasına
engel olmak için kuru otlardan yapılmış bir tür pantolon giymek
zorunda olma adeti de anlamlıdır. Bu örneklerde, benzetme
anlamındaki dokunmanın da tıpkı cesede dokunma gibi sayıldığı
açıkça görülmektedir; çünkü ölünün ruhu akrabasından ayrılmamakta,
yas dönemi boyunca onların "çevresinde dolaşmaktan"
vazgeçmemektedir.
Filipin Adalarından biri olan Palawan Adası'nda yaşayan
Agutainolar arasında, dul kalan kadın, kocası öldükten sonra, ilk
yedi ya da sekiz gün kulübesinden dışarı çıkamaz; ancak kimseyle
karşılaşması olasılığı olmayan bir zamanda, yani geceleyin dışarı
çıkabilir. Eğer onu birisi görürse, gören adam derhal ölüm
tehlikesi altında kalır. Onun için başkalarının kendisine
yanaşmasına engel olmak için her adımında elindeki bir değnekle
çalılara vurarak yürür. Diğer bir gözlem de, bize dulların
tehlikeliliğini göstermektedir. İngiliz Yeni Ginesi'ndeki Mekeo
çevresinde dul bir erkek bütün yurttaşlık haklarından yoksun kalır
ve bir süre adeta sürgün gibi yaşar. Toprağı ekemez. Halk içine
çıkamaz, köye giremez, sokaklarda dolaşamaz. Adeta vahşi bir
hayvan gibi, yüksek otlar ve çalılıklar arasına kaçar. Özellikle
de yaklaşmakta olan bir kadın görürse, koyu çalılar arasında
saklanmak zorundadır. Bu olay, dul kadın ya da erkekteki
tehlikenin, baştan çıkarma tehlikesinden doğan bir şey olduğunu
göstermeye yarar. Karısını yitirmiş olan bir adam, karısının
yerine başka bir kadını koyma isteğinden korunmak zorundadır; dul
kadın da isteğe karşı koymalıdır. Kocasız kaldığı için başka bir
erkeğe karşı istek duyabilir. Oysa yerine geçirme yoluyla
isteklerin doyurulması, yas tutmada gözetilen ereğe uymaz ve
ölünün ruhunun öfkelenmesine yol açar.
İlkel insanlar arasında yas tabusu adetlerinin en şaşırtıcı ve
aynı zamanda en öğretici olan bir diğeri, ölmüşün adını anma
yasağıdır. Bu yasak çok yaygındır ve önemli sonuçları olan birçok
kılık değiştirmeye uğramıştır.
Tabu adetlerini bize en iyi durumuyla korunmuş olarak gösteren
Avustralyalılardan ve Polinezyalılardan başka, bu yasağı aynı
zamanda Sibirya Samoyetleri, Güney Hindistan Todaları, Tataristan
Moğolları ve Sahra Tuaregleri, Japonya Ainoları, Orta Afrika
Akamba ve Nandileri, Filipin Tinguaneleri Nikobar ve Madagaskar
Adaları ve Borneo gibi birbirinden çok ayrı ve uzak olan yerlerin
halklarında görmekteyiz. Bu
budunların bazıları arasında bu yasak ve yasağın doğurduğu
sonuçlar yalnızca yas dönemi sırasında geçerlidir, oysa
diğerlerinde sürekli olarak kalır; fakat hepsinde de ölümden sonra
geçen zamanın çoğalmasıyla azalır.
Ölmüşün adından sakınmaya, kural olarak son derece şiddetle
uyulur. Örneğin Güney Amerika yerlileri arasında, ölmüşün adını,
yaşayanların huzurunda anmak en korkunç tecavüz sayılır ve cezası
kendini asmaktan daha hafif değildir.
İlk bakışta bir adın söylenmesinin niçin bu kadar yasak olduğunu
kestirmek kolay değildir; fakat onun birlikte getirdiği tehlikeler
bundan sakınmayı gerektirecek birçok ilginç ve önemli önlem
yaratmıştır. Bunun için Afrika'da Masailer ölünün adını, ölür
ölmez değiştirerek bu tehlikeden kurtulmanın hilesini bulmuştur; o
zaman ölünün yeni adı hiç korkmaksızın söylenebilir ve bundan
sonra yasaklar eski adın üzerinde kalır. Ruhun bu yeni adı
bilemeyeceğine ve onu bulamayacağına inanılır. Adelaide ve
Encounter Körfezi'ndeki Avustralya yerlileri o kadar tutarlı bir
biçimde dikkatlidir ki, bir ölüm olması durumunda aynı adı ya da
ona benzer bir adı taşıyan hemen herkes adını değiştirir. Bazan,
Viktoria ve Kuzey Amerika'daki birçok boyda görüldüğü gibi, bu
yolda daha da ileri gidilerek ölünün bütün akrabaları, adları
ölünün adına ses bakımından benzemese bile, kendi adlarını
değiştirir. Paraguay'da Guaycurular arasında bu gibi ölüm
durumlarında başkan, boyun bütün üyelerine yeni adlar takar ve
onlar da sanki eskiden beri bu adlarla anılırlarmış gibi
davranırlar.
Hatta eğer ölünün adı bir hayvanın ya da eşyanın adına benziyorsa,
az önce anılan bazı boylar bu hayvanlara ya da eşyaya yeni adlar
takmak zorunda kalır, böylece bunların adını söylerken ölünün
adını anmış olmanın önüne geçerler. Bu yüzden misyonerlere birçok
güçlük çıkaran ve kullanılan dilin hiç durmadan değişmesi gibi bir
sonuca varılmaktadır, özellikle bir ad üzerine konan yasağın
sürekli olduğu yerlerde bu daha da çoktur. Misyoner Dobrizhofer'in
Paraguay'da Abiponlar arasında geçirdiği yedi yıl içinde Güney
Amerika'nın Jaguar kaplanının adı üç kez değişmiş ve kertenkele,
diken ve hayvan boğazlamanın adlarının başına da aynı şey
gelmiştir.
Ölmüş biriyle ilgili olan bir adı anma korkusu, ölmüş adamla bir
ilgisi olan her şeyin adının anılmasına değin etkisini
göstermektedir. Bu adetin daha önemli bir sonucu da, bu boyların
geleneklerinin ya da tarihsel anılarının olmamasına yol açması ve
bu yolla onların geçmişteki tarihlerini incelemeyi bir hayli
güçleştirmesidir. Bu ilkel insanların bir kısmında aynı zamanda,
uzun bir yas döneminden sonra ölülerin adını yeniden canlandırmak
için birtakım ödün adetleri vardır; bu adlar ölünün dirilmişi
sayılan çocuklara verilmektedir.
İlkellerin kendi adlarına, kişinin temel bir parçası ve önemli bir
malı gibi baktığını ve eşyanın bütün anlamını sözcüklere
yüklediğini düşünürsek, bu ad tabusunun garipliği azalır. Başka
bir yapıtımda gösterdiğim gibi, bizim çocuklarımız da aynı şeyi
yapmaktalar ve bunun için de sözcük benzerliklerinin bir anlamı
olmayacağını anlayamıyorlar, iki şey aynı adı taşıdığı takdirde bu
iki şey arasında tam bir karşılıklılık olması gerektiğinde
diretiyorlar. Hatta uygar erginlerin birçok durumda aldığı tavrı
incelersek, onların bile özel adlara bir değer vermekle ve
adlarının kendi kişilikleriyle bir olduğunu sanmakla aynı şeyi
yaptığını görürüz. Bilinç dışı yaşamda birçok kez adların önemini
gösteren psikanalitik deneyimler de bunu pekiştirmektedir.
Zorlanma nevrozluları da adlara karşı tıpkı ilkeller gibi
davranır. Bazı adların söylenmesine ya da işitilmesine karşı
(diğer nevrozluların yaptığı gibi) aynı duyarlılık kompleksini
gösterir ve kendi adlarına karşı alınan tavırdan birçok ve
çoğunlukla ciddi yasaklamalar çıkarırlar. Bu tabu hastalarından
tanıdığım bir kadın, kendi adının başka birisinin eline geçmesiyle
kendi kişiliğinin çalınacağından korktuğu için adını yazmaktan
sakınıyordu. Düşleminin heveslerinden kendini korumak için gerekli
gördüğü bu çılgınca bağlılık, ona kişiliğinden hiçbir şey
kaptırmamasını buyuruyordu. Önceleri adı, kişiliğinin bir
parçasıydı, sonra el yazısını kişiliğinin bir parçası sayarak
sonunda yazı yazmayı bile bırakmıştı.
Bu yolla ilkellerin, ölmüş bir adamın adını onun kişiliğinin bir
parçası sayması ve onun da ölmüş kimsenin bağımlı olduğu tabuya
tutulması bize artık garip görünmez. Ölmüş bir adamı adıyla
çağırmak, aynı zamanda onunla ilişki durumunda olmak da demektir;
öyleyse daha genel bir anlatımıyla, ölüyle ilişkinin niçin bu
kadar şiddetli bir tabuyla karşılaştığı sorusuna geliyoruz.
En yakın neden, özellikle ölümden hemen sonra cesette görülen
değişiklikler göz önünde tutulursa, ölünün verdiği doğal korku
olabilir Fakat ceset korkusu, tabu kurallarının bütün
ayrıntılarını açıklamamaktadır; yas bize ölünün adını anmanın
geride kalanlara karşı niçin şiddetli bir tecavüz sayıldığını asla
açıklayamaz. Aksine, yas tutmak, ölmüş kimseyle zihnen uğraşmayı,
onun anısını saklamayı ve onu olabildiğince uzun süre anımsamayı
gerektirir.
Tabu adetlerinin özelliklerinin nedeni yastan başka bir şey,
açıkça başka bir amaca yarayan bir şey olsa gerek. Adlar
üzerindeki tabu, şimdiye kadar bilmediğimiz bu gizli nedeni ortaya
çıkarmaktadır; eğer adetler bunun üzerine bize bir şey
söylemiyorsa, onu yas tutan ilkellerin kendi anlatımlarında
bulabileceğiz.
Çünkü ilkeller ölmüş kimsenin ruhunun geri gelmesinden
korktuklarını gizleyememekte, bundan kendilerini koruyacak, onu
uzaklaştıracak birçok tören yapmaktadırlar. Onun adının anılması ölünün derhal gelmesiyle
sonuçlanacak bir yıkım sayılmaktadır.
Bunun için son derece doğal olarak ölü bir kimseyi kötülük
etmeye kışkırtmaktan ve uyandırmaktan çekinmektedirler. Ölünün
ruhu kendilerini tanımasın diye adlarını başka biçime sokmakta, ya onun adını ya da kendi
adlarını değiştirmekte, acımasız bir yabancı ölünün adını
akrabalarının huzurunda andığı zaman bu davranışı ölünün ruhunu
çağırmak demek olduğundan, son derecede kızmaktadırlar. Wundt'un
anlatımına göre, onun "şimdi bir şeytan olan ruhu"ndan korktukları
sonucuna varmaktan kendimizi alamıyoruz.
Bununla, görülüyor ki, tabunun içeriğini şeytan korkusunda gören
Wundt'un anlayışına yaklaşıyoruz.
Bu kurama göre, ölümden sonra bir ailenin sevgili bir bireyi
derhal bir şeytan olmaktadır. Yaşayan akrabaları bu şeytandan
kötülükten başka bir şey bekleyemez, onun için ruhun kötü
isteklerine karşı her çareye başvurarak kendilerini korumak
zorunda kalmaktadırlar. Bu görüş ilk anda inanmak istemeyeceğimiz
kadar gariptir. Bununla birlikte bütün uzmanlar bu görüşte
birleşmektedir.
Kanımca tabuya pek az önem vermiş olan Westermarck şöyle der: "Bütün olgular beni
ölülerin dost olmaktan çok genellikle düşman sayıldığı sonucuna
götürüyor. Prof. Jevons ve Mr. Grant Allen'in ilkellerin
inanışlarında ölülerin kendi çocuklarına ve kalandaşlarına iyilik
ettiğini, buna karşı kötülüklerinin daha çok yabancılara çevrilmiş
olduğunu savlamaları yanlıştır."
R. Kleinpaul, yazdığı çok esinleyici kitapta, yaşayanla ölü
arasındaki ilişkiyi göstermek için uygar uluslar arasındaki ruh
inancının artıklarını kullanmaktadır.
Yine ona göre, bu ilişki, insan kanına susayan ölünün, canlıları
kendine çekmek istemesi kanısında kendini göstermektedir. Ölümün
gerçek biçiminin simgesi olan iskelet, ölümün kendisinin ölmüş bir
adamdan başka bir şey olmadığını gösterir. Canlılar, ölülerle
kendi aralarına bir su parçası koymadıkça kendilerini ölülerin
izlemesinden korunuyor saymazlar. İşte ölülerin adalara
gömülmesini yeğlemenin ya da onları bir ırmağın öte yakasına
götürmenin nedeni budur: "Burada" ve "ötede" anlatımları da bu
biçimde ortaya çıkmıştır. Daha sonraki değişmelerle ölünün kötülük
yapma düşüncesinde de değişiklikler olmuş, kötücül bir ruh
biçiminde katilin peşinden ayrılmayan öldürülmüşlerde ve dünya
zevklerini tatmadan ölen gelinlerde olduğu gibi, garip bir kin
duyma hakkı ölülere verilmiştir. Kleinpaul'e göre, başlangıçta
ölüler hortlak (vampire) idiler; bunlar canlılara karşı kötü
niyetler taşır, onlara kötülük etmeye ve onları öldürmeye
çalışırlardı. Kötü ruh kavramını ilk hazırlayan ceset olmuştur.
En çok sevdiğimiz insanların öldükten sonra şeytan olduğu
varsayımı, bizi açıkça bir soru sormaya yöneltmektedir. Sevilen
ölüye karşı böyle bir duygu değişikliğine ilkelleri sürükleyen
neydi? Onlardan niçin şeytan çıkarıyorlardı? Westermarck'a göre,
bu sorunun yanıtı kolaydır:
"Ölümün insanın dalabileceği suskunlukların en kötüsü olması
yönünden, ölülerin bu sonlarından dolayı doyumsuz kaldığına
inanılır. İlkellerin inanışına göre ölüm, ister zorla, ister
büyüyle olsun, ancak öldürülme yoluyla gerçekleşir ve bunu ruhun
incinmesi ve kin gütmesi için yeterli bir neden sayarlar. Çok
doğal olarak ölü canlıları kıskanır ve eski akrabalarıyla birlikte
olmak ister; bu durumda, ruhun onlarla birleşmek için onları
hastalıklarla öldürmeye çalışacağını anlayabiliriz..." "...Ruhlara
yüklenen kötülüğün diğer bir açıklaması da, ölülerden korkma
içgüdüsüdür ve bu da ölümden korkmanın bir sonucudur."
Bizim psikanaliz hastalıkları üzerine incelemelerimiz,
Westermarck'ınkini de içine alan daha geniş bir açıklama
verebilir.
Bir kadın kocasını ya da bir kız annesini yitirdiği zaman,
genellikle sağ kalanın birtakım azap verici kuşkulara saplandığı
görülür, bunlara "saplantı biçiminde kendini suçlu bulma" adını
veriyoruz; bu, sevdiği kimsenin ölümüne acaba dikkatsizlik ya da
savsaklama yüzünden kendisinin mi neden olduğu yolundaki
düşüncedir. Bu düşünceye saplanan kimse, ölen kimseye ne kadar iyi
baktığını istediği kadar anımsasın, ona karşı bir günah işlediğini
istediği kadar yadsısın, yine de azap duymaktan kurtulamaz; bu
durum, yasın patolojik anlatımıdır ve zamanla azalır. Bu gibi
olayların psikanalizle incelenmesi bize bu saplantıların gizli
kaynaklarını öğretir. Bu saplantı biçiminde kendini suçlu
bulmaların, belirli bir anlamda haklı oldukları ve böylece ret ya
da karşı çıkma dinlemedikleri belirlenmiştir. Bu, yaslı kişinin
ölüm olayında suçlu oluşundan ya da gerçekten özensizliğinden
dolayı suçlu oluşundan ileri gelmemektedir; onda hala yaşayan
başka bir şeyin varlığından ileri gelmektedir. Bu şey onun
kendisinin de bilmediği bir istek, ölenin ölüşünden gerçekte pek
de üzgün olmayan ve hatta elinden gelse bu ölüme bizzat neden
olacak olan bir istektir. Şimdi kendi kendini beğenmeme durumunun
yarattığı şey, sevilen kişinin ölümü üzerine, onun ölümünü isteyen
bu gizli ve bilinçsiz isteğe karşı verilen bir tepkidir. Sevilen
kişinin arkasında yaşayan ve bilinç dışında varlığını sürdüren bu
tür gizli bir kin, belirli bir kimseye karşı beslenen bütün
duygusal bağlılık durumlarının hemen hepsinde vardır ve klasik bir
durumu, yani insan duygularında bulunan ikiliğin ilk tipini temsil
eder. Duygulardaki bu çift değerlilik hemen herkeste az çok
vardır; normal durumlarda bu, anlattığımız takanaklı biçimde
kendini beğenmeme durumlarına yol açacak kadar güçlü değildir.
Fakat duruma uygun koşullar bulundu mu, en çok sevdiğimiz
insanlara karşı hiç beklenmedik yerlerde kendini gösterir. Çoğu
kez tabu sorunlarıyla karşılaştırdığımız zorlanma nevrozları gibi
özgün duygu çifteliğini yüksek derecede göstermeleri bakımından
özellikle ayırt edilir.
Şimdi, ölenlerin ruhunun şeytan olduğuna niçin inanıldığı ve
birtakım tabu kurallarıyla bu ruhların yapabileceği kötülüklerden
niçin korunma zorunluluğu duyulduğunu anlayacak duruma geliyoruz.
Psikanalizin zorlanma nevrozlarına tutulmuş olanlarda gördüğü
duygu çifteliğinin, bu ilkel budunların duygu yaşamında da
bulunduğunu kabul edince, tıpkı nevrozlunun yakasını bırakmayan
suçluluk duygusunun gerisinde bilinç dışında yaşayan düşmanlık
duygusuna karşı uyanan tepkiye benzer bir tepkinin, sevilen
kimsenin acı verici ölümünden sonra ilkelin ruhunda da bir
zorunluluk durumuna geldiğini kolayca anlarız. Fakat sevilen
kimsenin ölmesiyle bilinç dışında acı duyularak doyurulan bu
düşmanlık duygusu, ilkellerde farklı bir sonuç doğurmaktadır. Bu
duyguya karşı savunma, düşmanlık nesnesinin üzerine, yani ölünün
üzerine kaydırma (déplacement) yoluyla yapılır. Gerek normal,
gerekse hastalıklı ruhsal yaşamda çok sık görülen bu savunma
yoluna "üstüne atma" (projection) adını veriyoruz. Yaşayan,
sevgili ölüsüne karşı düşmanca bir duygu taşıdığını yadsır; fakat
ölünün ruhu onları unutmaz ve yas dönemi bitince onları açıklamaya
çalışır. Üstüne atma yoluyla başarılı savunmaya karşın, bu
duygusal tepkide kendi kendini cezalandırma ve pişmanlık duyma
niteliği vardır ve bu, korku biçiminde, nefsi birçok şeyden yoksun
bırakma biçiminde, düşman şeytana karşı korunma önlemleri adı
altında kendini birtakım yasaklara bağlı kılma biçiminde
gösteriyor. Böylece yine tabunun duyguların çift değerliliğinden
çıkmış olduğunu görüyoruz. Ölünün tabu olması da, bilinçli keder
duygusuyla ölüm karşısında kurallara aykırı duruma gelen doyum
duygusu arasındaki çatışmadan doğmaktadır. Eğer ruhların öfkesinin
kaynağı buysa, yaşayanlar içinde en yakınlarının ve en
sevdiklerinin ondan en çok korkması gerektiği de açıktır.
Nevroz belirtilerinde olduğu gibi, tabu kuralları da karşıt
duygular gösterir. Bu kuralların yasak edici niteliği yası
anlatır; diğer yandan yine bu kurallar, gizlemek istedikleri şeyi,
yani şimdi kendini savunma biçimine bürünmüş olan ölüye karşı
düşmanlık duygusunu açıklar. Tabu kurallarının birtakım baştan
çıkarma olgularından korkma biçiminde anlaşılması gerektiğini
görmüştük. Ölü bir kişi savunmasızdır; kendisine karşı beslenen
düşmanca istekleri doyurmak için bir kışkırtma nedeni olabilir;
elbette bu baştan çıkarmaya birtakım yasaklarla karşı koymak
gerekir.
Fakat Westermarck, vahşiler arasında öldürülmüş olanlarla doğal
bir ölümle ölmüş olanlar arasında bir fark gözetildiğini kabul
etmemekte haklıdır ve daha sonra göstereceğimiz gibi, düşünüşün bilinç dışı biçiminde
doğal ölüm bile bir öldürme sayılır; kişinin kötü isteklerle
öldürüldüğüne inanılır. Anne, baba, erkek ve kız kardeşler gibi en
sevilen yakınların ölümüne ilgili düşlerin kökeni ve anlamıyla
ilgilenenler, çocuk olsun, ilkel olsun düş görenler ölüye karşı
aynı tavrı aldıkları için, çift değerli duygunun egemen olduğunu
görecektir.
Biraz önce tabunun içeriğini şeytanlardan korkmayla açıklayan
Wundt'un görüşünü tartışmıştık. Bununla birlikte ölü tabusunu,
öldükten sonra şeytana dönüşen ölünün ruhundan duyulan korkuyla
açıklayan görüşü kabul etmiştik. Bu bir tutarsızlık gibi
görünmektedir; fakat bunu açıklamak güç değildir. Gerçi şeytan
düşüncesini kabul ettik ama bunun, psikolojinin daha ileri öğelere
dayandıramayacağı bir son olmadığını da bilmekteyiz. Biz
şeytanları, yaşayanın ölüye karşı beslediği düşmanca duyguların
başka yere çevrilmişi olarak göstermiştik.
Ölmüşe karşı beslenen çifte duygu, yani şefkat ve düşmanlık
duyguları, sevilen kimsenin ölümü karşısında kendini yas ve doyum
biçiminde anlatmaya çalışır, bu karşıt duygular arasında doğal bir
çatışma baş gösterir; bunların bir tanesi, yani düşmanlık duygusu,
tümüyle ya da büyük ölçüde bilinç dışı olduğu için, bu çatışma
(örneğin sevdiğimiz bir kimsenin bizi incittiği zaman onu
bağışlamamızda olduğu gibi) düşmanlık ya da şefkat biçiminde
bilinçli bir ayırmayla sonuçlanmaz. Bu iş genellikle, psikanalizde
üstüne atma adı verilen özel bir ruhsal mekanizma aracılığıyla
başarılır. Bilgisiz olduğumuz ve bilmek de istemediğimiz bu
bilinmeyen düşmanlık, iç dünyamızdan dış dünyaya çevrilir ve
böylece kendi benliğimizden sökülüp çıkarılır, başkasının üstüne
atılır. Ölmüş olandan kurtulduğumuz için sevinmeyiz, tersine onun
için yas tutarız; fakat o zaman, gariptir, o da bizim kederimizden
zevk alan ve bizim ölmemizi isteyen bir cadıya dönüşür. O zaman
yaşayanlar kendilerini bu kötü düşmandan korumak ister; böylece
içlerinden gelen baskıdan kurtulurlar. Fakat ancak bu baskının
yerine dıştan gelen bir baskıyı koymakla bunu yapmayı başarırlar.
Ölüyü kötü bir düşman dönüştüren bu üstüne atma durumunun gerçek
bir desteği olmadığı söylenemez. Çünkü yaşayanlarla ölen
arasındaki gerçek nefretler unutulmamıştır ve bunlar anımsandıkça
ölü haklı olarak beğenilmeyebilir. Bu nefretler, birbirine karşı
yapılan sert davranışlara egemen olma isteği, haksızlık gibi,
kısaca, insanlar arasındaki en yumuşak ilişkilerin bile içinde
bulunan duygulardır. Fakat durum, yalnızca bu etmenin tek başına
cadıların kökenini üstüne atmayla açıklamayı mümkün kılacak kadar
basit olamaz. Kuşkusuz ölünün suçları, yaşayanların kısmen
düşmanlığını uyandırmaktadır; fakat bu düşmanlığı uyandırmamış
olsalar, böyle bir sonuç oluşturmayacaklardır ve o zaman ölüm
olayı ölüye karşı haklı olarak çevrilmiş olan suçların anısının
uyanmasına neden olmayacaktır. Bilinç dışı düşmanlığı, sürekli ve
gerçekten kışkırtıcı neden olarak kabul etmek zorundayız. En
yakınlara ve en sevgililere karşı olan bu düşmanca eğilim onlar
yaşadığı sürece gizli kalır, yani ya doğrudan doğruya ya da bir
yerine koyma aracılığıyla kendini bilinçte ele vermekten çekinir.
Bununla birlikte hem sevilen, hem de kin duyulan kişi öldüğü
zaman, bu artık daha fazla mümkün olmaz ve çatışma iyice
şiddetlenir. Artan şefkatten doğan yas, bir yandan uyuyan
düşmanlığa, diğer yandan da bu düşmanlığın tam bir doyum duygusunu
doğurmamasına daha fazla dayanamaz. Böylece bilinç dışı, üstüne
atma aracılığıyla atılır ve şeytanlar tarafından cezalandırılma
korkusunun bir anlatımı olan ayin oluşur. Yas döneminin sonucuyla
çatışma da korkutucu yanını yitirir, böylece ölü tabusu giderek
ortadan kalkar ve sonunda unutulup gider.
4
Ölü tabusunun oluşmasının dayandığı temeli böylece açıklarken bu
vesileyle genellikle tabunun anlaşılmasında önemi olan bir iki
noktayı daha ekleyeyim.
Ölü tabusunda bilinç dışı düşmanlığın şeytanın üzerine çevrilmesi,
ilkellerin ruhsal yaşamının yapısında çok büyük bir etkisi olan
birçok ruhsal durumun yalnızca tek bir örneğidir. Yukarda
aktarılan olayda başka yere çevirme mekanizması, duyguların
çatışması sorununu çözmeye yaramaktadır; nevrozluluğa götüren
birçok durumda da aynı amaca yarar; fakat başka yere çevirme salt
savunma amacıyla yapılmaz, çatışmanın olmadığı yerlerde de olur.
İç duyuşların dışarıya çevrilmesi, örneğin duygusal algılarımızı
da etkileyen ilkel bir mekanizmadır ve bunun, normal olan dış
dünyamıza biçim vermede çok büyük bir payı vardır. Henüz yeterli
derecede belirlenmemiş olan koşullar altında düşünsel ve duygusal
durumlarımızın iç algıları bile, duygusal algılar gibi dışarıya
doğru çevrilir ve bunlar iç dünyada kalmaları gerekirken, dış
dünyamıza bir biçim vermeye yarar. Köken bakımından bu belki de,
dikkat işlevinin başlangıçta iç dünyaya değil de dış dünyadan
gelen uyarılara çevrilmiş olması ve "endopsişik" durumlardan
yalnızca haz ve üzüntü almasıyla ilgilidir. Sözcük temsillerinin
duyularda bıraktıklarının iç durumlarla çağrışım yapması
aracılığıyla soyut bir düşünce dilinin gelişmesiyledir ki dikkat
yavaş yavaş algılayabilir bir duruma gelmiştir. Bu evreye gelmeden
önce ilkel, iç algılarını dışarıya doğru çevirerek dış dünya
görüşünü oluşturmuştur. Biz şimdi güçlenmiş bilinçli algımızla bu
görüşü yine psikoloji diline çevirmeye çalışıyoruz.
Bireyin kötü içtepilerinin cadılar üzerine çevrilmesi, ilkellerin
dünya görüşünün ancak bir parçasıdır; bu dünya görüşünü ileride "animism"
başlığı altında göreceğiz. O zaman böyle bir dünya görüşü kurmanın
psikolojik içeriğini belirleyeceğiz ve bu dünya görüşünün
çözümlemesinde bulacağımız dayanak noktaları bizi yine nevrozlarla
karşılaştıracaktır. Şimdilik yalnızca düşlerin içeriğine ilişkin
"ikincil ayrıntılar"ın bütün bu dünya görüşlerinin bir prototipi
olduğunu söylemek isteriz. (53) Yine dünya görüşü kurma evresinden
başlayarak bilincin egemen olduğu her edimin iki kaynağı, yani
sistematik kaynakla gerçek ama bilinç dışı kaynağının bulunduğunu
unutmayalım.
Wundt "efsanelerin her yerde
şeytanlara yüklediği etki arasında daima kötü etkiler üstün gelir,
öyle ki budunların dinlerine göre, kötü şeytanlar iyi şeytanlardan
daha eskidir" der.
Şeytan kavramının, ölülerle diriler arasındaki çok önemli
ilişkiden doğmuş olması olasıdır. İnsanların evriminin daha
sonraki dönemlerinde bu ilişkide gizli olan çift değerlilik
birbirine karşıt iki ruhsal oluşumun, yani şeytan korkusuyla
hortlak korkusu ve atalara saygı duygusunun bir kökten çıkmasına
yol açmakla kendisini göstermiştir.
Şeytan inancı üzerinde yasın etkisini en iyi gösteren olay,
şeytanların her zaman yakınlarda ölmüş olan kimselerin ruhları
olarak kabul edilmesidir. Yasın belirgin rolü, yaşayanların ölüden
anılarını ve umutlarını kesmeye yaramasıdır. Bu iş yapıldı mı
keder ve onunla birlikte pişmanlık ve kendini suçlu bulma durumu
da azalır ve bu yolla şeytan korkusu da hafifler. Fakat önce
şeytan diye korkulan yine bu ruhlarla, daha sonra dost olunur;
bunlar ata sayılır, tehlike zamanlarında yardımlarına başvurulur.
Geçmiş yüzyıllar içinde yaşayanlarla ölülerin ilişkisini
incelersek, duygulardaki çift değerliliğin son derece azaldığını
açıkça görürüz. Biz bugün ölüye karşı olan bilinç dışı düşmanlığı,
büyük bir ruhsal çaba harcamadan kolaylıkla kavrayabiliyoruz.
Önceleri doyurulmuş kin ve acılı şefkat birbiriyle çatışırken,
şimdi bir yara izi gibi gözüken ve demortuis nil nisi bene diyen
sofuluğu görüyoruz. Psikanalizin eski çift değerli duygudan başka
bir şey olmadığını bize göstermiş olduğu kendini suçlu bulma
durumlarıyla sevilenin ölümüne, şimdi yalnızca nevrozlular yas
tutuyor. Bu değişmenin nasıl olduğunu, aile ilişkilerindeki
değişmelerin çift değerli duyguların azalışında ne dereceye kadar
payı olduğunu burada tartışmanın gereği yoktur. Fakat bu örnek
bize şunu kabul ettirebilir: İlkellerin ruhsal içtepilerinde
bugünkü uygar insanlar arasında görülenden fazla bir çift
değerlilik vardır. Bu çift değerliliğin azalmasıyla çift değerli
duygular arasındaki çatışmanın uzlaşımının bir belirtisi olan tabu
da yavaş yavaş ortadan kalkar. Çatışmayı ve onun sonucu olan
tabuyu yinelemeye sürüklenen nevrozluların, arkaik bir bünye
biçiminde atavistik bir artığı taşıdığını ve bunun uygar yaşamın
zorunluluklarıyla baskıya uğramasının, onlara, korkunç bir ruhsal
enerji harcamasına mal olduğunu söyleyebiliriz.
Burada, Wundt'un tabu sözcüğünün çifte anlamı, yani kutsal ve
kirli anlamı hakkında verdiği kuşku uyandıran bilgileri
anımsayabiliriz. (Yukarıya bakınız). Tabu deyiminin, kökeninde
kutsal ve kirli anlamlarına değil, şeytanlı bir şey, dokunulamaz
bir şey anlamlarına geldiği sanılmakta ve bu yolla bu sonuncu
anlamın her iki kutbuna özgü olan karakteristiğe önem verilmekte
ve bu sürekli ortak niteliği, daha sonraları birbirinden ayrılmış
olan kutsalla kirli arasında başlangıçta bir karşılıklılık
olduğunu gösterdiği sanılmaktaydı.
Buna karşı, bizim incelememiz tabu sözcüğünde söz konusu olan
çiftanlamın başlangıçtan beri var olduğunu kolayca gösteriyor ve
hem belirli bir çift değerli duygu, hem de bu temele dayanarak
ortaya çıkmış olan şeyleri anlatıyordu. Tabunun kendisi de çift
değerli bir sözcüktür ve şunu da ekleyebiliriz ki, zaten bu
sözcüğün yerleşmiş anlamı ayrıntılı bir incelemenin sonunda
vardığımız sonucu, yani tabu yasağının çift değerli duygunun ürünü
olarak açıklanabileceğini bize kendiliğinden tahmin ettirebilirdi.
En eski dillerin incelenmesi, bize, bir zamanlar kendi
karşıtlarını içine alan böyle sözcüklerin bulunduğunu ve bunların,
tabu sözcüğündeki anlamda olmamakla birlikte belirli bir anlamda
çift değerli olduğunu gösterir.
İki karşıt anlamı taşıyan bu ilkel sözcüğün uğradığı hafif ses
değişimleri, başlangıçta bir sözcüğün içinde birleşen iki karşıt
anlam için sonraları ayrı bir dil anlatımı oluşturulmasına yol
açmıştır.
Tabu sözcüğünün sonu başka türlü olmuştur: Taşıdığı çift anlamın
öneminin azalmasıyla kendisi de kaybolmuş ya da daha doğrusu ona
benzer sözcükler sözlükten silinmiştir. İleride başka bir nedenle
bu kavramın yok olmasının arkasında olasılıkla belirgin bir
tarihsel değişimin gizli olduğunu, sözcüğün başlangıçta belirli
insan ilişkileriyle birlikte kullanıldığını, bu ayırt edici
niteliğinin büyük bir çift değerli duygu olduğunu ve bundan diğer
benzer ilişkilere de yayıldığını gösterebileceğimi umuyorum.
Eğer yanılmıyorsak, tabunun anlaşılması bize vicdanın iç yüzünü ve
kökenini de aydınlatacak gibidir. Kavramlarımızı zorlamaksızın,
bir tabu vicdanının ve tabunun çiğnenmesinden sonra ortaya çıkan
bir günah duygusunun olduğunu söyleyebiliriz. Tabu vicdanı, vicdan
olaylarının belki de rastgeldiğimiz en eski biçimidir.
"Vicdan'' nedir? Sözcük anlamına göre, en emin olarak bildiğimiz
şeye işaret eder; bazı dillerde anlamı "bilinç''ten kolayca
ayrılamamaktadır.
Vicdan, içimizde bulunan belirli isteklere karşı gelen şeylerin
içerdeki duyuluşudur; fakat asıl sorun, bunun başka bir şeye bağlı
olmaması, yani kendi kendinden emin olmasıdır. Bu, günahkar bir
vicdanda kendini daha açıkça gösterir, günahkar vicdanın, belirli
istek ve içtepilerimizin bazılarını gerçekleştiren edimlere
içimizde ilendiğini duyarız. Bunu daha fazla açıklamaya gerek
yoktur. Her vicdanlı adam kendi içinde bu ilencin haklı olduğunu
duyumsar ve davranışından dolayı pişmanlık duyar. Ancak bu aynı
nitelik ilkellerin tabuya karşı aldığı tavırda da görülür. Tabu,
vicdanın bir buyruğudur. Onun çiğnenmesi, kaynağı gizli olmakla
birlikte kendisi belli olan korkunç bir günah duygusunun doğmasına
neden olur.
Öyleyse vicdanın da duyguların çift değerliliği temeline dayanarak
yine çift değerli olan bazı insan ilişkilerinden doğmuş olması
olasıdır. Belki de hem tabu, hem de zorlanma nevrozunda olduğu
gibi oluşur, yani iki karşıt duygunun biri bilinç dışı olur,
ötekinin zoru altında itilir. Nevrozların çözümlemesinden
öğrendiğimiz birçok şey bunu doğrulamaktadır.
Birincisi, zorlanma nevrozlarında acılı bir vicdanlılığın belirgin
nitelikte olduğunu görürüz. Bu vicdanlılık bilinç dışında kirli
olan baştan çıkarmalara karşı verilen tepkinin bir belirtisidir;
nevrozlular, hastalıklar arttıkça günahkar vicdanlılığın en son
derecesine gelirler. Bunun için, hatta şunu bile savlayabiliriz
ki, eğer günahkar vicdanın kökenini zorlanma nevrozlularında
bulamazsak onu başka bir yerde keşfetmekten umudumuzu kesmeliyiz.
Bireysel nevroz olaylarında bu kökeni kesin olarak bulmuş
oluyoruz. Budunlar arasında da sorunun buna benzer çözümünü
bulduğumuza inanıyoruz.
İkincisi, günah duygusunun içinde üzüntü (iç sıkıntısı) gibi
şeyler bulunduğunu seçmemek olanaksızdır; bu üzüntüyü hiç
çekinmeksizin "vicdan korkusu'' deyişiyle anlatabiliriz. Fakat
korku bize bilinç dışı kaynakları olduğunu gösterir. Nevrozluların
psikolojisi bize gösterir ki istek duyguları itildiği zaman,
libido üzüntü biçimini alır. Yine günah duygusunda aynı zamanda
bilinmeyen ve bilinç dışı olan bir şeyin, yani geri itme nedeninin
de bulunduğunu anımsamak gerekir. Günah duygusundaki sıkıntının iç
yüzü bu bilinmeyen öğeye bağlıdır.
Madem ki tabu kendini her şeyden önce yasaklarda gösteriyor, o
takdirde nevrozlara kadar giderek benzetme yoluyla kanıtlamaya
gerek kalmaksızın onun kesin birtakım isteklere dayandığını pekala
açıkça görebiliriz. Çünkü kimsenin yapmak istemediği şeyleri
yasaklamaya gerek yoktur ve hiç kuşkusuz açıkça yasak edilen
şeyler kesinlikle bir isteğin hedefi olan şeylerdir. Akla yakın
gelen bu görüşü ilkellere uygularsak, şu sonucu çıkarırız:
İlkelleri dürten en zorlu duygular arasında krallarını ve
rahiplerini öldürmek, "ensest'' yapmak, ölülerine kötü davranmak,
vb. istekler vardı. Yine aynı görüşü, kendi vicdanımızın sesini
işittiğimiz durumlara uygularsak, açıkça çelişkilerin en büyüğüne
düşmüş oluruz. Çünkü o zaman bu buyrukların hiçbirini, örneğin
"öldürmeyeceksin'' buyruğunu çiğnemeye karşı en küçük bir istek
bile duymadığımızı, böyle bir düşünceye karşı içimize iğrenmeden
başka bir şey gelmediğini kesin olarak savlarız.
Fakat vicdanımızın kendi hakkındaki bu tanıklığını kabul edersek,
o zaman ister tabu biçiminde, ister ahlak kuralı biçiminde olsun,
bütün yasakların hiçbir anlamı kalmaz, o zaman vicdanın varlığının
hikmeti açıklanmamış olur; vicdan, tabu ve nevroz arasındaki bağ
ortadan kalkar. Soruna psikanaliz açısından bakmadıkça, sonuç yine
bugünkü anlayışımıza dönmekten ibaret kalır.
Oysa psikanalizin vardığı şu sonuçları göz önünde tutarsak sorun
aydınlanır: Normal insanların rüyalarının çözümlenmesi,
başkalarını öldürmeye karşı içimizde duyduğumuz dürtmelerin
sandığımızdan daha zorlu ve daha sık olduğunu ve bilincimize
çıkmadıkları zaman bile ruhsal etkiler yaptıklarını göstermiştir.
Bazı nevrozluların yakasına yapışan kuralların, şiddetlenen
öldürme içtepisinin karşısına dikilen bir sigortadan ve kendini
cezalandırma aracından başka bir şey olmadığını da öğrenince, her
yasağın bir isteği gizlediğini savlayan varsayımımızın doğruluğunu
bir kez daha görebiliriz. O zaman bu öldürme isteğinin gerçekten
var olduğunu ve gerek tabu gerekse ahlak yasaklarının psikolojik
bakımdan hiç de boş şeyler olmadığını kabul edebiliriz, tersine
bunlar öldürme içtepisine karşı aldığımız iki cepheli tavırla
açıklanabilir ve varlıklarının hikmeti budur.
Temelliliği üzerinde sık sık durulan bu çift değerli tavrın iç
yüzü, yani olumlu isteğin bilinçlenmiş olması, bunun daha başka
sonuçlara bağlı olduğunu göstermek ve başka sorunları açıklama
olanağını vermektedir. Bilinç dışındaki psişik süreçler,
bilinçlenmiş psişik yaşamımızda bizce bilinen süreçlerin tümüyle
aynı değildir, bunlar bilinç yaşamımızdaki süreçlerin yoksun
olduğu bazı önemli özgürlüklerden yararlanır. bilinç dışı bir
içtepinin kendine gösterdiği yerde doğmuş olması şart değildir,
büsbütün başka bir yerde de patlak verebilir; kökensel olarak
başka kişilere ve başka ilişkilerle ilgili olmakla birlikte yer
değiştirme mekanizması aracılığıyla bize kendini gösterdiği
noktaya gelmiş olabilir. Bilinç dışında olup bitenler yok
edilemediklerinden ve düzeltilemediklerinden dolayı içtepiler
ilgili oldukları dönemlerden daha sonraki dönem ve koşullarda
ortaya çıkabilir ve o zaman başka koşullar altında gayet doğal
olarak bize yabancı ve yersiz gibi gözükürler. Bütün bunlar
görünüşten başka bir şey değildir; fakat derinlerine gidecek
olursak, uygarlığın gelişimini anlamakta bunların ne kadar önemli
olduğunu görürüz.
Bu tartışmaları sona erdirirken, daha sonraki araştırmalarımız
için yararlı olacak bir gözlemi unutmak istemiyoruz. Tabuyla ahlak
yasakları arasında temelde benzerlik olduğunda ayak diresek bile,
aralarında psikolojik bir fark olduğuna kuşku yoktur. Yasağın
artık tabu biçiminde görünmemesinin biricik nedeni, temel çift
değer koşullarının değişmesinde aranmalıdır.
Tabu olaylarının psikanaliz yönünden açıklamasında bize buraya
kadar yol gösteren şey, bu tabuların zorlanma nevrozuyla olan açık
benzerliğiydi; fakat tabu nevroz olmayıp toplumsal bir ürün
olduğuna göre, nevrozla tabu gibi bir ekin ürünü arasındaki temel
farkın ne olduğunu göstermek göreviyle karşılaşıyoruz.
Burada da başlangıç noktası olarak yine tek bir olayı ele
alacağım. İlkel budunlar, bir tabunun çiğnenmesinden gelecek
cezadan, genellikle ağır bir hastalıktan ya da ölümden korkarlar.
Bu ceza, yalnızca tabuyu çiğneme günahını işlemiş olanı korkutur.
Oysa bu durum, zorlanma nevrozunda başkadır. Hasta kendisine
yasaklanmış olan bir şeyi yapmak istediği zaman bundan kendine
gelecek bir cezadan korkmaz, başkasının başına gelecek bir cezadan
korkar, bu kişi genellikle belli değildir; fakat analiz
aracılığıyla, bu kimsenin kendine çok yakın olan, çok sevdiği bir
kişi olduğu kolayca anlaşılır. Onun için nevrozlu özgeciymiş gibi
davrandığı halde, ilkel adam bencil gibi gözükmektedir. Ancak bir
tabuyu çiğneyen hemen ve otomatik olarak yaptığının cezasını
görmezse, o zaman ilkeller arasında toplumsal bir duygu uyanır,
hepsinde bu tehlikenin tehdidi altında oldukları duygusu doğar ve
savsaklanan bu cezayı derhal kendileri verirler. Bu dayanışma
mekanizmasını açıklamak bizim için kolaydır. Bu, olayın bulaşıcı
bir masal olmasından, öykünme hevesinden, yani tabunun bulaşma
yeteneğinden doğan bir korku sorunudur. Eğer bir kimse itilen bir
isteği doyuma ulaştırmayı başarırsa, aynı istek başkalarında da
kendini gösterebilir; bundan dolayı bu hevesi bastırmak için, bu
imrenilen kimsenin cüretinin meyvesinden yoksun edilmesi gerekir.
Çoğu kez suçu işleyenler, verilen cezayla suçtan temizlendiklerini
ve böylece yasallaştıklarını gerekçe göstererek işledikleri günahı
yeniden işleme fırsatını elde eder. Gerçekten de insanların ceza
yasalarının temel ilkelerinden biri budur; bu yasalar gerek
suçlunun, gerekse onu cezalandırmakla toplumun öcünü alanların
aynı yasak içtepilerin etkisi altında olduğunu kabul eder.
Psikanaliz burada, hepimizin zavallı günahkarlar olduğumuzu
savlayan sofuların düşüncesini pekiştirmektedir. Öyleyse, kendisi
için korkmayan, sevdiklerinin adına her şeyden üzüntü duyan
nevrozlunun bu beklenmeyen soyluluğunu nasıl açıklamalı?
Psikanaliz incelemeleri, bu soyluluğun temel olmadığını
gösteriyor. Kökende, yani hastalığın başlangıcında, birey cezadan
kendisi için korkmuş, her zaman kendi yaşamı üzerine titremiş;
ölüm korkusu ancak sonraları sevilen kişi üzerine kaydırılmıştır.
Bunun oluşu az çok karışık olmakla birlikte bugün tümüyle
açıklanmıştır. Her yasağın temelinde daima sevilen kişiye karşı
kötü bir içtepi, yani ölüm isteği vardır. Bu isteği bir yasak
içeri iter ve kaydırma yoluyla sevilen kimselerin yerine düşman
kimseyi koyan belirli bir edimle yasak birleşerek bu edimin
gerçekleştirilmesini ölüm korkusuyla tehdit eder. Fakat sonuç daha
da ileri gider ve sevilen kişinin ölümünü istemek yerine bu defa
onun öleceği korkusu geçer. Öyleyse nevrozlunun şefkatli
özgeciliği, bu duygunun temelinde ve ona karşıt olan kaba
bencilliğin yerine ağır basar. Cinsel nesne olarak alınmayan
kimselere karşı saygı biçimindeki duygulara toplumsal duygular
adını verirsek, bu toplumsal etmenlerin ortadan kalkmasını
nevrozun sonraları aşırı "compensation'' ile kılığını değiştiren
temel niteliği sayabiliriz.
Bu toplumsal içtepilerin kökeni ve insanın diğer temel
içtepileriyle ilişkisi konusunda sözü uzatmaksızın, başka bir
örnekle nevrozun diğer bir temel devinimsizliğini gösterelim.
Tabunun kendini gösterdiği biçim, nevrozlunun dokunma korkusuna
("délire de toucher"sine) bir hayli benzer. Bu nevroz temel olarak
cinsel ilişkiyle ilgilidir ve psikanaliz, nevrozdaki yolundan
çevrilip kaydırılmış olan gücün kökeninin cinsel olduğunu pekala
göstermiştir. Tabudaki yasak dokunmalar, kuşkusuz yalnızca cinsel
anlamda değil, daha çok daha yaygın olan saldırma, elde etme ve
kendinin olduğunu savlama içtepilerinden doğmadır. Başkana ya da
onunla ilişkide bulunan bir şeye dokunmak yasaksa, bunun amacı
başka durumlarda başkanın kuşkulu bir gözle görülüşünde kendini
gösteren ve hatta başkanlığa geçirilişinde ona gösterilen kötü
davranışlarda görülen içtepinin önüne bir duvar çekmektir
(yukarıya bakın). Bu yolla içtepinin cinsel öğelerinin toplumsal
öğe karşısında üstün gelmesi nevrozun karakteristik niteliğini
oluşturur. Fakat toplumsal içtepilerin kendileri de benci ve
erotik öğelerin birleşmesinden doğar. Tabuyla zorlanma nevrozu
arasındaki bu son karşılaştırmadan, nevrozun çeşitli biçimleriyle
ekin oluşumları arasındaki ilişkileri ve nevroz psikolojisinin
incelenmesinin, ekinin gelişimini anlatmadaki önemini
kestirebiliriz.
Nevrozlar bir yandan sanat, din ve felsefe gibi büyük ekin
ürünleriyle sıkı ve derin bir ilişki gösterir, diğer yandan da bu
toplumsal ürünlerin bozuk biçimleri gibi görünür. Adeta, histeri
bir sanat yapıtının karikatürü, zorlanma nevrozu bir dinin
karikatürü, paranoya manisi bir felsefe sisteminin karikatürüdür.
Son çözümlemede bu çarpıklığın kökeni, nevrozların toplumsal
ürünler olmasında bulunur. Toplumda kolektif çalışmayla oluşan
şeyi nevrozlar özel araçlarla yapmaya çalışır. Nevrozların
temelini oluşturan eğilimleri araştırmakla kökeni cinsel olan
güçlerin bunlarda belirleyici bir rolü olduğunu, bunlara denk
düşen ekin ürünlerindeyse toplumsal içtepilere ve benci öğelerle
erotik öğelerin birleşmesinden çıkan eğilimlere dayandığını
öğrenmekteyiz. Cinsel gereksinimin, kendi kendini koruma
davranışının yaptığı gibi insanları birleştirmeye yetecek güçte
olmadığı görülmektedir: Cinsel doyum, her şeyden önce bireysel,
özel bir iştir.
Genetik bakımdan, nevrozun toplumsal içeriği onun özgün bir
eğiliminden ileri gelir ve bu da, gerçekliğin doyumsuzluklarından
düşlem dünyasının zevklerine sığınma isteğidir. Nevrozluların
kaçtığı gerçeklik dünyasına insanların oluşturduğu toplum ve
kurduğu ilişkiler egemendir; bu gerçeklikten yüzünü çeviren
nevrozlu, aynı zamanda kendini insan toplumundan da dışarı çekiyor
demektir. |