Psikanaliz
görüşünü manevi bilimlere uygulamaya çalışan incelemelerin her iki
alana da eşit davranamaması kaçınılmaz bir eksikliktir. Onun için
bu incelemeler uzmanları yüreklendirme, araştırmalarını yaparken
kendilerine yararlanacakları düşünceler esinleme görevine özgü
kalmaktadır. Bu eksiklik, animizm denen koca alanı incelemeye
çalışan böyle bir denemede özellikle kendini şiddetle duyumsatır. Animizm, dar
anlamında, ruhla ilgili kavramlar kuramı, geniş anlamındaysa,
genellikle tinsel varlıklar kuramıdır. Animatizm, yani dışarıdan
cansız görünen doğanın ruhlandırılması (canlandırılması), içine
animalizmi ve manizmi de alan daha geniş bir bölümdür. Önceleri
belirli bir felsefe sistemi için kullanılan animizm terimine
bugünkü anlamını veren E. B. Tylor olmuştur.
Gerek geçmişte, gerekse zamanımızda yaşayan ilkellerin doğa ve
dünya üzerine çok dikkate değer görüşleri kavranmaya çalışılırken
bu terimler kullanılmaya başlanmıştır. Bu ilkel insanlara göre
dünya insanlara iyilik ya da kötülük yapan birçok ruhsal varlıkla
doludur. İlkeller doğa olaylarının nedenlerini bu cinlere ya da
şeytanlara yüklemektedir. Bundan başka yalnızca hayvanların ve
bitkilerin değil, cansız şeylerin de bu ruhlarla canlandırıldığına
inanmaktadırlar. Bu ilkel "doğa felsefesi''nin üçüncü ve belki de
en önemli bir bölümü bize o kadar garip gözükmez; çünkü bugün biz
ruhların varlığının sınırlarını çok daraltmış olduğumuz halde ve
doğa olaylarını kişisel olmayan maddi güçlerle açıkladığımız halde
bile, bu felsefeden tümüyle kurtulmuş sayılamayız. O da şudur:
İlkeller, insanlar için de diğer şeylerde gördükleri "ruhluluğa''
inanıyorlar. Onlara göre, insanlarda da bulundukları yerden
ayrılarak başka varlıklara geçebilen ruhlar vardır; bu ruhlar
birtakım görünmez etkinliklerde bulunurlar ve bir dereceye kadar
bulundukları "bedenler''den bağımsızdırlar. Başlangıçta ruhlar
tıpkı bireyler gibi düşünülürdü; fakat uzun bir evrimle maddi
karakterlerini yitirdiler ve daha yüksek bir anlamda ruhlandırma
görüşü oluştu.
Birçok yazar, bu ruh görüşünün animizm sisteminin ilk çekirdeği,
cinlerinse ancak bedenden kurtulmuş ruhlar olduğunu, insan ruhuna
benzetme yoluyla hayvanlarda, bitkilerde ve eşyada da ruh olduğu
düşüncesinin doğduğunu sanmaktadır.
Acaba ilkel insanlar, bu animizm sisteminin dayandığı ruh ve beden
ikiliği görüşüne nasıl varmıştı? Sanıldığına göre bu görüş, uyku
(düş) ve uykuya benzeyen ölüm olaylarına bakarak insanları bu
kadar yakından etkileyen bu durumları açıklama çabasının sonucu
olarak ortaya çıkmıştır. Herhalde ölüm bu görüşün ortaya çıkışının
başlangıç noktası olsa gerektir. İlkel insan için yaşamın
sürekliliği yani ölmezlik apaçık bir şeydi. Ölüm kavramı daha
sonra ortaya çıkan ve ancak ister istemez kabul edilen bir
kavramdı; çünkü ölüm düşüncesi bizim için bile içi boş ve
gerçekliği anlaşılamaz bir kavramdır. Animizm kavramlarının ortaya
çıkmasında düşlerde görülen imgeler, gölge, yansıma gibi gözlem ve
deneyimlerin oynadığı sanılan rol üzerinde de tartışmalar olmuş,
fakat bunlar hiçbir sonuca varmamıştır.
Kendisini düşündüren olaylar karşısında ilkel insanın kafasında bu
ruh kavramının doğmasında ve sonra bu kavramı dış dünyadaki eşyaya
kaydırmasında doğal olmayan gizemli bir sır görmemeliyiz. Animizm
kavramlarının birçok ulus arasında ve birçok devlette birbirine
benzediğini gören Wundt, bu
kavramların "efsane kurucu bilincin zorunlu ruhsal ürünleri
olduğunu ve ilkellerdeki animizmin, görebildiğimiz kadarıyla
insanların doğa halinin ruhlandırılmış bir anlatımı
sayılabileceğini'' söyler.
Hume, Dinlerin Doğal Tarihi adlı yapıtında cansız doğanın
canlılaştırılmasını haklı görür ve şöyle der: "Bütün insanlıkta
her şeyi kendisi gibi görme ve yakından tanıdığı ve bildiği
nitelikleri her şeye kaydırma eğilimi vardır''.
Animizm bir düşünce sistemidir, tek bir olayı açıklamakla kalmaz,
bütün dünyayı bir noktadan bir süreklilik (continuité) olarak
kavrayan bir açıklama verir. Yazarlar, zamanın geçmesiyle bu
türden üç düşünüş sisteminin, üç dünya sisteminin ortaya çıktığını
kabul etmektedir: animistik (mitolojik) düşünüş, dinsel düşünüş ve
bilimsel düşünüş sistemleri. Bunlardan ilk sistem olan animizm,
belki de en tutarlı ve en kapsamlı olan ve dünyanın iç yüzünü
bütünlüğü içinde açıklayan tek sistemdir. İnsanlığın bu ilk dünya
sistemi bugün bir psikoloji kuramıdır. İster boş inançlarda olduğu
gibi eski çağlardan kalma bir kalıntı biçiminde, ister dilimizin,
inançlarımızın, felsefemizin temelinde olduğu gibi yaşayan bir
biçimde olsun, bu görüşün bugünkü yaşamımızda hâlâ ne kadar yeri
olduğunu göstermek konumuzun dışında kalır.
Birbiri ardı sıra gelen bu üç dünya görüşü evresini göz önünde
tutarak diyoruz ki, animizmin kendisi
henüz bir din değildir, ancak daha sonra dini doğuracak olan ilk
koşulları taşımaktaydı. Efsanelerin (mitosların) animizmin
temelleri üzerine kurulmuş olduğu açıktır; fakat bunların
animizmle olan ilgisinin ayrıntısı bazı temel noktalarda henüz
aydınlatılmış değildir.
Bizim psikanaliz incelemelerimiz işe başka bir noktadan
başlayacaktır. İnsanlığın, en eski dünya görüşünü sırf
"spekülatif'' bir bilgi hırsıyla yarattığını sanmamalıyız. Doğaya
egemen olmak gibi uygulamayla ilgili gereksinimlerin herhalde bu
işte bir payı olmuştur. Onun için animizm sistemiyle birlikte
başka bir şeyin daha yürüdüğünü, yani insanlar, hayvanlar, eşya ve
aynı zamanda cinler üzerinde egemen olma yöntemlerinin de
ilerlediğini görürsek bunda şaşılacak bir şey yoktur. S. Reinach
(7) "büyüyle sihir'' adını verdiğimiz
bu yöntemlere animizmin stratejisi adını vermek istemektedir;
fakat ben Mauss ve Hubert ile birlikte, bunları tekniğe
benzeteceğim.
Acaba büyü ve sihir kavramları birbirinden ayrılabilir mi? Ancak
kendi yetkimize dayanarak, dil alışkanlıklarımızın
keyfiliklerinden kendimizi kurtarmayı göze alırsak bunu
yapabiliriz. O zaman büyünün temel olarak, belirli koşullar
altında insanlara nasıl davranılıyorsa, ruhlara da öyle davranma
yoluyla, yani onları hoşnut etme, uzlaştırma, bizi kayırmalarını
sağlama, gözlerini yıldırma, güçlerini ellerinden alma, kendi
istenci altına sokma yoluyla etkileme sanatı olduğunu görürüz.
Bütün bunlar yaşayan insanların üzerinde etkisi olduğu görülen
yöntemlerin aynı olan yöntemlerle yapılmaktadır. Oysa sihir başka
bir şeydir; o temel olarak ruhlarla uğraşmaz, bildiğimiz
psikolojik yöntemleri kullanmaz, özel araçlar kullanır. Sihrin
daha eski ve daha önemli bir animizm tekniği olduğunu kolaylıkla
kestirebiliriz; çünkü cinlere karşı davranış biçimleri arasında
sihir türünden olanlar da görülmüştür.
Bundan başka sihrin doğanın canlılaştırılmadığı yerlerde
kullanıldığı görülmektedir.
Sihir çok çeşitli amaçlara yarar. Doğa olaylarını insanın
istencine bağımlı kılar, insanı düşmanlardan ve tehlikelerden
korur, insanlara düşmanlarına zarar verme gücü kazandırır. Fakat
sihir etkinliğinin dayandığı ilkeler o kadar ortadadır ki bütün
yazarlar aynı şeyi görmüştür. Örneğin E. B. Tylor'un düşüncesine
göre sihri en kısa bir biçimde onun şu sözleriyle anlatabiliriz:
"Zihinde kurulan bir ilişkiyi gerçekte olan bir ilişki sanmak.''
Bu özelliği iki tür sihri ele alarak açıklayalım.
Düşmana zarar vermek için kullanılan en yaygın sihir yöntemi bir
düşmanın herhangi bir maddeden bir figürünü yapmaktan ibarettir.
Tıpkı benzemek şart değildir, hatta herhangi bir şey onun figürü
sayılabilir.
Bundan sonra bu imgeye ne yapılırsa, nefret edilen aslının başına
geleceğine inanılır. Örneğin figür herhangi bir yerinden
incitilirse, düşmanın vücudunda ona karşılık olan yer
hastalanacaktır. Aynı sihir tekniği, kötülük yapmak için
kullanıldığı gibi iyi amaçlar için de kullanılabilir; örneğin kötü
şeytanlara karşı tanrılara yardım etmek için de kullanılabilir.
Frazer şöyle der: "Eski Mısır'da
Güneş-Tanrı Ra her gece karanlık batıdaki yerine battığı zaman,
baş şeytan Apepi'nin önderliği altında bütün şeytanlar ona
saldırır. Ra, bütün gece onlarla dövüşür ve hatta bazen karanlığın
güçleri mavi Mısır göklerinde onun ışığını karartmak ve
zayıflatmak için bulutlar gönderir. Güneş Tanrı'ya bu her günkü
savaşında yardım etmek için Thebes'deki tapınağında her gün âyin
yapılır. Düşmanı Apepi, mumdan yapılmış korkunç çehreli bir timsah
suretinde ya da kangallı bir yılan biçimiyle simgelenir ve üzerine
şeytanın adı yeşil mürekkeple yazılır. Üzerine yeşil mürekkeple
Apepi'nin diğer bir resmi çizilen bir papirüs bir koruyucuya
sarılarak resim siyah saçla bağlanır, üzerine tükürülür, taş bir
bıçakla üzerine vurularak yaralanır ve yere atılır. O zaman rahip
onun üzerine sol ayağıyla yeniden basar ve sonunda onu belirli bir
ağaçtan ya da ottan yapılmış bir ateşte yakar.
Apepi'nin kendisi böylece kesin olarak yok edildikten sonra
başlıca şeytanlarının, onların babalarının, annelerinin ve
çocuklarının mumdan figürleri yapılır ve aynı biçimde yakılır. Bu
ayine belirli efsunların okunması da katılır ve bu ayin yalnızca
sabahleyin, öğleyin ve akşam üzeri değil, fırtına koptuğu ve
şiddetli yağmur yağdığı ya da siyah bulutlar güneşin parlak
ışıklarını kapatmak üzere göğü kapladığı zamanlarda da yapılır.
Karanlık bulut ve yağmurun şeytanları, figürlerine karşı yapılan
kötülükleri kendilerine karşı yapılmış gibi duyumsarlar; hiç
olmazsa bir zaman için geçip giderler ve iyilikçi Güneş-Tanrı
yengi kazanarak yeniden parlar''.
Buna benzer amaçlarla yapılan daha bir sürü sihir işlemi vardır;
fakat ilkel budunlar arasında hep büyük bir rol oynayan ve evrimin
daha yüksek evrelerinde görülen efsanelerde ve kültlerde kısmen
kalan iki sihir biçimi üzerinde duracağım, bunlar sihirle yağmur
yağdırma ve meyve verdirme sanatıdır. Yağmur sihrinde, yağmura
öykünerek ve hatta yağmuru yağdıran bulutlara ve fırtınalara
öykünerek yağmur yağdırılır. Bu âdet, "yağmur oyunu oynamak'' gibi
bir şeydir. Örneğin Japonya'nın Ainoları, büyük bir kalburdan su
dökerek yağmur yağdırırlar, başka yerlerde büyük bir kaba tıpkı
bir gemi gibi yelken ve kürek takarlar, ondan sonra bu kabı köyün
ve bahçelerin çevresinde sürüklerler. Toprağın verimliliği için
yapılan sihir ise, toprağın üstünde insanlar arasında cinsel
ilişkide bulunmaktan ibarettir. Birçok örnekten bir tanesini
analım: Java'nın bazı yerlerinde, pirinçlerin çiçeklenme
zamanında, pirinçlerin iyi ürün vermesi için örnek olsun diye
köylüler geceleyin tarlalara çıkarak çiftleşirlerdi. Aynı zamanda yasak olan "ensest''in
yapılmasının, toprağı zararlı otlarla dolduracağından ve ürün
verdiremeyeceğinden de korkulur.
Bazı olumsuz kurallar, yani sihirle ilgili sakınma önlemleri
vardır ve bunlar da, bir tür sihir biçimine sokulabilir. Örneğin
Dayak köylerinde köylülerin bazıları yabandomuzu avına çıktıkları
zaman, köyde kalanların av süresince elleriyle yağa ya da suya
dokunmaları yasaktır, dokunurlarsa bu hareketleri avcıların
parmaklarının yumuşamasına ve avın ellerinin arasından sıyrılıp
kaçmasına neden olur. Gilyaklı
bir avcı ormanda av peşinde koşarken, çocuklarının ağaç ya da kum
üzerine resim çizmesi yasaktır. Çünkü sık ormanlardaki patikalar
bu resimlerdeki çizgiler kadar karışabilir ve böylece avcının
avının yolunu şaşırmasına neden olabilir.
Gerek bu örneklerde gerekse bunlar gibi olan daha birçok örnekte
uzaklığın hesaba katılmaması, telepatinin doğal bir şey gibi kabul
edilmesi, sihrin özelliklerini kavramamızı kolaylaştırır.
Bütün bu örneklerde etkili güç olarak kabul edilen şeyin ne
olduğunu açıkça görebiliriz: bu güç, gerçekleştirilen edimle
beklenen olay arasındaki benzerliktir. Bunun için Frazer bu türlü
sihre öykünmeyle yapılan ya da homoeopathic sihir diyor. Yağmur
yağmasını isterseniz, yağmur gibi görünen ya da yağmuru anımsatan
bir şey yapmanız yeterlidir. Daha sonraki evrim aşamasında
yağmurun sihirle yağdırılması yerine, evliyalardan yağmur
yağdırmalarını rica etmek için tapınaklara gidilerek dua
edildiğini görürüz. Sonunda bu din tekniği de terk edilmiş, bunun
yerine yağmurun yağmasında havayı etkileyen güçlerin neler olduğu
anlaşılmaya çalışılmıştır.
Sihrin diğer bir türünde ise benzerlik ilkesi yoktur, bunlarda
başka bir ilke vardır, bu ilkeyi şu örnekler anlatabilir.
Bir düşmana kötülük etmek için başka bir yöntem daha
kullanılabilir. Onun üstünden herhangi bir şey, örneğin bir saç,
tırnak parçası ve hatta giysinin bir parçası elde edilir ve
bunlara düşmanca bir şey yapılır. Adeta o adamın kendisine
yapılmış gibi, bunların etkisi olduğuna ve ona ilgili olan eşyanın
başına gelenlerin onun da başına geleceğine inanılır. Örneğin
ilkel adamın düşüncesine göre, ad, bir adamın kişiliğinin bir
parçasıdır; onun için bu adamın ya da bir ruhun adı bilinirse, o
adı taşıyanın üzerine de etki etme gücü kazanılmış olur. İşte
tabuyu irdelerken değinmiş olduğumuz
adların kullanılmasındaki dikkate değer sakınma ve sınırlamaları
bu açıklar. Bu örneklerde benzerlik yerine parçanın bütün yerine
konması ilkesi geçmektedir.
İlkel insanların yamyamlığının çok daha yüksek kaynakları ve
anlamı da bu biçimde ortaya çıkmaktadır. Çünkü bir kimsenin
vücudunun parçalarını yemekle ve onu kendimizin bir parçası
yapmakla o adamın özelliklerine de sahip olmuş oluruz. İşte bazı
durumlarda yemek yeme konusunda birtakım sakınmalara ve yasaklara
dikkat etmenin kaynağı buradadır. Örneğin gebe bir kadının bazı
hayvanların etini yemekten sakınması gerekir; çünkü onların,
örneğin korkaklık gibi istenmeyen özelliklerinin beslemekte olduğu
çocuğa geçmesi olasılığı vardır. Sihrin etkilemesi için iki şey
arasında kesinlikle bir dokunuş ya da hiç olmazsa en önemli
noktada dokunuş koşulu yoktur. Örneğin bir yaranın iyileşip
iyileşmeyeceği, bu yaraya neden olan silaha bağlıdır; yaranın
geleceğiyle silahın kendisi arasında bir bağ olduğunu sanan böyle
bir görüşü hiç değişmeden binlerce yıl boyunca izlemek olasıdır.
Bir Melanezyalı kendisini yaralayan yayı eline geçirirse, yaranın
iltihaplanmasının önüne geçmek için onu soğuk bir yerde dikkatle
saklar. Fakat eğer yay düşmanın elinde kalırsa, yaranın ateş gibi
acıması ve iyice iltihaplanması için yay kesinlikle bir ateş
kenarına konur. Pliny Doğal Tarih'inde (XXXVIII) şu öneride
bulunur: Bir kimse birinin canını acıttığına pişman olursa, bu
kötülüğü yapan elinin üstüne tükürsün, incitilmiş kişinin acısı
derhal diner. Francis Bacon Doğal Tarih'inde, pek revaçta olan
şöyle bir inançtan söz ediyor:
Yaralayan silahın üstüne merhem koymak yaranın iyileşmesine neden
olur. Hatta bugün bile İngiliz köylüleri bu âdete uyar ve orakla
bir yerlerini kestikleri zaman, yaranın cerahatlenmemesi için o
andan itibaren aracı temiz tutmaya bakarlar.
1902 yılı Haziranı'nda yerel bir İngiliz haftalık gazetesinin
bildirdiğine göre, Norwichli Matilde Henry adında bir kadının
ayağının tabanına kazayla demir çivi batmış. Kadın yaraya hiç
aldırış etmeksizin ve hatta çorabını bile çıkarmaksızın tek tedavi
önlemi olmak üzere kızına bu çiviyi derhal yağlamasını emreder;
fakat yaranın mikrop kapması yüzünden kadın birkaç gün içinde
tetanostan ölür.
İkinci tür sihir yöntemleri üzerine buraya kadar aldığımız
örnekler, bize Frazer'in bulaşkan sihirle öykünmeyle yapılan sihir
ayrımını gösterir. Bu örneklerde etkili olarak kabul edilen güç
benzerlik değil, bir yerde birlikte bulunuş, bitişiklik ve hatta
düşsel bir bitişiklik ya da bu bitişikliğin anımsanmasıdır. Fakat
benzerlik ve bitişiklik, zihinde düşüncelerin birbirini çağırması
olayının iki temel ilkesi olduğu için bütün bu saçma sihir
kurallarını bu olayla açıklayabileceğimiz sonucu ortaya çıkıyor.
Yukarıda Tylor'un sihiri nitelendirmek için söylediği "zihinde
kurulan bir ilişkiyi gerçekte olan bir ilişki sanmak'' sözünün ne
kadar doğru olduğunu şimdi görebiliriz. Bunu aşağı yukarı aynı
terimlerle anlatan Frazer'in şu sözleri için de söyleyebiliriz:
"İnsanlar kendi kafalarındaki düşünce düzeninin doğanın düzeni
olduğunu sanmış ve bu yüzden kendi düşüncelerini
denetleyebilmelerinin ya da denetler gibi görünmelerinin
kendilerine eşyayı da denetleme erkini verdiğini sanmışlardır''.
Sihirin ne olduğunu aydınlatan bu açıklama biçimini bazı
yazarların inandırıcı bulmayarak reddetmeleri bize ilk bakışta
garip gelir. Fakat daha yakından
incelersek, sihrin düşüncelerin çağrışımıyla açıklanmasının, bize
yalnızca sihrin geçtiği yolları açıkladığını, onun asıl niteliğini
anlatmadığını, yani doğa yasaları yerine psikolojik yasaların
konmasına yol açan yanılmayı bize açıklamadığını görürüz. Burada
açıkça görüyoruz ki, dinamik bir etmenin bulunması gerekir; fakat
bu etmenin ne olduğunu ararken Frazer'in kuramını eleştirenler de
yanılmaktadır; oysa biz sihrin düşünceler çağrışımıyla
açıklanmasını daha çok inceleyerek ve daha çok derinleştirerek
inandırıcı bir açıklama yolunu kolayca bulabiliriz.
Önce öykünmeyle yapılan sihrin daha basit ve daha önemli olan
biçimini ele alalım. Frazer'e göre, bulaşkan sihir kural olarak
öykünmeyle yapılan sihrin varlığına bağlı olduğu halde, öykünmeyle
yapılan sihir kendi kendine yapılabilir.
Bir kimseyi sihir yapmaya yönlendiren nedenler ortadadır. Bu
nedenler, insanların istekleridir. Yalnızca ilkel adamın, kendi
isteklerinin gücüne karşı büyük bir güveni olduğunu kabul etmemiz
gerekir. İlkelin sihir araçlarıyla elde ettiği şeyler, salt bu
şeyleri istemesinden ötürü yapılması gereken şeylerdir. Bu yolla
başlangıçta, sihirde yalnızca ilkelin isteğinin büyük rolü vardır.
Diğer bir yazımızda, buna benzer ruhsal koşullar içinde bulunan
ama henüz daha devinimsel etkinlikte bulunmayan çocuğun durumunu
çözümlerken, çocuğun önce kendi isteklerini birtakım "hallucination''larla
gerçekten doyurduğunu, yani bu "hallucination''larda duyu
organlarının merkezinden gelen komutlarla kendine doyurucu bir
durum yarattığını ileri sürmüştür.
Ergin ilkel ise başka bir yol bilmektedir. Isteklerine devinimsel
bir zorlamayı da, yani istenci de katmaktadır, daha sonraları
isteklerin doyumu uğruna dünyanın yüzünü değiştirecek olan bu
istenç, ilkel insanda isteklerin doyumunun simgesi olmaktadır ve
bu doyum hareketi "hallucination''larla elde
edilebilmektedir.Doyurulmuş isteğin bu biçimdeki
simgeleştirilmesini çocukların oyunlarıyla karşılaştırabiliriz;
çocuklarda oyun salt kendine doyum sağlama tekniğinin yerine
geçer. Eğer oyun ve öykünmeyle canlandırma çocuğu ve ilkeli
doyuruyorsa, bunu ne bizim anladığımız anlamda bir alçakgönüllülük
belirtisi ne de güçsüzlüklerini anlamaktan ileri gelen bir boyun
eğiş ürünü saymalıyız; bu, salt isteklere ya da isteğe dayanan
istence ve isteğin tuttuğu yola pek fazla değer verilmesinin doğal
bir sonucudur. Fakat zamanla sihir ediminin nedenlerinin önemi
kalkarak onun yerine sihrin araçları, yani sihir ediminin kendisi
önem kazanır. Belki de doğru olan, ilkel insanın, kendi ruhsal
edimlerine haddinden fazla değer verdiğini sihirde kullandığı
araçlarla açıkça görünceye kadar bu davranışının farkına
varmamasıdır. Hatta belki de istenen şeye benzediği için sihir
ediminin kendisinin, isteklerin doyurulmasına insanı sürüklediği
sanılmaktadır. Animist düşünüş evresinde olayların gerçek durumu
henüz daha nesnel bir biçimde gösterilememektedir; fakat daha
sonraki bir evrede bu yöntemler yine kullanıladursa bile,
kuşkuculuk adını verdiğimiz ruh olayı istekleri iten bir güç
halinde kendini gösterdiği zaman bu mümkün olmaktadır. Bu evrede
insanlar inanç olmadıkça ruhlara yalvarmanın para etmediğini,
duaya inanmayınca da duanın hiçbir sihir etkisi olmadığını
anlamışlardır.
Öyleyse bitişiklikle çağrışıma dayanan bulaşkan sihrin mümkün
olması bize, isteğin ve istencin ruhsal olarak değer kazanmasının,
istencin egemenliği altına giren bütün ruhsal edimleri kendi
kapsamına aldığını göstermektedir. Diyebiliriz ki, bütün ruhsal
yolların hepsine de aşırı değer verilmektedir, yani dünyaya karşı
alınan tavırda gerçeklikle düşünce ilişkisi bakımından düşünceye
değer verilmektedir.
Eşyayı temsil eden düşüncelerin önünde eşya gölgede kalmaktadır;
düşüncelerde olan biten her şeyin eşyada da olduğu sanılmakta,
düşünceler arasındaki ilişkilerin eşya arasında da olduğu
varsayılmaktadır. Düşünme uzaklık tanımadığı, yer ve zaman
bakımından birbirinden çok ayrı olan şeyleri tek bir bilinç
edimiyle birleştirdiği için sihir dünyası da telepati aracılığıyla
yer ve uzaklık tanımamaktadır, geçmişteki bir çağrışımı şimdi olan
bir çağrışım saymaktadır. Animistik evrede iç dünyanın gölgesi,
bildiğimize inandığımız diğer dünyanın, dış dünyanın üstüne düşer.
Şuna da işaret edelim ki çağrışımın iki ilkesi, yani benzerlik ve
bitişiklik ilkeleri, dönüp dolaşıp yine dokunuş ilkesinde
birleşir. Bitişiklikle çağrışım doğrudan doğruya anlamında
dokunuştan ibarettir, benzerlikle çağrışım da, sözcüğün mecazi
anlamında dokunuş demektir. Tabunun çözümlemesinde bulduğumuz
dokunuş kavramı da bu kategoriye girer.
Özet olarak, diyebiliriz ki sihire egemen olan ilke ve animistik
düşünme yönteminin tekniği "düşüncelerin kesin erki"dir.
3
"Düşüncelerin kesin erki" terimini obsession nevrozundan
dertliyken psikanaliz tedavisiyle iyileşerek yeteneklerini ve
sağduyusunu gösteren çok zeki bir kişiden aldım. Bu kişi, kendisini ve kendi
hastalığına yakalanmış olanların yakasını bırakmayan birtakım
garip ve üzücü duyguları anlatmak için böyle bir terim bulmuştu.
Örneğin aklına birisi geldiği zaman, sanki bu adamı karşısına
çağırmış gibi gerçekten karşı karşıya geldiklerini sanıyordu.
Çoktan beri görmediği bir tanıdığının sağlığı ansızın kendisine
sorulursa, o tanıdığının hemen ölmüş olduğunu işiteceğine, hatta
ölünün telepati aracılığıyla dikkatini kendisine çekmiş olduğuna
bile inanıyordu; tanımadığı birine karşı bilerek bilmeyerek
ağzından bir küfür kaçırsa o adamın çok geçmeden öleceğine ve bu
ölümden kendisinin sorumlu olacağına inanırdı. Bu gibi durumların
çoğunu tedavi süresince kendisi açıklayabiliyor, kuruntularının
nasıl doğduğunu, bu boş inançların artmasında kendinin de hayli
payı olduğunu söyleyebiliyordu.
İşte bütün "obsession'' nevrozluları bu biçimde hurafecidirler ve
çoğu kez bütün akıl yürütmelerine karşın böyle oluyorlar.
Düşüncelerin salt erkinin darlığı en aydın biçimde "obsession''lu
nevrozda görülür. Bu hastalıkta bu ilkel düşünce yönteminin
sonuçları çoğu kez bilinçte bulunur ya da bunlara bilinçte
rastlanır. Fakat bunda bu nevrozların ayırt edici niteliğini
ararken sakıngan davranmalıyız; çünkü psikanaliz araştırmaları
aynı mekanizmanın diğer nevrozlarda da olduğunu göstermektedir.
Her nevrozda belirti oluşumunun temeli, olaylar değil, düşünmenin
kendisidir. Nevrozlular öyle özel bir dünya içinde yaşarlar ki, o
dünyada, başka yerde de söylediğim gibi, yalnızca "nevrozlunun
piyasa ölçüleri'' geçer. Üstüne düşülen ya da şiddetle söylenen
şeyler, dış gerçekliğe ister uygun olsun, ister olmasın,
nevrozluyu etkileyen şeylerdir. Histerikler, histeri nöbetlerinde
ve belirtilerinde yalnızca imgelemlerinde geçen olayları yineler
ve saptarlar, son çözümlemede bunların hepsi, olan olaylara
dayanır. Ya da bu gibi olayların ürünü olarak oluşmuş olsalar bile
histerik, yalnızca imgelemindeki olaylarla uğraşır.
Nevrozlunun günahkâr vicdanını, gerçekte yapılmış yanlışlara
indirgemekle anlayamayız. Bir "obsession'' nevrozlusu insanlara
karşı çocukluğundan beri çekingen ve kibar davrandığı halde içinde
adeta bir caniye yakışır bir günah duygusunun baskısı vardır.
Böyle olduğu halde, bu günah duygusunun yine bir nedeni vardır ve
bu da yakınlarına karşı ancak bilinçsiz olarak kendini sık sık
gösteren şiddetli ölüm istekleridır. Bu günah duygusunun nedenleri
bilerek bulunulan davranışlar değil, bilinçsiz düşüncelerdir.
Böylece düşüncelerin salt erki, diğer bir deyişle, gerçekliğe
karşılık ruhsal süreçlerin gereğinden çok değer kazanması
nevrozlunun üzüntülü yaşamında ve üzüntülü yaşamıyla ilgili
şeylerde sınırsız bir etki yapar. Onu psikanaliz tedavisi altına
aldığımız ve bilinçdışı düşüncelerini bilinçli hale getirdiğimiz
zaman görürüz ki, hasta, düşüncelerin özgürlüğüne inanmaktan
kaçınır ve kötü isteklerini söyler söylemez bunlar olacakmış
korkusuyla isteklerini açığa vurmaktan hep korkar. Fakat bu
durumuyla yaşamında etkin bir rol oynayan yersiz inanmalarıyla,
dış dünyayı salt kendi düşünceleriyle değiştirebileceğini sanan
ilkele ne kadar benzediğini açığa vurur.
Bu nevrozluların, başlıca "obsessive'' davranışları gerçekte
tümüyle sihirsel bir niteliktedir. Sihir değillerse bile bir tür
sihirsel önlem niteliğindedirler ve amaçları nevrozun başladığına
işaret olarak daima gördüğümüz bir korkuya, kötülük etmeye karşı
kendini korumaktır. Bu gibi noktalara derinlemesine girince bu
beklenilen kötülüğün içinde daima bir ölüm olduğunu gördüm.
Schopenhauer'e göre, her felsefenin başında ölüm sorunu gelir;
animismin özellikleri olan ruh anlayışının ve şeytanlara inanmanın
ortaya çıkışında da, hep ölümün insan üzerindeki etkisinin rol
oynadığını biliyoruz.
Bu ilk "obsession'' ve korunma davranışlarının benzerlik ilkesine
mi, yoksa dokunuş ilkesine göre mi ortaya çıktığını belirlemek
güçtür; çünkü nevrozlarda bunlar daima önemsiz bir olay ya da
kendiliğinden hiçbir anlamı olmayan bir edim üzerine kaydırılarak
biçimini değiştirmiş görünürler.
Zorlanma nevrozunun koruyucu tılsımlarının sihir büyülerinde bir
karşılığı vardır. Fakat "obsession''ların değişmesini, bu gibi
davranışların cinsel yaşamla hiçbir ilgisi olmayan kötü isteklere
karşı bir tür tılsım biçiminde başlayarak sonunda yasaklanmış
cinsel etkinliklerin yerine geçtiklerine ve asıllarına tıpı tıpına
öykündüklerini göstererek anlatabiliriz.
Bireydeki libido içtepilerinin olgun biçiminde geriye doğru, yani
çocukluktaki ilk başlangıçlarına doğru gittiğimiz zaman ilk defa
Drei Abhandlungen zur Sexualtheorie (1905) adlı yapıtımızda
gösterdiğimiz önemli bir ayrımı buluruz. Cinsel içtepilerin
görünümlerini başlangıçtan itibaren seçebiliriz; fakat bunlar
başlangıçta herhangi bir dış nesneye çevirilmiş değildir. Her
birey cinsel içtepiler taşıyan bir insan olması nedeniyle, zevk
almaya uğraşır ve bunun doyumunu kendi vücudunda bulur. Bu evreye
otoerotizm evresi demiş ve nesne seçmesi evresinden ayırmıştık.
İncelememizi daha da ilerlettikçe bu iki evre arasına bir üçüncü
evre koymayı, daha doğrusu ilk otoerotizm evresini ikiye ayırmayı
kolaylık sağlayıcı ve zorunlu bulmuştuk. İncelemeler yapıldıkça
önemi artan bu ortanca evrede önceden ayrı olan cinsel içtepiler
birleşir ve hatta kendilerine bir nesne de bulurlar; fakat bu
nesne bireyin dışında ve ona yabancı değildir, bu dönemde oluşmuş
olan onun kendi egosudur. Bu yeni evreye narsizm demiştik. Bu
terimle adlandırılmasının nedeni de, bu evrenin, sonraları
gözlemlenme olasılığı olan patolojik biçimidir. Birey sanki
kendine âşıkmış gibi davranır; çözümlemelerimiz bakımından ego
içtepileri ve libidonun istekleri henüz daha birbirinden ayrılmış
değildir.
Daha önce birbirinden ayrılmış olan cinsel içtepilerin bir bütün
halinde birleştiği ve egonun nesne olarak alındığı bu narsist evre
henüz katı bir biçimde ayırt edilemese de, narsistliğin bundan
sonra asla kaybolmadığını söyleyebiliriz. İnsan belirli bir
dereceye kadar, hatta libidosu için dışarıda nesneler bulduğu
zaman bile narsist kalır ve libidosunu yönelttiği bu nesneler,
egosuyla birlikte kalan ve egosunun içine çekilebilen libidonun
görünümlerini simgeler. Oldukça dikkate değer psikolojik bir olay
olan ve normal bir psikoz prototipi olan âşık olma durumu, kendi
kendine âşık olma evresinin karşıtı olarak, bu libido
görünümlerinin en yüksek evresine denk düşer.
Aşırı değerlendirme biçiminde gördüğümüz ve ilkellerle nevrozlular
arasında bulduğumuz bu "ruhsal edimlerin yüksek
değerlendirilmesi'' durumunun, narsizmle ilişkisini şimdiden
pekâlâ gösterebiliriz ve narsizmin temel bir parçası olarak
yorumlayabiliriz. İlkel insanlar arasında düşünmenin henüz yüksek
derecede nesnelendirilmiş bir durumda olduğunu söyleyebiliriz,
bunun nedeni de düşüncelerin salt erkine olan inanç ya da dünyaya
egemen olma erkine karşı olan ve henüz daha sarsılmamış güven,
insanın dünyadaki gerçek konumunu kendisine aydınlatacak doğal
olayları anlayamamasıdır. Nevrozlularda bir yandan bu ilkel
zihniyetin önemli bir bölümü bir etmen olarak kalır; diğer yandan
da onlardaki cinsel tutukluklar düşünce süreçlerinin yeniden
nesneleşmesine yol açar.
Libidonun düşünsel başkalaşımında, ister ilk ilkel biçiminde,
ister geriye dönmüş biçiminde olsun, her iki durumda da psişik
sonuçlar birdir, yani düşünsel narsizm ve düşüncelerin salt
erkidir.
İlkellerin narsizminin bir kanıtı olarak ele alırsak, insanların
dünyayı anlayışlarının çeşitli gelişme evrelerini bireylerin
libido gelişme evreleriyle karşılaştırmaya girişebiliriz. O zaman
animistik evrenin, gerek zaman gerekse içerik açısından, narsizme
denk düştüğünü görürüz; dinsel evre, baba ve anneye başeğmenin
anlattığı nesne bulma evresine denk düşer; bilimsel evreyse, zevk
ilkesiyle ilişkisini keserek ve kendini gerçekliğe
uyumlulaştırarak nesnesini dış dünyada arayan bireyin olgunluk
durumuna tümüyle denk düşer.
Eğer insanın dünya anlayışının yukarda söylenen evrimini kabul
edersek, yani animistik evreden sonra dinsel evre ve ondan sonra
bilimsel evre geldiğini kabul edersek, "düşüncelerin salt erki"nin
gelişmesini bütün bu evrelerde izlemekte güçlük çekmeyiz.
Animistik evrede insan, salt erkin kaynağının kendisi; dinsel
evredeyse tanrılar olduğuna inanır; fakat onu yine ciddi olarak
bırakmaz; çünkü isteklerinin çıkarları, tanrıların davranışlarını
denetleme hakkını kendine bırakır. Yaşama karşı bilimsel
tavırdaysa artık insanın salt erkine yer kalmamıştır; insan
küçüklüğünü kabul etmiştir ve bir boyun eğme duygusu içinde bütün
diğer doğal zorunluluklar gibi ölüme de boyun eğmiştir.
Böyle olmakla birlikte gerçekliğin yasalarıyla karışan insan
kafasının erkine beslediğimiz güven hâlâ düşüncelerin salt erkine
olan bu ilkel inancın bir parçası olarak içimizde yaşamaktadır.
Düşüncelerin salt erki kendi uygarlığımızda yalnızca bir alanda,
sanat alanında kalmıştır. İnsanlar bugün yalnızca sanat alanında
isteklerine uyarak, bu isteklerin doyumuna benzer bir şey
yaratıyor ve bu oyun, sanatsal imgeler sayesinde gerçekmiş gibi
sonuçlar ortaya çıkarıyor. Sanatın sihrinden haklı olarak söz
ediyoruz ve sanatçıyı sihirbazla haklı olarak karşılaştırıyoruz.
Fakat bu karşılaştırma, savlandığından belki de çok daha
önemlidir. Hiç kuşkusuz, sanat sanat içindir biçiminde başlamamış
olan sanat, kökensel olarak bugün büyük bir bölümüyle artık
varolmayan eğilimlerin işine yaramıştı. Bunlar arasında çeşitli
sihirsel amaçların bulunduğunu varsayabiliriz.
Öyleyse, insanlığın kurmayı başardığı ilk dünya görüşü olan
animizm psikolojik bir anlayıştı. Onu kurmak için herhangi bir
bilime gerek yoktu; çünkü bilim, dünyayı bilmediğimizi ve onu
bilmemiz için gerekli olan araçları aramamız gerektiğini
anladıktan sonra ortaya çıkar. Oysa animizm ilkel insana doğal ve
açık geliyordu; dünyayı oluşturan şeylerin tümüyle insan gibi
davrandığını, kendi özel deneyimiyle anlıyordu. Öyleyse ilkel
insanın kendi ruhunun kuruluşundaki ilişkileri dış dünyaya aktarmış olması
kolayca açıklanabilir. Buna karşı şimdi animizmin eşyanın iç yüzü
üzerine bize öğrettiklerini yeniden insan ruhuna döndürebiliriz.
Animizmin tekniği olan sihir, açık ve yanılmaz bir biçimde psişik
yaşamın yasalarını eşyanın gerçekliği üzerine zorlama eğilimini
gösterir, bu durum ruhların henüz daha bir rol oynamadıkları ve
henüz sihir işinin nesneleri olarak alınabilecekleri koşullar
altında olur. Öyleyse sihirin kabul ettiği ilkelerin kökeni
animizmin çekirdeği olan cinler görüşünün kökeninden daha eskidir.
Psikanaliz görüşü burada R.R. Marett'in bir görüşüyle
birleşmektedir; bu görüşe göre animizmden önce gelen bir pre-animizm
evresi vardır ve bunun iç yüzünü bize en iyi animatizm (her şeyi
canlandırma görüşü) anlatır. Uygulamada pre-animizm üzerine fazla
bilgimiz yoktur; çünkü henüz cinler kavramına sahip olmayan hiçbir
budun bulunmamıştır.
Sihir, düşüncelerin bütün salt erkini henüz korurken, animizm bu
salt erkin bir parçasını cinlere vermiş ve bu yolla bir din
oluşturmaya yöneltilmiştir. Öyleyse ilkel insanı bu ilk vazgeçme
davranışına sürükleyen acaba neydi? Bunun nedeni, varsayımlarının
yanlışlığını derinden anlamak olamazdı; çünkü yine sihir tekniğini
korumayı sürdürüyordu.
Başka yerde gösterildiği gibi, cinler ve şeytanlar ilkel insanın
coşkulu içtepilerinin dışarıya çevrilmesinden başka bir şey
değildir. Libidosunun
saplantılarını, kendi imgeleminin yarattığı "tanrı ışınları"nın
âkıbetinde becerikli paranoyak Schreber gibi, İlkel insan etki yüklediği eşyayı kişiselleştirmiş,
dünyayı bunlarla doldurmuş ve kendi içindeki ruhsal oluşları kendi
dışında yeniden bulmuştur.
Daha önce başka bir nedenle yaptığımız için, psişik süreçleri dış dünyaya atma eğiliminin kökeni
sorununu tartışmayacağız. Bununla birlikte bu dış dünyaya atma
eğiliminin ruhsal bir hafiflik verdiği zaman daha güçlü olduğunu
söyleyebiliriz. İçtepiler salt erki elde etmek için birbirleriyle
çatıştıkları zaman böyle bir durumu kesinlikle bekleyebiliriz;
çünkü bu içtepilerin hepsi birden böyle bir erk sahibi olamaz.
Paranoyadaki hastalığın gelişimi psişik yaşamda gözüken bu gibi
çatışmaları ortadan kaldırmak için bu üstüne atma (projection)
mekanizmasını kullanır. Bununla birlikte, bir karşısavın iki
parçası arasındaki böyle bir çatışmanın örneği, sevilen bir
kimsenin ölümü karşısında yas tutma sorununda incelediğimiz
çiftdeğerli duygu duyma durumudur. Böyle bir durum dışarıya
çevirme mekanizmasını çalıştırmaya en uygun olan durumdur. Burada
da yine, cinler arasında ilk önce kötü cinlerin doğduğunu kabul
ederek ruh kavramlarının kökenini ölümün yaşayanlar üzerinde
bıraktığı izlenimlerde bulan yazarlarla birleşiyoruz. Ayrıldığımız
nokta, ölüm olayının yaşayanlar üzerine yaptığı düşünsel etkiye
birinci derecede önem vermeyişimizdedir, biz onun yerine ölüm
olayı karşısında yaşayan kimselerin içine düştükleri duygu
çatışmasını incelemeye bizi sürükleyen gücün üzerinde duruyoruz.
Öyleyse, insanların ilk kuramsal başarısı olan ruh düşüncesi de,
insanların ilk boyun eğdikleri ahlâk kurallarıyla, yani tabu
kurallarıyla aynı kaynaktan çıkmıştır. Fakat bunun böyle oluşu,
önceden, onların zaman bakımından da aynı olduğu yargısına
varmamızı gerektirmez. Eğer ilkel insanda düşünmeyi ilk uyandıran
olay gerçekten de ölümle karşılaşması ve bunun karşısında kendi
erkinin bir parçasını ruhlara bırakması, devinim ve istenç
özgürlüğünün bir bölümünden vazgeçmesi olmuşsa, bu ilk ekin
ürünleri, insanların narsizminin karşısına dikilen anagch'nın ilk
kez tanınması demektir. İlkel adam ölümü yadsır görünürken, şimdi
ölümün üstün erkine boyun eğmektedir.
Varsayımımızı biraz daha ileri götürmeye cesaret edersek, üstüne
atma mekanizmasıyla ortaya çıkan ruhların ve cinlerin
yaratılışında psikolojik payımızın hangi bölümünün yansıdığını
araştırabiliriz. Şurası açıktır ki tümüyle nesnel olmayan daha
sonraki ruh anlayışından henüz daha çok uzak olmakla birlikte,
ilkellerin ruh anlayışında ona benzer bir yan vardır ve bu
bakımdan insanları ve eşyayı bir ikilik olarak görür; bu biçimde
görülen nitelikler ve değişmeler bu ikiliğin iki öğesi arasında
bölünür. Herbert Spencer'in deyişiyle
bu köken ikiliği bizim ruhu bedenden ayırışımızda görülen
ikiciliğin aynıdır ve bunun hâlâ dilde yaşayan görünüşlerini,
örneğin bayılan ya da sabuklayan kimseler için kullanılan
"kendinden geçti" gibi deyimlerde buluruz.
Tıpkı ilkel insanın yaptığı gibi biz de dış gerçekliğe öyle bir
durumu kaydırıyoruz ki, bunda hem belirli bir şeyin duyu ve
bilincimize başeğdiği, hem de o şeyin gizli olarak bulunduğu ve
yeniden başeğebileceği bir durum yan yana bulunmaktadır. Diğer bir
deyişle algı ve bellek yan yana bulunur. Daha genel olarak
söylersek, bilinçli ruhsal süreçlerin yanında bilinçdışı ruhsal
süreçler bulunmaktadır.
Kuşkusuz ne ilkel ruh anlayışında, ne de bugünkü ruh anlayışında
(bugünkü bilimin ruhsal yaşamda bilinçliyle bilinçsizi birbirinden
ayırt edişi gibi) ruhun diğer kısımlardan bıçak kesimi ayırt
edildiğini beklememeliyiz. Tersine, animizmde anlaşılan ruh, her
iki bölümün da özelliklerini kendinde birleştirmektedir. Ruhun
uçuculuğu ve hareketliliği, bedenden ayrılma erki, geçici ya da
sürekli olarak başka bir bedene girme yeteneği bize yanılmaz bir
biçimde bilincin iç yüzünü anımsatan özelliklerdir. Fakat somut
görünüşlerinin arkasına gizlenmesi bize bilinçdışını anımsatır;
bugün artık biz onun değişmezliğini ve yok edilemezliğini bilince
değil, bilinçdışı süreçlere bağlıyoruz ve bunlara yaşamın gerçek
içerikleri olarak bakıyoruz.
Animizmin bir düşünüş sistemi, ilk ve tam bir evren görüşü
olduğunu söylemiştik. Şimdi bu sistemin psikanalizce yorumundan
bazı sonuçlar çıkarmak istiyoruz. Günlük deneyimimiz bize bu
"sistem"in başlıca özelliklerini gösterebilir. Geceleyin düş
görürüz, gündüzün düşümüzü yorumlatırız. Düş, içeriği gereği bize
karışık ve tutarsız görünebilir; fakat diğer yandan da
deneyimimizden edindiğimiz izlenimlerin sırasına öykünebilir; bir
olaydan diğer bir olayı çıkarabilir, bir olayın içindekilerin bir
parçasını bir diğerine geçirebilir. Düş bunda az çok başarılı
olur; fakat düşün yapısında bir yerde kesinlikle bir saçmalık ya
da bir boşluk olmamasına olanak yoktur. Düşü yoruma bağlı tutarsak
görürüz ki, içeriğinin bu kaypak ve karışık düzeninin düşü
anlayışımızda büyük bir payı yoktur. Düşün ana bölümü, hiç
kuşkusuz anlamlı ve tutarlı bir düzene sahip olan düşteki
düşüncelerdir. Fakat bunların düzeni, düşün hatırımızda kalan
içeriğinden tümüyle farklıdır. Bizim anımsadığımız biçimde, düş
düşünceleri arasındaki tutarlılık bozulmuş ya da tümüyle ortadan
kaybolmuştur ya da yerine düş içeriğinin öğeleri arasında yeni bir
sıralama yapılmıştır. Düş öğelerinin yoğunlaştırılmasından başka,
bu öğelerin asıl sırasından az çok bağımsız olan yeni bir sıralama
yapılır. Kısacası, düşteki düşünce gereçlerinden düşün oluşturduğu
yapıt bir tür ikinci bir işlenmeye bağlı kılınır ve bunun da
amacı, düşün yapısının oluşturduğu tutarsızlığı ve anlamsızlığı
ortadan kaldırıp yerine yeni bir anlam koymaktır. Böylece ortaya
çıkan bu yeni anlam artık düşteki düşüncelerin anlamı değildir.
Düşün bu biçimde ikinci bir düzenlemeye bağlı kılınması,
sistemlerin iç yüzünü ve savlarını bize güzelce göstermektedir.
İnsanlarda bulunan zihinsel bir işlev, algılarımızı ve
düşüncelerimizi birleştirmemizi, onlara bir tutarlılık ve bir
anlam vermemizi ister, bunlar arasındaki küçük bağları birtakım
koşulların etkisi altında bulamayınca yanlış ilişkiler kurmaktan
bile çekinmez. Bu gibi sistem kurmaları yalnızca düşlerde değil
fobilerde, takıntılı düşüncelerde ve kuruntularda da (delusion)
görürüz. Kuruntularda (paranoyada) sistem kurma en ustaca biçimini
alır ve bütün belirtilere egemen bir duruma gelir; fakat diğer
bütün nevropsikoz biçimlerinde de savsaklanabilecek gibi değildir.
Bütün bu durumların hepsinde, sistem bakımından anlamlandırılmak
koşuluyla ruhsal gereçlerin yeni bir düzenlemeye sokulduğunu
gösterebiliriz; bu iş bazen çok şiddetli olur. Öyleyse bir sistem
kurulduğunu bize gösteren en iyi işaret, iki ayrı nedenin ortaya
çıkarılmasıdır; bu nedenlerden biri sistemin temellerinden gelir
ve bu yüzden kuruntu (delusion) nedenleridir. Ötekiyse gizli ama
gizli olmakla birlikte gerçek ve asıl kaynaktır.
Bir nevroz örneği bunu pek güzel betimler. Tabu konusundaki
bölümde obsessionlarının Maoriler arasındaki tabu kurallarına
benzediğini gördüğümüz bir yanlışı anmıştım. Bu kadının nevrozu, kocasına karşı çevrilmişti ve
kocasının ölümüne karşı yaşayan bilinçdışı isteğe karşı kendini
savunma biçiminde gözüküyordu. Fakat kadının görünüşteki
sistematik fobisi, genellikle ölümün sözünün edilmesine karşıydı;
bunda kocası tümüyle ortadan kalkmıştı, bilinçli kuruntu nesnesi
değildi. Bu kadın bir gün kocasının, körleşen usturalarını
biletmek için bir dükkâna verilmesini buyurduğunu söyler, garip
bir rahatsızlığın yönlendirmesiyle kadın kendisi dükkâna gider,
dönüşünde bu usturalardan salt kendi iyiliği için vazgeçmesini
kocasından rica eder; çünkü usturaların gönderildiği dükkânın
yanında tabut ve cenaze gereçleri satan bir dükkân bulunduğunu
görmüştür. Kadının savına göre, kocası sürekli olarak usturalarla
ölüm düşüncesi arasında karşısına kasten bir ilişki çıkarıyordu.
Öyleyse sistemde korkunun nedeni bu olay gibi gözükmektedir,
hastanın, oradaki dükkânı görmemiş olsaydı bile eve yine bu ustura
yasağıyla döneceğinden emin olabiliriz; dükkâna giderken yolda bir
cenaze arabasına, yaslı bir adama ya da çelenk taşıyan bir kimseye
rastgelmesi yeterliydi.Etmenlerin oluşturduğu ağ kendine hep bir av
yakalamaya hazırdır, bu avı ağına çekip çekmemesi basit bir iştir.
Kadının başka durumlarda da bu gibi rastlantılara göz yumacağını ve
eve döndüğü zaman herhalde "güzel bir gezinti" yaptığını
söyleyeceğini kesinlikle söyleyebiliriz. Ustura korkusunun asıl
nedeninin, kocasının bu keskinleşmiş usturalarla gırtlağını
kesmesi gibi kadının aklına gelen zevkle karışık bir düşünceye
karşı gösterdiği direniş olduğunu kolayca kestirebiliriz.
Yine bu biçimde, belirti bir kez bilinçdışı bir isteği temsil
etmeyi ve bu isteğe karşı savunma düzeni oluşturmayı başardı mı, "abasite"
ya da alan korkusu (agoraphobie) biçiminde devinimsel bir
yasaklama kökleşir ve dal budak salar. Hastanın yaşayan bütün
bilinçdışı fantezileri ve anıları bir kez açıldı mı, artık bu
kanaldan belirti biçiminde kendilerini göstermeye çalışırlar ve
devinim bozuklukları alanında yeni bir düzenle sıralanırlar.
Öyleyse, örneğin bir agorafobinin belirtilerinin yapısını ve
ayrıntılarını bu hastalığın kendi savlarıyla anlatmaya kalkışmak
boşuna ve gerçekten saçma bir şey olur. Çünkü bu savların bütün
mantıklılığı ve gösterdiği ilişkilerin bütün kesinliği yalnızca
görünüşten ibarettir. Düşlerdeki Façade'ın oluşumunda olduğu gibi,
belirtilerin yapısında da büyük bir tutarsızlık ve keyfilik
olduğunu daha dikkatli bir gözlem bize gösterir. Böyle bir fobi
sisteminin ayrıntılarının asıl nedenleri, yürüme yasağıyla hiçbir
ilgisi olmayan gizli etmenlerden gelir; işte bunun içindir ki bu
gibi fobilerin sayısız biçimi vardır ve ayrı ayrı kimselerde
birbirine o kadar karşıt biçimlerde görünürler.
Şimdi animizm sisteminin izlerinden geriye doğru gitmeye
çalışırsak diğer psikolojik sistemlerden edindiğimiz bu görüşten
şunu çıkarabiliriz: İlkel insanlar arasında da, bir kuralın ya da
âdetin biricik ve asıl nedeninin "boş inanç" olmasına olanak
yoktur, onun için gizli örgeler aramak zorundayız. Animizm
sisteminin egemenliği altında her kuralın ve her davranışın bugün
bizim "hurafevi" dediğimiz bir düşünce sistemiyle
doğrulaştırılması kesinlikle zorunludur. Fakat "üzüntü", "düş" ve
"şeytan" gibi "boş inanç" da, psikanaliz araştırmalarıyla
psikolojinin yıkılan ilkelerinden biridir. Biz bunların gerisinde
neler olduğunu kavrayabilirsek, ilkellerin psişik yaşamının ve
ekinsel durumunun şimdiye kadar yanlış anlaşılmış olduğunu
görürüz.
İçtepilerin boğulmasını, varılan ekin düzeyinin bir ölçüsü olarak
ele alırsak, animizm sisteminin de boş inançlardan geldiği için
haksız yere değerlendirilemeyen bir ilerleme ve evrim olduğunu
kabul etmemiz gerekir. İlkellerin, sefere çıktıkları zaman yolda
temizlenme kurallarına uyduklarını ve pislemediklerini gördüğümüz
zaman, bunu şöyle açıklamaya
çalışıyoruz: Eğer düşmanları kişinin bir parçası olan bu
pislikleri ele geçirirse, sihir aracılığıyla kendilerine bir
kötülük yapabilirler. Onun için pisliklerini çıkarmazlar.
Oruçlarını da buna benzer boş inançlarla açıklayabiliriz. Oysa
içtepinin bastırılması bununla açıklanmaz, vahşi savaşçının
karşılık olarak başka bir şeyi elde etmek için bu kurallara
başeğdiğini kabul edersek, sorunu daha iyi anlarız; çünkü başka
durumlarda kendisine yasak edilen düşmanlık ve kötülük etme
içtepilerini şimdi istediği gibi doyurma fırsatını elde edecektir.
Aynı şey cinsel sınırlamalarla ilgili birçok olayda da geçerlidir. Bu yasakların nedenlerinin
sihirle bir ilgisi olduğu kabul edilse bile, az önce söylediğimiz
gibi istekleri doyurarak güç kazanmak isteği yine temeldir ve
yasağı haklı göstermek için sihirin güttüğü nedenlerin sağlığa
ilişkin bir neden olduğunu da savsaklamamak gerekir. İlkel boyun
üyeleri balık, vb. avlamaya, savaşmaya ya da işe yarar bitkiler
toplamaya gittiği zaman, evde kalan kadınlar bir sürü yasakların
baskısı altına girerken vahşilerin kendilerine göre bu avın ya da
savaşın başarısını uzaktan duygusal olarak etkiler. Fakat uzaktan
etkileyen bu öğenin avı düşünmek, geride bırakılanları özlemek
gibi şeylerden başka bir şey olmadığını anlamak için ve bu kılığa
bürünmüş duyguların altında erkeklerin geride kalan karılarının ne
yaptıklarından tümüyle emin oldukları zaman daha iyi
çalışabileceklerini gösteren çok yerinde bir psikolojik sezişin
gizlendiğini kestirmek için çok büyük bir zekaya gerek yoktur.
Bazen aynı düşünce sihir düşünceleri, vb. karışmaksızın da
anlatılır ve kadının kocasını aldatmasının uzaktaki kocasının
işini alt üst ettiği açıkça söylenir.
İlkellerin kadınlarının aybaşı zamanlarında bağlı oldukları
sayısız tabu kuralının nedenleri bir boşinanç olan kan korkusudur
ve gerçek nedeninin de bu olması olasıdır. Fakat bu kan korkusunun
yanında, daima sihirsel nedenlerle örtülen estetik ve sağlığa
ilişkin amaçların da olması olasılığını savsaklamak yanlış olur.
Yaptığımız bu açıklamaların karşısında, bizi bugünkü vahşilere
psikolojik bir incelik yüklemek gibi saçma bir iş yapmakla
suçlayanlar olacağını söylersek herhalde yanılmış olmayız. Fakat
biz erginlerin hiç de iyice anlayamadığımız, zenginliğine ve duygu
inceliğine pek az önem verdiğimiz çocuğun psişik yaşamında
yaptığımız yanlışı animizm evresinde bulunan budunların
psikolojisinde de yaptığımızı sanıyorum.
Şimdiye kadar açıklanmamış olan bir iki tabu kuralını daha anmak
isterim; çünkü bunlar da psikanalizin yorumları altına girebilir.
Birçok ilkel budun arasında bazı durumlarda evde keskin silahların
ve kesici aletlerin bulundurulması yasaktır. Frazer, bıçağın keskin yanı yukarıya dönük olarak bir
yere bırakılmamasını, çünkü tanrının ve meleklerin bundan zarar
göreceğini buyuran bir Alman boşinancını anar. Bu tabuda, keskin
silahın bilinçdışı kötü içtepilerce kullanılmasını mümkün kılan
bazı "belirti niteliğindeki edimler"e karşı bir uyarının saklı olduğunu görmemek mümkün mü? |