...................
TOTEMİZMİN ÇOCUKLUKTAKİ
YİNELENMELERİ -
2

Jigmund Freud
Çeviri: Niyazi Berkes
TOTEM ve TABU

Remzi Kitapevi 1971

                         
...................
...................
4

1894'te ölen ve fizikçi, filolog, Kutsal Kitap uzmanı ve bir arkeolog, keskin ve özgür düşünceli olduğu kadar çok yönlü bir bilgin olan W. Robertson Smith, The Religion of the Semites (68) adlı yapıtında, totem şöleni denen garip bir törenin başlangıçtan beri totemik sistemin tamamlayıcı bir parçası olduğu varsayımını ortaya atmıştı. Bu varsayımın kanıtı olarak da, elinde o zaman İ.S. 500 yılından kalma tek bir belge vardı; bununla birlikte eski Samiler arasındaki kurbanın iç yüzü üzerine yaptığı çözümlemede varsayımına büyük bir olasılık derecesi verebilmiştir. Kurbanda tanrısal bir kişi düşüncesi olduğu için, burada yüksek bir dinsel tapınım evresinden en aşağı evreye, yani totemizme geri gitme sorunuyla karşılaşıyoruz demektir.

Robertson Smith'in bu yetkin yapıtından bizim için büyük bir önemi olan kurban ayininin köken ve anlamı konusundaki satırları alacağım; yalnızca çok ayrıntıya giren bölümleri ve daha sonraki gelişimlerle ilgili olan yerlerini atlayacağım. Böyle bir parçada yapıtın özgün sav gücünü, akıcılığını okura duyurmak olanaksızdır.

Robertson Smith, sunakta kurban verilmesi âdetinin eski dinlerin ayinlerinde temel bir bölüm olduğunu göstermektedir.

Kurban bütün dinlerde aynı rolü oynamakta ve kökeninin, sonuçları her yerde aynı olan çok genel nedenlere dayandırılması gerekmektedir.

Fakat kurbanın (kutsal edim catezogh ierourgia sacrificium) kökenindeki anlamı sonraki zamanlarda anlaşılan anlamından başkaydı: Kurban, tanrıyı barıştırma ya da kazanma amacıyla tanrıya bir tür armağan sunma anlamına geliyordu. Sözcüğün din dışında anlaşılan anlamı, kendini yadsımak demek olan ikincil anlamından sonraları çıkmıştır.

Kurban başlangıçta "tanrıyla kendisine tapanlar arasında toplumsal bir arkadaşlık işi"nden başka bir şey değildi.

Kurban olarak tanrıya yenecek ve içilecek şeyler getiriliyordu; insanlar tanrılarına kendilerini yaşatan et, tahıl, meyva, şarap ve yağ gibi besinleri sunuyorlardı. Ancak kurban eti üzerine birtakım kurallar ve kuraldışları vardı. Tanrı, bitki türünden olan kurbanlar yalnızca kendisine bırakıldığı halde, hayvan türünden olan kurbanları kendisine tapanlarla paylaşıyordu. Herhalde hayvan kurbanlar daha eskiydi ve bir zamanlar kurbanın tek biçimi böyleydi. Bitki türünden kurban vermek, ilk meyvaların sunulmasından çıkmıştır; toprağın ve yurdun efendisine bir tür vergi vermek gibi bir şeydi. Oysa hayvan kurbanlar tarımdan daha önce başlamıştır.

Dilde kalan izler, tanrıya sunulan kurbanın onun gerçekten besini sayıldığını kesin olarak göstermektedir. Zamanla tanrı maddi olmayan bir varlık olarak görüldükçe, bu görüş saldırgan bir nitelik kazandı ve tanrıya yalnızca etin su bölümünün sunulmasıyla yetinilmeye başlandı. Daha sonraları kurban etini dumanlar içinde sunaktan yükselten ateşin kullanılmasıyla tanrılar için daha uygun bir besin olarak insan besinlerinin sunulması başlamıştır. İçki kurbanı, kökensel olarak, kurban edilen hayvanların kanıydı; sonraları bunun yerine şarap konmuştur. İlkel insan şaraba, bugün hâlâ şairlerimizin de dediği gibi, "üzümün kanı" gözüyle bakardı.

Öyleyse ateşin ve tarımın bulunmasından önce, kurbanın en eski biçiminde, kurban etini ve kanını tanrılarla inananlar birlikte yiyorlardı. Önemli olan, her iki tarafın da etten paylarını almalarıydı.

Özetle, kurban genel bir ayin, bütün klanın bir töreniydi. Temelde bütün din bir kamu sorunuydu; dinsel görev, toplumsal borçların bir parçasıydı. Kurban ve şölen bütün budunlarda hep birlikte bulunurdu; her kurbanın bir bayramı vardı, hiçbir bayram kurbansız kutlanmazdı. Kurban şöleni, herkesin seve seve kendi çıkarlarının üstüne yükseldiği, toplumun ve toplumla birlikte tanrının yükseltildiği bir vesileydi.

Genel kurban şöleninin ahlâksal gücü, hep birlikte yeme ve içme kuralları üzerine kuruluydu. Başkalarıyla birlikte yeme ve içme, aynı zamanda topluluğun ve karşılıklı bağlılıkların tanındığının bir işareti ve doğrulanmasıydı; kurban yeme inananların arasındaki ilişkileri güçlendirerek bütün inananların bir tanrıya erdiğini doğrudan doğruya göstermeye yarıyordu. Bugün çöl Arapları arasında yaşamakta olan bazı âdetler, bir arada yemek yemenin oluşturduğu bağlayıcı gücün dinsel bir etmen olmadığını, ama bu yemekten sonra oluşan karşılıklı borçların yeme ediminin sonucu olduğunu kanıtlar. Bir Bedeviyle birlikte bir lokma yiyen ya da sütünden bir yudum içen bir kimsenin artık ondan bir düşman olarak korkmasına gerek yoktur, onun koruma ve yardımına her zaman güvenebilir. Birlikte yenen yemek bedende kaldığı kabul olunmakla birlikte, bu sonsuza kadar süremez. İşte bunların anladıkları birlik bağı düşüncesi bu kadar gerçekçidir; güçlenmesi ve sürmesi için yinelenmesi gerekir.

Fakat ortaklaşa yeme ve içmeye yüklenen bu bağlayıcı güç nereden çıkıyor? En ilkel toplumlarda tek koşulsuz ve sürekli olan bağ, akrabalık bağıdır. Bir topluluğun bireyleri her zaman birbirinin yanında ve birbirine bağlıdır. Akrabalar, yaşamları ortak bir yaşamın ayrı ayrı parçası sayılabilecek derecede birbirlerine maddi olarak bağlı sayılan bir insan öbeğidir. Bu akrabalardan bir birey öldürülürse, oymağın kanı akmıştır demezler, kanımız akmıştır derler. Oymak ilişkisini anlatan İbrani sözü şudur: "Sen benim bel kemiğim ve etimsin". Öyleyse akrabalık ortak bir özde birleşme anlamına gelir. Akrabalık yalnızca bizi doğuran ve sütüyle besleyen annemizin özünün bir parçası olmamızdan ileri gelmez, sonraları yenen ve vücudu yenileştiren besin aracılığıyla da akraba olunur ve bu akrabalık güçlendirilir: Bir kimse diğer bir kimsenin tanrısıyla birlikte yemek yerse, onun da kendisinin özünden olduğu söylenir; onun için yabancı sayılan bir kimseyle birlikte asla yemek yenmez.

Öyleyse kurban yemeği, ancak bir soptan (kin) olanlarla birlikte yemek yenebilir kuralı uyarınca, kökensel olarak bir akraba şöleniydi. Bizim toplumumuzda yemek, aile üyelerini birbirine bağlar; oysa kurban yemeğinin aileyle bir ilgisi yoktur. Sopdaşlık (kinship) aileden daha eskidir; bildiğimiz en eski aileler hep ayrı ayrı akrabalık öbeklerine bağlı olan kimseleri içerir. Erkekler yabancı oymaktan kadınlarla evlenmiş ve çocuklar annenin oymağına geçmiştir; erkekle ailenin diğer bireyleri arasında hiçbir akrabalık yoktur. Böyle bir ailede ortak hiçbir yemek yoktu. Bugün bile ayrı ve yalnız yerler ve totemizmin yemek konusundaki dinsel yasakları çoğu kez onları karıları ve çocuklarıyla birlikte yemek yemekten alıkoyar.

Şimdi yine kurban hayvana dönelim. Sopdaşların hayvan kurbanı olmaksızın toplanmadığını gördük; fakat böyle bir ayin vesilesi dışında hiçbir hayvanın kesilmemesi de anlamlıdır. İnsanlar hiç düşünmeksizin meyve yer, evcil hayvanların sütünü içerler; fakat dinsel yasaklar bir bireyin evcil bir hayvanı yemek için kesmesini kesinlikle önler. Robertson Smith, hiç kuşkusuz, her kurbanın kökensel olarak bir oymak kurbanı olduğunu söyler, bir kurban hayvanını öldürmek kökensel olarak bireye yasak olan ve ancak bütün sopdaşlar sorumluluğu üzerlerine aldıkları zaman yasal olan edimlerle ilgiliydi. İlkel insanların bu niteliğe sahip yalnızca bir tür davranışları vardır ve onlar da sopun ortak kanının kutsallığına dokunan edimlerdir. Hiçbir bireyin alamadığı ve ancak oymağın bütün bireylerinin rızası ve katılımıyla kurban edilecek bir yaşam, sopun bir bireyinin yaşamıyla aynı düzeydeydi. Kurban yemeğinde bulunan her konuğun, kurban hayvanının kanına katılması, sopda suç işleyen bir bireyin ancak bütün sop tarafından öldürülebileceği kuralının iki ayrı anlatımıdır. Diğer bir deyişle, kurban hayvanı sopun bir organı gibidir; kurban kesen topluluk, topluluğun tanrısı, kurban edilen hayvan hepsi bir kandandır ve aynı oymağın üyesidir.

Robertson Smith, birçok kanıta dayanarak kurban hayvanını eski totem-hayvanla bir görmektedir. Daha sonraki bir evrede iki tür kurban ortaya çıkmıştır, biri genellikle yenebilen evcil hayvanların kurbanı, diğeri temiz olmadığı için yasak olan hayvanların alışılmışın dışındaki kurbanı. Daha çok incelenince, bu kirli hayvanların kutsal hayvanlar olduğu ve tanrılara kurban edildiği, kökensel olarak tanrılarla yenileştirildiği ve kurban kesmekle inananların tanrı ve hayvanla olan kan bağlarını belirttiği görülür. Fakat alışılmış kurbanlarla "mistik'' kurbanlar arasındaki bu fark daha eski zamanlarda yoktu. Başlangıçta bütün hayvanlar kutsaldı, etleri yasaktı ve ancak ender durumlarda yenebilirdi, o da bütün sopun katılımı olmak koşuluyla. Bir hayvanın kesilmesi sopun kanının akmasına neden olur ve bunun için aynı alışkanlık ve güvenceyle yapılması gerekirdi.

Evcil hayvanların evcilleştirilmesi ve sığır cinsinden hayvanların üretilmesi, ilk zamanların saf ve şiddetli totemizmine her yanda son vermiş olur. Fakat "pastoral din''de hâlâ evcil hayvanlara yüklenen kutsallık, bize onun totemik iç yüzünü gösterecek kadar açıktır. Hatta klasik zamanların sonlarında bile birçok yerde kurbandan sonra kurban sahibinin sanki kendisinden öç alınacakmış gibi kaçma zorunluluğu vardı. Eski Yunanistan'da bir zamanlar öküz öldürmenin gerçekten cinayet sayılması yaygındı. Atina'nın Bouphonia şöleninde, kurbandan sonra, şölene katılan herkesin çağrıldığı resmi bir mahkeme kurulurdu. Muhakemede en sonunda cinayetin suçunun bıçağa bağlanmasına karar verilir ve bunun üzerine de bıçak denize atılırdı.

Hayvan sopdaş sayıldığı için onu öldürmekten korkulmasına karşın, zaman zaman resmi törenlerle hayvanı öldürmek, etini ve kanını oymak üyeleri arasında paylaşmak zorunlu olmuştur. Böyle davranmayı gerektiren buyruk, kurbanın iç yüzünün en derin anlamını açığa vurmaktadır. Görüyoruz ki, daha sonraki zamanlarda birlikte yemek yeme, vücutlara giren aynı öze katılma, üyeler arasında kutsal bir bağ kurmaktadır: En eski zamanlarda bu yalnızca kutsal bir kurbanın özüne katılma anlamına geliyordu. Kurbanla öldürmenin kutsal gizinin nedeni, üyeleri birbirine ve tanrılarına bağlayan bağın ancak bu ölümle kurulabileceği düşüncesidir.

Bu bağ, kurban şöleniyle etine ve kanına katılan bütün üyeleri birleştiren kurbanlık hayvanın yaşamından başka bir şey değildir. Bu düşünce, daha sonraki dönemlerde bile herkesi birbirine bağlayan kan bağlarının temeliydi. Bir özde birleşme biçimindeki kan akrabalığı gibi gerçekçi bir düşünce, bu akrabalığı niçin zaman zaman kurban yeme gibi fiziki işlemlerle tazelemek gerektiğini bize anlatır.

Robertson Smith'in bu düşüncelerindeki temel noktaları özetlemek için burada duralım. Özel mülkiyet düşüncesi ortaya çıktığı zaman kurban, tanrıya verilmiş bir armağan, insanın mülkiyetinden tanrının mülkiyetine bir geçiş sayılıyordu. Fakat bu yorum, kurban ayininin bütün özelliklerini açıklayamaz. En eski zamanlarda kurban hayvanının kendisi kutsaldı, yaşamına dokunulamazdı.

Bütün oymak bireylerinin birbirleriyle ve tanrıyla özdeşliklerini hayvanın etini yemek yoluyla sağlamak için, onun yaşamı, ancak tanrı huzurunda bütün oymak halkının hazır bulunduğu ve günaha katıldığı bir yerde alınabilirdi. Kurban bir dinsel edim, kurban hayvanının kendisi de sopun üyelerinden biriydi. Gerçekte bu hayvan eski totem hayvanı, yani ilkel tanrının kendisidir, onun öldürülmesi ve yenmesiyle oymağın bireyleri oldukları gibi kalıyor ve tanrıyla benzerliklerini sağlıyorlardı.

Robertson Smith kurbanın iç yüzü üzerine yaptığı bu çözümlemeden antropomorfik tanrıların tapıldığı evreden önce totemin belirli zamanlarda öldürülmesinin ve yenmesinin, totem dininin önemli bir bölümü olduğu sonucunu çıkarır. Böyle bir totem şöleninde yapılan törenleri, ona göre daha sonraki zamanlarla ilgili olan bir kurban bayramı betimlemesinden öğreniyoruz. Saint Nilus İ.S. IV. yüzyılda Sina Çölü'nde yaşayan Bedevilerin bir kurban âdetini bize betimler. Kurban olan deve bağlanmış ve taşlardan kurulu kaba bir sunak üzerine konmuştur; oymağın önderi katılanları bir ilahiye davet ederek sunağın çevresinde üç kez döndürür, hayvana vurulan ilk darbeyle fışkıran kanı içer. Ondan sonra bütün topluluk hayvanın üzerine çullanır, henüz daha titreyen cesedi kılıçlarıyla parçalayarak çiğ çiğ o kadar aceleyle yerler ki, bu kurbanın, uğruna kestikleri sabah yıldızının doğuşundan güneşin ışınları arasında kayboluşuna kadar geçen kısa süre içinde bütün kanı, eti, derisi, kemikleri ve bağırsakları sömürülür. Birçok kanıta göre çok eski bir geçmişi olan bu barbarca ayin ender bir âdet değil, sonraki zamanlarda birçok değişikliğe uğrayan totem kurbanının ilk genel biçimiydi.

Birçok yazar, bu totem şöleni düşüncesine önem vermemektedir. Çünkü totemizm evresinde bunu doğrudan doğruya gözlemleme yoluyla araştırmanın olanağı yoktur. Robertson Smith gösterdiği başka örneklerde, Azteklerin kurban şölenini anımsatan insan kurban etmelerinde, Amerika'da Ouataouakların aynı boyun aynı kurbanında dinsel bir tören olma anlamının açık olduğunu söyler.

Frazer, son çıkan büyük yapıtının iki bölümünde de bu ve buna benzer olayları uzun uzadıya anlatır. Kaliforniya'da yırtıcı bir tür büyük şahine tapan bir Kızılderili oymağı, bu hayvanı her yıl bir defa düzenlediği ayinlerle öldürür, ondan sonra kuş için yas tutulur, derisi ve tüyleri saklanır. Yeni Meksika'daki Zuni yerlileri de kutsal kurumları için aynı şeyi yaparlar.

Orta Avustralya oymaklarının İntişiuma ayinlerinde Robertson Smith'in varsayımlarına tümüyle uygun bir nitelik görülüyordu. Yenmesi yasak olan toteminin artması için sihir yapan her boy, başka boylar bu toteme dokunmadan önce bir tören yaparak onun bir bölümünü yemek zorundaydı.

Frazer'e göre, diğer durumlarda yasak olan totemin kutsal törenle yenmesinin en iyi örneği Batı Afrika'da Binilerin gömme töreninde görülür.

Başka durumlarda yasak olan totem hayvanın dinsel törenle öldürülmesi ve ortaklaşa yenmesinin totem dininin önemli bir niteliği olması sorununda biz Robertson Smith'i izleyeceğiz.

Şimdi bu totem yemeği evresini ele alarak onu öncelikle düşünülmesi olanağı bulunmayan bazı olası niteleklerle süsleyelim. Şimdi elimizde, totemini haince bir ayinle öldüren, onun çiğ olarak kanını, etini ve kemiklerini yiyen oymak var. Aynı zamanda da oymağın üyeleri toteme öykünerek giyimlerini değiştirmekte ve sanki onunla ortak ayin yerlerini belirtmek ister gibi onun bütün ses ve davranışlarına öykünmektedir. Bundan başka bütün bireylere yasak olan ve ancak herkesin katılımıyla doğru sayılabilen ve bu öldürme ve şölen törenine herkesin katılmak zorunda olduğu bir işin yapıldığı da bilinçli olarak bilinmektedir. Bu iş yapıldıktan sonra öldürülen hayvan için ağlanmakta ve yas tutulmaktadır. Ölüm yası zorunludur; çünkü olası bir ceza korkusu bunu gerektirmektedir ve başlıca hedefi, Robertson Smith'in buna benzer bir vesilede işaret ettiği gibi, herkesi kendini öldürme sorumluluğundan temize çıkarmaktır.

Fakat bu yastan sonra, bütün içtepileren zincirlerinin kırılması ve istenildiği gibi doyurulmasına izin verilmesi anlamına gelen büyük bir şölen neşesi gelir. Burada bayramın iç yüzünü kolayca anlayabiliriz.

Bayram, bir yasağın resmi olarak çiğnenmesine izin verir ya da bunu zorunlu kılar. Bayramlara özgü aşırı davranışları herkes bir bayram durumuna girsin gibi bir buyrukla yapmaz, bayramın iç yüzünün kendisinde aşırılık vardır; bayram durumu, diğer durumlarda yasak olan şeylerden kurtulmayla ortaya çıkar.

Fakat totem hayvanın ölümüyle tutulan yasın, bu bayram havasının ortaya çıkmasıyla ne ilgisi var? Eğer insanlar, diğer durumlarda kendilerine yasak olan totemi öldürmekle mutlu oluyorlarsa, neden onun için yas tutuyorlar?

Oymağın üyelerinin totemi yeme yoluyla kutsallaştığını ve bunu yapmakla aynı zamanda totemle ve birbirleriyle olan özdeşliklerini de güçlendirdiklerini görmüştük. Totemin özünde bulunan kutsal yaşamı kendi nefislerine geçirmeleri bu bayram durumunu ve onun bütün sonuçlarını açıklayabilir.

Psikanaliz bize, totem hayvanın gerçekte babanın yerine konmuş bir şey olduğunu göstermiştir, bu bize karşılaştığımız tutarsızlığı, yani totemin öldürülmesinin sıradan durumlarda yasak olmasını ve öldürüldüğü zaman da bayram edilmesini, diğer yandan da hayvan öldürüldüğü zaman yas tutulmasını açıklar. Bugün hâlâ çocuklarımızda bulunan ve çoğu kez erginlerin yaşamında da süren baba karmaşığının bir niteliği olan çift duygu, böylece babanın yerine geçen totem hayvana değin genişletilmektedir.

Ancak eğer psikanalizin totemi bu yorumlama biçimini, totem şöleniyle ve Darwin'in betimlediği ilk insan toplumlarıyla karşılaştırırsak daha iyi anlarız ve bize imgesi bile görünse, şimdiye kadar birbirinden ayrılan birçok olay arasında beklenmeyen bir birlik kurma gibi bir yararı olan bir varsayım elde etmiş oluruz.

Darwin'in gösterdiği ilk sürü, kuşkusuz, totemizmin başlamasına uygun değildir. Bu sürüde bütün kadınları kendine saklayan, büyüyen oğulları sürüden kovan güçlü, kıskanç bir baba vardı. Toplumun bu ilk durumu hiçbir yerde görülmemiştir. Bugün henüz bazı oymaklarda egemen olan en ilkel örgüt, eşit haklara sahip, totem sisteminin kurallarına bağlı bireylerden kurulu ve anaerkilliğe, yani anne tarafından akrabalığa dayanan insan topluluklarıdır. Bu, ötekinden çıkabilir mi ve çıkmışsa bu nasıl olabilir?

Buna, savımızı totemin kutlandırılması olayına dayayarak yanıt verebiliriz: Bir gün sürüden kovulmuş olan kardeşler birleşir, babalarını öldürerek yer ve böylece babanın sürüsüne bir son verirler. Her birinin tek başına yapmasına olanak olmayan bir işi el birliğiyle yapmaya cesaret eder ve başarabilirler. Ekindeki bir derecelik bir ilerlemenin, örneğin yeni bir silahın icadının onlara bu üstünlük duygusunu vermesi olasıdır. Kuşkusuz bu yamyam vahşiler kurbanlarını yemiştir. Bu güçlü ilk baba, bütün kardeşlerin kıskandığı ve korktuğu bir örnekti, şimdi onu yeme yoluyla onunla özdeşleşmiş olmakta ve her biri onun gücünden bir parça kazanmaktadır. İnsanlığın belki de ilk bayramı olan totem şöleni, bu cinayetin birçok şeyi, toplumsal örgütlenmeyi, ahlâk kurallarını ve dini başlatan bu unutulmaz olayın yinelenmesi ve anılması olmuştur.

Bu sonuçları kabul edebilmek için varsayımımızdan tümüyle ayrı olarak yalnızca birleşen kardeşler öbeğinin, çocuklarda ve nevrozlularda gördüğümüz baba karmaşığındaki çift duygunun içeriği olan karşıt duyguların etkisi altında bulunduğunu kabul etmemiz gerekir.

Oğullar cinsellik ve erk isteklerinin yolunda olanca gücüyle karşılarına çıkan babadan nefret ediyor ama aynı zamanda onu seviyorlar ve ona hayranlık duyuyorlardı. Onu ortadan kaldırmakla nefretlerini doyurduktan ve onunla özdeşleşme isteklerini gerçekleştirdikten sonra itilen şefkat içtepileri bu kez görünmeye başlar. Bu bir pişmanlık biçiminde olmuş ve genel olarak duyulan pişmanlıkla birleşen bir günah duygusu ortaya çıkmıştır. O zaman ölü, yaşayanlardan daha güçlü olmaya başlamıştır. Bugün bile insanların sonunda bunu görürüz. Babanın sağlığında yasakladığı şeyleri (psikanalizin bize çok iyi gösterdiği ve "arkadan gelen başeğme'' adını verdiğimiz ruh durumuyla) şimdi kendileri yasaklamaktadır. İşledikleri cinayeti babanın yerine konan totemi öldürmenin yasak olduğunu ilan etmekle onarmakta ve kadınlarının herkese serbest olduğunu reddetme yoluyla cinayetin yararından vazgeçmektedirler. Böylece totemizmin temel iki tabusu oğulun günah duygusundan ortaya çıkmaktadır, işte bu nedenden ötürü bunlar Oidipus karmaşığının itilmiş iki isteğine denk düşmektedir. Bu tabulara başeğmeyenler, ilkel toplumun tek derdi olan iki suçu işlemiş olur.

Ahlâkın başlangıcını oluşturan totemizmin iki tabusu psikolojik bakımdan denk değerde değildir. Bunların biri, yani totem hayvanın öldürülmemesi tümüyle etkili, acılı örgelere dayanır; baba ortadan kaldırılmıştır, gerçekte hiçbir şey onun yerini tutamayacaktır. Oysa diğerinin, yani ensest yasağının, bundan başka, uygulamada güçlü bir temeli vardır. Çünkü cinsel gereksinimler onları birleştiren bir şey değil, birbirine düşüren bir şeydir. Gerçi kardeşler babayı yenmek için güçlerini birleştirmişse de, kadınlar karşısında birbirlerinin rakibiydiler. Hepsi de babaları gibi kadınları kendi tekellerine almak istiyordu, birbirleriyle dövüşürken oluşan yeni örgüt yok olabilirdi. Çünkü artık babanın rolünü başarıyla oynayacak ve hepsinden daha güçlü olan biri yoktu. Öyleyse, birlikte yaşamak istiyorlarsa (belki de birçok deneyimden sonra görülen buydu), kardeşler için ensest yasağını koymaktan başka çare yoktu. O zaman hepsinin istediği ve hatta uğruna önce babalarını ortadan kaldırdıkları kadından vazgeçiyorlar, böylece sürgünlükleri sırasında büyük bir olasılıkla alışmış oldukları homoseksüel duygulara ve etkinliklere dayanan bu örgütü kurtarmış oluyorlardı. Bachofen'ın keşfettiği ana hakkı kurumunun tohumunun bu durum olması olasıdır, daha sonraları babaerkil aile örgütü buna bir son vermiştir.

Öte yandan totemizmin bir din girişimi olarak düşünülmesi savı, totem hayvanın yaşamını koruyan öteki tabuyla ilgilidir. Oğulların duyguları babanın yerine hayvanda doğal ve uygun bir vekil bulmuştur; fakat ona karşı gösterdikleri yüreksiz davranış, pişmanlık gösterme gereksiniminden daha güçlüydü. Günahlarının yakıcı duygusunu dindirmek ve babayla bir tür uzlaşma sağlayabilmek için, belki de babanın bu vekilini kullanmak istemişlerdir. Totemik sistem babayla bir tür uyuşma biçimi olmuştur; baba, çocuk fantezisinin kendisinden beklediği her şeyi, koruma, özen ve sabır göstermeyi söz verir, buna karşılık da yaşamına saygı göstermek, yani gerçek babayı ortadan kaldıran davranışı toteme karşı yinelememek için söz verilir. Totemizmde bunu yasallaştıran bir çaba vardır. "Eğer baba bize totem gibi davranırsa, biz de asla onu öldürmeye kalkmayız.'' Böylece totemizm, durumu tatlıya bağlamaya ve insana kökenini borçlu olduğu olayı unutturmaya yardım etmiştir.

Bu noktada her dinin özyapısını belirleyen bazı özellikler ortaya çıkmıştır. Totem dini, oğulların duyduğu günah duygusundan, bu duyguyu dindirmek ve incinmiş babayı, yeniden baş eğmeyle barıştırma girişiminden doğmuştur. Bütün daha sonraki dinlerin de aynı sorunu çözümlemeye  çabalamanın bir sonucu olduğunu gösteren belirtiler vardır, yalnız bu çabalamaya sahne olan ekinin düzeyine ve aldığı yola göre ayrı ayrı biçimlere bürünmüşlerdir, yoksa hepsi de ekinin başlangıcı olan ve bundan sonra da insanlığın yakasını bir daha bırakmayan aynı büyük olaya karşılık olarak oluşmuştur.

Bundan başka yine bu evrede totemizmde ortaya çıkan ve dinde bağlılıkla korunan bir özellik daha vardır. Karşıt duygulardaki gerginlik belki de hiçbir araçla örtbas edilemeyecek kadar büyüktü ya da psikolojik koşullar bu karşıt duyguları her ne biçimde olursa olsun çözümlemeye hiç uygun değildi. Baba karmaşığına bağlı olan çift değerliliğin totemizmde ve bütün dinlerde de sürdüğünü kolayca görebiliriz. Totemizm dininde yalnızca pişmanlık görünümleri ve uyuşma girişimleri değil, babaya karşı kazanılan utkunun kutlanması da vardır. Bundan elde edilen doyum duygusu totem şölenindeki anma törenini ortaya çıkarır. Bu törende "sonradan gelen baş eğme''nin koyduğu yasaklar kaldırılır, totem hayvanı kurban etmekle baba öldürümünü yinelemeyi bir göreve dönüştürür, bu öldürümün sağladığı yararlar, yani baba erkinin ele geçirilmesi, yaşamın değişen etkileri altında ortadan kalkmaya her yüz tutuşunda bu görev yinelenir. Oğulun babaya karşı koyması olayına, çoğu kez en dikkate değer giyimlerde ve bambaşka biçimler altında daha sonraki dinlerin oluşumunda rastlarsak şaşmamalıyız.

Buraya kadar dinde ve ahlâkta (bunlar totemizmde birbirinden pek o kadar ayrılmamıştı) babaya karşı duyulan sevgi duygularının pişmanlık biçimine dönüşmesinin sonuçlarını göstermişsek de, baba öldürümüne neden olan asıl eğilimlerin üstünlüğünün sürdüğünü unutmamalıyız.

Bu büyük değişmenin dayandığı toplumsal duygular ve kardeşlik duyguları, bundan sonra gelen dönemlerde toplumun gelişmesi üzerine en büyük etkiyi yapmıştır. Ortak kanın kutsallaştırılması ve oymak yaşamında dayanışmanın önemi bunun anlatımıdır. Kardeşler, herkesin yaşamını güvenceye almakla babalarına yaptıklarının başkalarına da yapılmayacağını göstermektedir; babanın sonunun yinelenmesine engel olmaktadırlar. Dinsel düşüncelerle ortaya çıkan totemi öldürme yasağına şimdi toplumun bir de kardeş öldürmeyi yasaklaması eklenmektedir. Ancak öldürme yasağının boy üyelerini sınırlandırmaktan çıkması ve yalnızca "öldürmeyeceksin'' biçimini alması, çok daha sonradır. Başlangıçta kardeş oymağı, baba sürüsünün yerini almakta ve kan bağı da bu konuda güvence vermektedir. Toplum, artık ortak cinayette suç ortaklığı üzerine, din, günah ve arkadan gelen pişmanlık duygusu üzerine kurulmuş olmaktadır, ahlâksa kısmen toplumun zorunlulukları ve kısmen de bu günah duygusunun buyurduğu af dileme üzerine kurulmaktadır.

Böylece psikanaliz, totemik sistem konusundaki daha yeni düşüncelerin aksine ve daha eski düşüncelere uygun olarak gerek totemizmle ekzogami arasında sıkı bir bağlantı olduğunu, gerekse bunların kökenlerinin aynı zamana denk düştüğünü kabul etmeyi gerektirmektedir.

Dinlerin totemizmden başlayarak bugünkü durumlarına kadar geçirdiği gelişme evrelerini tartışmaya kalkışmaktan beni alıkoyan birçok güçlü nedenin etkisi altındayım. Yalnızca, belirgin bir biçimde kendini gösteren iki ipucunu izleyeceğim: totem kurbanıyla baba-oğul ilişkisi.

Robertson Smith, eski totem şöleninin kurbanın özgün biçimi olduğunu bize göstermiştir. İkisinin de anlamı aynıdır: Yani birlikte yemek yemekle kutsallaşmaktır. Kurbanda, ancak bütünün katılımıyla dindirilebilecek olan günah duygusu da sürer. Buna ek olarak, huzurunda kurbanın kesildiği varsayılan boy tanrısı da vardır ve o da, boyun bir bireyi gibi yemeğe katılır ve bu yeme edimiyle boy kendisini onunla özdeşleştirir.

Acaba tanrı kökensel olarak kendisine yabancı olan böyle bir duruma nasıl gelmiştir?

Bunun yanıtı şu olabilir: Bu sırada -ne zaman olduğunu kimse bilmez- tanrı düşüncesi ortaya çıkmış, bütün yaşama egemen olmuş, olduğu gibi kalmak isteyen her şey gibi totem şöleni de kendini yeni sisteme uydurmak zorunda kalmıştır. Bununla birlikte bireyler üzerindeki psikanaliz incelemeleri, bize özellikle tanrı kavramı örneğinin hep baba olduğunu, tanrıyla kişisel ilişkimizin vücudumuzun babasına olan ilişkisine bağımlı olduğunu, onunla birlikte dalgalanıp değiştiğini öğretmektedir. Tanrı aslında yükseltilmiş bir babadan başka bir şey olmamıştır. Totemizmde olduğu gibi burada da psikanaliz, tıpkı ilkellerin totemlerine ata dedikleri gibi tanrıya baba diyen dindara inanmayı öğütlemektedir. Tanrının psikanaliz tarafından aydınlatılmayan bütün diğer köken ve anlamları ne olursa olsun, eğer psikanalizin dikkate alınmaya değer bir değeri varsa, babanın tanrı kavramındaki payının çok önemli olması gerekir. Fakat baba ilkel kurbanda iki defa temsil edilmiş oluyor demektir, birincisinde tanrı olarak, ikincisinde de kurbanlık totem hayvan olarak temsil edilmiş olması gerekir, psikanalizin verdiği sınırlı hal suretlerini kabul edersek, bunun mümkün olup olmadığını ve anlamının ne olabileceğini araştırmamız gerekir.

Tanrının kutsal hayvanla (totem ve kurban edilen hayvanla) birçok ilişkisi olduğunu biliyoruz:

1. Genellikle bir hayvan, hatta bazen birçok hayvan her tanrı için kutsaldır.

2. Bazı kurbanlarda, özellikle kutsal kurbanlarda, "gizemli'' kurbanlardan tanrı aracılığıyla kutsallaştırılan hayvanın kendisi tanrıya kurban edilir.

3. Tanrıya çoğu kez bir hayvan biçiminde saygı gösterilir ya da diğer bir bakımdan, hayvanlar totemizm döneminden çok sonra da tanrı gibi saygı görmüşlerdir.

4. Mitlerde tanrı sık sık bir hayvan biçimine, çoğu kez kendisine kutsal olan hayvanın biçimine sokulur; böylece tanrının kendisinin hayvan olduğu ve dinin daha sonraki evresinde hayvandan geldiği varsayımı apaçık olur. Fakat totemin kendisini, babanın yerine geçirmeden başka bir şey olmadığını da düşünürsek, birçok tartışmadan kendimizi kurtarırız.

Öyleyse totemin, babanın yerine ilk geçen biçim olması, babanın kendi insan biçimini yeniden kazandığı daha sonraki bir dönemde, tanrının babanın diğer bir biçimi olması gerekir. Bütün dinsel evrimin kökünden böyle yeni bir ürünün, yani babaya özlemin ortaya çıkması, zamanla babayla ve belki de hayvanla ilişkide oluşan bir değişikliğin sonucunda mümkün olmuş olabilir.

Hayvandan ruhsal bir soğumanın başlamasını, aynı zamanda hayvanların evcilleştirilmesiyle totemizmin bozulmaya başlamasını bir yana bıraksak bile, bu değişiklikleri yine de kolayca ortaya çıkarabiliriz.

Babanın yenilmesiyle ortaya çıkan durumda, zaman geçtikte son derece çoğalan bir baba özlemi yaratması gereken bir etmen vardı. Çünkü babayı öldürmek için güçlerini birleştirmiş olan oğulların her biri, baba gibi olma isteğinin baskısı altındaydı, bu isteklerini babanın yerine koydukları şeyin parçalarını totem şöleninde birleştirmelerinde göstermişlerdir. Kardeş oymağının her bir bireye yaptığı baskı sonucunda, bu istek doyurulmamış olarak kalmıştır. Hiç kimsenin babanın tam erkini elde etmesine (hepsinin aradığı şey bu olduğu halde) izin verilmemiş ve hiç kimse de bunu başaramamıştır. Böylece oğulları cinayete yönelten, babaya karşı duyulan bu acı duygunun zaman geçtikçe dinmiş ve baba özleminin çoğalmış olması mümkündür; içeriği oğulları babaya bağımlı kılma isteği kadar güçlü olan, yenilgiye uğramış babanın yasaklarından kurtuluş demek olan bir ideal doğması mümkündür.

Boyun bireyleri arasındaki eski demokratik eşitlik, ekindeki değişikliklerin işe karışması yüzünden artık sürdürülemezdi; bunun sonucu olarak da eski baba idealini, üstün bir bireye saygı göstererek onu tanrı aşamasına yükseltme yoluyla, yeniden canlandırma eğilimi uyanmıştır. Bir adamın tanrı olması, tanrının ölmesi gibi, bize bugün çirkin görünen bir düşünce klasik Antikite'nin düşüncelerine bile uymayan bir düşünce değildi (83). Fakat boyun kendi atası saydığı öldürülmüş babanın tanrılaştırılması, totemle daha önce yapılan sözleşmeden daha önemli bir af dileme çabasıydı.

Belki de her yerde baba tanrılardan önce gelen büyük ana tanrıların bu evrimdeki yerini göstermem olanaksız. Fakat baba-oğullar ilişkisindeki değişikliğin yalnızca dine özgü kalmadığı kesin gibidir, babanın sessizliğinden etkilenen insan yaşamının diğer cephesine, yani toplumsal örgüte değin doğal olarak genişletilmiştir. Baba-tanrı kurumuyla babasız toplum yavaş yavaş ata erkil bir duruma gelmiştir. Aile, daha önceki ilk sürünün yeniden kurulması ve aynı zamanda babaların eski haklarının büyük bir bölümünün kendilerine geri verilmesi demekti. Bu durumda, yine aile başkanı babalar vardı; fakat kardeş oymağının elde ettiği toplumsal başarılardan vazgeçilmemişti ve yeni aile başkanlarıyla hiçbir sınır tanımayan eski baba arasındaki asıl fark, dinsel gereksinimin, yani babaya karşı duyulan doyurulmamış özlemin sönmemesini sağlayacak kadar büyüktü.

Öyleyse boyun tanrısından önce baba, kurban sahnesinde gerçekte iki kez, yani bir keresinde tanrı olarak, ikinci keresinde de kurbanlık totem hayvan olarak görünüyor demektir. Fakat bu durumu anlamaya çalışırken, bunu üstünkörü bir benzetme deyip geçivermek isteyen, bu oluştaki tarihsel evreleri unutan yorumlara karşı uyanık davranmalıyız. Babanın iki biçimde görünüşü, sahnenin birbiri ardına gelen iki anlamına denk düşer. Gerek babaya karşı duyulan çift duygular, gerekse oğulların sevgi duygularının düşmanlık duygularını yenmesi, burada esnek bir anlatım bulmaktadır. Bunda babanın yenilgiye uğratılması, düşürülmesi oğulların en büyük utkusunu gösteren gereç olmaktadır.

Kurbanın hemen her tarafta kazandığı anlam, yapılan kötü davranışın anısının yaşaması durumunun kendisinde, yapılan aşağılamaya karşılık babanın doyumunu sağlayacak bir şey bulmasıdır.

Daha sonraki evrelerde hayvan kutsallığını yitirir, kurbanla totemin kutlaması arasındaki ilişki ortadan kalkar; kurban ayini yalnızca tanrıya bir armağan sunumu, tanrı uğruna bir özveriyi simgelemeye dönüşür. Bu dönemde tanrıya insanın üstünde o kadar yüksek bir yer verilmiştir ki, ancak aracı rolü oynayan bir rahibin araya girmesiyle kendisiyle ilişkiye girilebilir. Bu sırada toplumsal düzen de ataerkil sistemi devlete dönüştüren tanrı kralları ortaya çıkarır. Tahtından indirilen ve yeniden yerine geçen babanın öcünün çok haince olduğunu söyleyebiliriz; çünkü bu öç alma, son derece güçlü bir yetke biçiminde kendini göstermiştir. Yola getirilen oğullar bu yeni ilişkiyi, eski günah duygularından kurtulmak için kullanmışlardır. O zaman oluşan kurban artık onların işi değildir. Bu kurbanı ancak tanrı istemekte ve buyurmaktaydı. Tanrının kendisi için kutsal olan, ama gerçekte kendisinden başka bir şey olmayan hayvanı öldürmesine ilişkin efsane işte bu evreyle ilgilidir. Bu olay, toplumu ve günah duygusunu başlatan büyük yanlışın olası en büyük yadsınmasıdır. Bu kurban töreninde ikinci bir şaşmaz anlam daha vardır. Daha önce babanın yerine konan tanrının, şimdi daha yüksek bir tanrı kavramına yer vermesine razı oluşu anlatır.

Sahnenin görünüşündeki alegorik yorum, tanrının hayvana karşı utku kazanmış olarak simgelendiğini söylemekle, pskianalizin yorumuna ancak kaba bir biçimde denk düşmektedir.

Fakat ataerkil yetkenin yeniden doğduğu bu dönemde baba karmaşığıyla ilgili olan düşmanca içtepilerin tümüyle yok edildiğine inanmak yanlış olur. Tam tersine, baba yerine iki yeni biçimin, yani tanrıların ve kralların ilk egemenlik evreleri, bize dinin özyapısal özelliği olan çift tavrın en güçlü anlatımını açıkça göstermektedir.

Frazer büyük yapıtı olan The Golden Bough'da, Latin boylarının ilk krallarının, tanrı rolü oynayan ve bu rolünde özel bayramlarda törenle kurban edilen yabancılar olduğu sanısını ileri sürmektedir. Bir tanrının yıllık kurban edilişi (kendi kendini kurban bundan farklıdır) Sami dinlerin önemli bir niteliği olarak görünmektedir. Dünyanın çeşitli insan yaşayan yerlerinde yapılan insan kurbanı töreni, bu insanların yaşamlarına tanrının temsilcileri sıfatıyla son verdiklerini kesin olarak göstermektedir. Bu kurban âdetinin izlerini daha sonraki zamanlarda, canlı kişi yerine cansız bir şeyin (manken) taklidinin konmasında buluruz. Ne yazık ki hayvan kurbanını incelediğim kadar sağlıklı bir incelemeye girişemeyeceğim, teheoanthropik tanrı kurbanı, kurbanın en eski biçimlerini kesin olarak aydınlatır. Fakat kesin kanımıza göre, kurban ediminin nesnesi hep aynı şey olmuştur, bu şey de bir tanrı olarak saygı gösterilen şeyin, yani babanın kendisidir.

Hayvan kurbanının insan kurbanıyla ilişkisi sorunu şimdi kolaylıkla çözülebilir. İlk hayvan kurbanı zaten insan kurbanının, yani babanın öldürülmesinin yerine geçirilmişti ve babanın yerine geçirilen şey yeniden insansal biçimini alınca, yerine geçirilen hayvan da insan kurbanı biçimine geçti.

Böylece ilk büyük kurban ediminin anısı, bütün unutma çabalarına karşın yok edilemez olduğunu göstermektedir. İnsanlar bu kurban ediminin nedenlerinden mümkün olduğu kadar kendilerini kurtarmaya çabaladıkları anda o yine eski biçimini değiştirmeksizin bu kez tanrı kurbanı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yeniden görünüşü birtakım yeniden yorumlamalarla mümkün kılan dinsel düşünüşün geçirdiği evrim aşamalarını burada tümüyle gösterecek değilim. Kurbanı insanlığın ilk tarihinin bu büyük olayına geri götürme düşüncesinden hiç kuşkusuz çok uzak olan Robertson Smith, eski Samilerin tanrının ölümünü kutladıkları şölen törenlerinin "efsanevi bir trajedinin anısının anılması'' olduğunu, bu törenle birlikte yapılan ağlamaların özelliklerinin kendiliğinden sevimli olmayıp zorlayıcı bir nitelik gösterdiğini, bunun tanrısal bir öfkeden korku olduğunu bize söyler.

Bu yorumun doğruluğunu kabul edebilecek durumdayız, kurban bayramını kutlayanların duygularında sözünü ettiğimiz durumun doğrudan doğruya anlatımını görürüz.

Şimdi, dinlerin daha sonraki gelişiminde bu iki temel etmenin, yani oğulun günah duygusuyla başkaldırma duygusunun asla kaybolmadığını bir gerçek olarak kabul edebiliriz. Dinin ortaya koyduğu sorunun çözümüne doğru yapılan her girişim, birbirine karşıt iki ruhsal gücün uzlaştırılması girişimleri, ekin değişmelerinin, tarihsel olayların ve ruhsal iç değişmelerin belki de hep birden etkisi altında, yavaş yavaş ortadan kalkar.

Oğulun, kendini baba-tanrının yerine koyma çabası gittikçe daha belirgin olarak gözükmektedir. Tarımın ortaya çıkmasıyla ataerkil ailede oğulun önemi artar. O zaman oğul, ana-toprağı altüst ederek işlemekte simgesel anlatımını bulan ensestçi libidosuna yeni bir anlatım verme cesaretini gösterir. Attis, Adonis, Tammuz, vb. tanrı biçimleri ortaya çıkar; bunlar bereket tanrıları olduğu kadar ana-tanrıların yakınlık göstermesinden yararlanarak babaya başkaldıran ve anneleriyle ensest yapan genç tanrılardı. Fakat bu simgelerle dindirilmeyen günah duygusu, efsanelerde ana-tanrıların bu genç âşıklarına kısa ömür verme, onları hadım etme cezasıyla ya da hayvan biçiminde görünen baba-tanrının öfkesiyle cezalandırma biçiminde kendini anlatır.

Adonis'i, Afrodit'in kutsal hayvanı olan erkek domuz öldürür; Kibele'nin aşığı olan Attis, hadım edildiği için ölür.

Bu tanrıların ölümü karşısında tutulan yas, yeniden dirildikleri zaman gösterilen sevinç, tanrılığı sonsuz olan başka bir oğul kültüne de geçmiştir:

Hıristiyanlık eski dünyada ortaya çıktığı zaman, Mitra dininin rekabetiyle karşılaşmıştı ve uzun zaman hangisinin tanrısının utku kazanacağı kesin olarak belli olmamıştır.

Genç İran tanrısı Mitra'nın parlak çehresi gözden kaçmıştır. Mitra'nın öküzleri öldürdüğünü gösteren tasarımlardan, Mitra'nın, babayı yalnız başına kurban ederek kardeşleri olaya karışma güçlüklerinden kurtaran oğlu simgelediği sonucunu çıkarabiliriz.

Bu günah duygusunu dindirmenin başka bir yolu daha vardı, bunu da İsa yapmıştır. Yani İsa kendi yaşamını kurban etmiş ve bu yolla kardeşlerini ilk günahtan kurtarmıştır.

İlk günah görüşünün kökeni Orpheus inançlarındadır; bu görüş dinsel oyunlarda yaşamış ve sonraları eski Yunan felsefe okullarına geçmiştir. Bu görüşe göre, insanlar genç Dionisos Zagreus'u öldürerek vücudunu parçalayan Titanlardan gelmiştir ve bu cinayetin ağırlığı onların üstüne yüklenmiştir. Anaximander'den kalan bir yazı, dünyanın birliğini bu ilk cinayetin bozduğunu, ondan çıkan her şeyin bu cinayetin cezasını çekeceğini söyler. Nilus'un betimlediği totem kurbanını (Antikite'nin diğer birçok efsanesinde, örneğin Orpheus'un kendisinin ölümünde olduğu gibi) açıkça anımsatmakla birlikte, burada genç bir tanrının öldürülmesi gibi bir farklılıkla karşılaşıyoruz.

Hıristiyan efsanelerinde insanın ilk günahı hiç kuşkusuz tanrı-babaya karşı başkaldırmasıydı, eğer İsa kendi yaşamını kurban etmekle insanlığı bu ilk günahın yükünden kurtarmışsa, bu günahın aslında bir öldürme olduğu sonucu çıkarılabilir. İnsanda çok derin kökleri olan aynı biçimde karşılık verme yasasına göre, bir öldürme ancak başka bir canın kurban edilmesiyle ödenebilir; kendi kendini kurban etmek, bir kan günahına işaret eder. Eğer bir kimsenin canını kurban etmesi, tanrıyla, yani babayla bir uzlaşmayı sağlıyorsa, o takdirde, tövbe edilmesi gereken cinayet ancak babanın öldürülmesi olabilir.

Böylece Hıristiyanlık kuralında insanlık en açık biçimde ilk zamanlarda işlenen günahını kabul ediyor; çünkü şimdi oğulun kurban olarak ölümünde en eksiksiz temizlenişini bulmuştur. Bu kuralda, babayla uzlaşma çok daha başarılı; çünkü bu kurbanla birlikte, insanlığın babaya karşı başkaldırmasına neden olan kadında da tümüyle vazgeçme vardır. Fakat o zaman da karşıt duyguların psikolojik zorunluluğu kendi hakkını istiyor, babaya mümkün olan en büyük tövbeyi ettiren edimin kendisinde aynı zamanda oğul da babanın aleyhine beslediği isteklerin hedefini elde etmiş oluyor. Kendisi de babasının yanında ya da babasının yerine bir tanrı oluyor. Oğulun dini babanın dinini izliyor. Bu yerini almanın bir göstergesi olarak eski totem şöleni yeniden komünyon biçiminde canlanıyor, kardeşler birliği artık babanın değil, oğulun etini ve kanını yiyorlar; bunu yapmakla kardeşler oğulla kendilerini özdeşleştiriyor ve onunla kendilerini kutsallaştırıyorlar. Böylece çeşitli dönemlerde totem şöleniyle hayvan kurbanının, theoanthropik insan kurbanının ve Hıristiyan encharistinin aynı şeyler olduklarını görüyoruz ve bütün bu ayinlerde insanlara o kadar baskı yapan ve fakat aynı zamanda o kadar da gururlandıran cinayetin sonuçlarını seçebiliyoruz. Bununla birlikte, Hıristiyan komünyonu temelinde babanın yeniden bir kez daha ortadan kaldırılışı, günahının temizlenmesi gereken cinayetin bir yinelenmesidir. "Hiç kuşku duyulamaz ki Hıristiyan komünyonu Hıristiyanlıktan çok daha eski olan sacrament'i kendi içinde eritmiştir" diyen Frazer'in bu sözünde ne kadar haklı olduğunu görüyoruz.

İlk babanın kardeşler birliği tarafından ortadan kaldırılışı gibi bir olayın insanlık tarihinde silinmez izler bırakmış olmasının, kendini hiç olmazsa anımsanacak birçok yerine geçirme biçimiyle sık sık göstermesi gerekir. Bu izleri, bulunması pek güç olmayan mitolojide göstermek hevesinden sakınıyorum, yalnızca S.Reinach'ın Orpheus'un ölümü üzerine yaptığı esinleyici incelemedeki bir kaydı izleyerek başka bir alana geçiyorum.

Derin ayrılıklarına karşın Robertson Smith'in keşfettiği totem şölenine Grek sanat tarihinde göze çarpacak kadar yakın bir durum vardır. Bu, en eski Grek trajedisinin durumudur: Aynı adı taşıyan, aynı giysileri giymiş kimselerden kurulu bir topluluk bir tek figürün çevresini sarar ve onun sözlerine ve davranışlarına bağımlı olur; bu, koroyla kahramanın aslında tek olan temsilcisini simgeler. Daha sonra gelişerek oyundaki karşıcıları temsil etmek için, ikinci ve üçüncü bir aktör daha ortaya çıkmış, fakat gerek kahramanın özyapısı, gerekse bu kahramanın koroyla ilişkisi değişmemiştir. Trajedinin kahramanı acı çekiyordu; bu hâlâ bugün trajedinin ana içeriğidir. Bu kahraman kendi üstüne, açıklaması her zaman kolay olmayan "trajik bir günah" alıyordu. Günah hemen her zaman tanrısal ya da insansal bir yetkeye karşı başkaldırmaktan ibaretti, koro kahramana sempatiyle katılıyor, onu tehdit etmeye ya da uyarmaya çalışıyor ve en sonunda onun yapmaya kalkıştığı edimin hak ettiği cezaya gelince kahramanın sonu için yas tutuyordu.

Fakat trajedinin kahramanı niçin acı çekiyordu, onun "trajik günahı"nın anlamı neydi? Tartışmayı kısa bir yanıtla keseceğiz. Kahraman acı çekiyordu; çünkü o ilk babaydı, o ilk trajedinin kahramanıydı, (bu trajedinin oyunda yinelenmesi belirli bir evrime denk düşer), trajik günahsa koroyu günahtan kurtarmak için kendi üstüne aldığı günahtı. Sahnede gördüğümüz görünüm, tarihsel sahnenin istenerek bozulmuş bir biçimiydi, hatta incelmiş bir ikiyüzlülüğün sonucu olduğunu bile söyleyebiliriz. Gerçekte ilk durumunda, kahramanın acılarına neden olanlar koro üyelerinin kendileriydi; oysa onlar burada kahramana karşı olan sempatilerini ve yazıklanmalarını göstererek dövünmektedirler, kahramansa günahının acısını kendisi çeker. Kahramanın üstüne atılan cinayet, yani büyük bir yetkeye karşı saldırı ve başkaldırma, geçmişte koro üyelerine, yani kardeşler birliğine baskı yapan saldırı ve başkaldırmanın kendisiydi. Bu yolla trajik kahraman, kendi istencine karşın, koronun kurtarıcısı durumuna getirilmektedir.

Grek trajedisinin oynanışında kutsal keçi Dionisos'un acılarını, onun yanında bulunan ve kendilerini onunla özdeşleştiren diğer keçilerin yaslarını anımsarsak, hemen hemen sönmüş olan dramın orta zamanlarda niçin İsa tutkusunda yeniden canlandığını kolayca anlarız.

Buraya kadar çok kısa bir biçimde yaptığımız bu incelemeyi bitirirken, din, ahlâk, toplum ve sanatın başlangıçlarının Oidipus karmaşığında birleştikleri sonucunun çıktığını söylemek isterdim. Bu düşünce, psikanalizin vardığı sonuçlara, yani bugünkü bilgimizin bize bildirebildiğine göre, bütün nevrozların çekirdeğinin Oidipus karmaşığı olduğu sonucuna tümüyle uygundur. Budunlar psikolojisinin bu sorunlarının da, örneğin babayla olan ilişki gibi, tek bir kişileştirilmiş örnekle çözümlenmesine çok şaşıyorum. Belki de bunda başka bir psikolojik sorun vardır. Coşkuların çifteliliğini gerçek anlamında çok kez gösterme fırsatını bulmuştuk, yani önemli ekinsel oluşumların kökünde aynı nesneye karşı aşk ve kinin birlikteliğinden söz etmiştik.

Bu çifteliliğin kökeni üzerine hiçbir şey bilmiyoruz. Onu yalnızca coşku yaşamımızın temel olaylarından biri olarak kabul edebiliriz. Fakat bana, diğer bir olanağın da üstünde düşünülmeye değer gibi görünüyor:

Kökensel olarak coşku yaşamımıza yabancı olan bu duygu çiftliğini insanlık baba karmaşığından kazanmıştır. Bireylerin üzerinde yapılan bugünkü psikanaliz incelemeleri bunun en güçlü anlatımını gösterir.

Sözlerime son vermeden önce bütün bu örneklerden elde ettiğimiz sonuçların birbirine uyması ve hepsinin tek bir nokta çevresinde buluşması, varsayımlarımızın kesin olmayışına ve sonuçlarımızın karşılaştığı güçlüklere karşı bizi körleştirmemelidir. Okurların da herhalde farkına varmış olduğu bu güçlüklerin ikisini göstereceğim.

Birincisi, her şeyi topluluğa ilişkin ruh varsayımı üzerine kurduğumuz, topluluğa ilişkin bu ruhtaki psişik süreçlerin bireyin ruhunda olduğu gibi gerçekleştiğini kabul etmekte olduğumuz herhalde kimsenin gözünden kaçmamıştır. Üstelik bir olayın günah duygusunu binlerce yıl arta kalmış olarak, bu olaydan hiç haberi olmayan kuşaklarda bile izler bıraktığını da kabul etmekteyiz. Babalarının kötü davranışlarıyla karşılaşan oğulların arasında çıkabilecek üzücü olayları, babayı ortadan kaldırma yoluyla bu davranıştan kurtulan oğulların kuşağına kadar uzatmaktayız. Bunlar gerçekten ağır itirazlar gibi duruyor ve buna benzer varsayımlardan sakınacak başka bir açıklama yeğlenebilir gibi görünüyor.

Fakat daha fazla düşünürsek, bizim kendimizin, böyle bir cüretin bütün sorumluluğunu taşımak zorunda olmadığımızı görürüz. Topluluğa ilişkin bir ruhu kabul etmeden ya da bireylerin ortadan kalkmasının sonucu olarak ruhsal edimlerin kesintilerini dikkate almamamızı mümkün kılan bir sürekliliği insanlığın coşku yaşamında kabul etmeden, toplumsal psikoloji asla mümkün olamaz. Eğer bir kuşağın ruhsal süreçleri ondan sonra gelen kuşakta sürmeseydi, eğer her kuşak yaşama karşı tavrını yeniden düzenleseydi, bu alanda hiçbir ilerleme ve hiçbir gelişme olamazdı. O zaman iki yeni soruyla karşılaşıyoruz: Kuşakların birbiri ardınca gelişinde bu ruhsal sürekliliğe ne dereceye kadar önem verilebilir ve bir kuşak kendi ruhsal durumlarını gelecek kuşağa geçirmek için ne gibi yöntem ve araçlar kullanır?

Bu sorunların yeterli derecede açıklandığını, bir kuşaktan diğer kuşağa doğrudan doğruya geçmenin ve geleneğin bunu açıklayabildiğini savlamıyorum. Toplumsal psikoloji genellikle sonraki kuşakların ruhsal yaşamındaki zorunlu sürekliliğin nasıl ortaya çıktığı sorunuyla pek az ilgilidir. Etkili olabilmesi için herhalde yine bireysel yaşamda bazı nedenlerin varlığı için zorunlu olan ruhsal eğilimlerin kalıtımla geçmesi olayıyla bu açıklama kısmen yapılıyor gibidir. Şairin "atalarından sana kalana kendin sahip olmaya çalış" sözünün anlamı bu olsa gerektir. Eğer arkalarında iz olarak hiç bir şey bırakmayacak kadar tutuklu kalmış ruhsal içtepilerin var olduğunu kabul etseydik, sorun daha da güçleşecekti. Fakat bu yoktur. En büyük tutukluk bile biçim değiştirmiş vekillere ve bunlardan doğan tepkilere yer verir. Fakat bu noktada, hiçbir kuşağın en önemli ruhsal süreçlerini kendinden sonra gelen kuşaktan asla gizleyemediğini kabul edebiliriz. Çünkü psikanaliz bize, herkesin bilinçdışı ruhsal etkinliklerinde başkalarının tepkilerini yorumlamamasını mümkün kılan bir araca sahip olduğunu, yani diğer kişinin kendi duygularını anlatırken görünürde gösterdiği bozulmaları doğrultan bir aracı olduğunu öğretmiştir. Sonraki kuşakların, kökensel olarak baba ilişkisinin kalıtı olan bütün âdetleri, törenleri ve yasaları bilinçdışı anlama yöntemiyle kalıt olarak almayı başarmış olması olasıdır.

Çözümlemeli düşünüş yönteminin bizzat kendisinin ortaya atacağı diğer bir itiraz daha vardır.

Ahlâkın ilk kurallarını ve ilkel toplumun ahlâksal sınırlamalarını, işleyenlerine bir cinayet duygusu vermiş olan bir olaya karşı tepkiler olarak yorumlamıştık.

Olayı gerçekleştirenler bu olaydan etkilenmiş, bir daha yinelenmemesine ve yinelenmesinin bir kazanç sağlamayacağına karar vermiştir. Bu yaratıcı günah duygusu bizim aramızda sönmemiştir. Onun toplumsal nitelikte olmayan sonuçlarını, kendileri için birtakım yeni ahlâk kuralları yaratan, yaptıkları yanlış davranışlardan tövbe niteliğinde ya da yapmaları olası yanlış davranışlardan sakınma niteliğinde birtakım yeni kaçınma kuralları yaratan nevrozlular da buluyoruz.

Fakat bu gibi tepkilere neden olan olaylar için nevrozları incelediğimizde, düş kırıklığına uğrarız. Çünkü olaylar bulmuyoruz, yalnızca kötülük isteyen ama o kötülüğü işlemekten alıkonan birtakım içtepiler ve duygular buluyoruz.

Nevrozlunun günah duygusunun temeli gerçek olaylar değil, yalnızca birtakım ruhsal gerçekliklerdir. Ruhsal bir gerçekliği güncel bir gerçekliğin üstüne koymak, normal adamın gerçekliklere verdiği tepkileri aynı ciddilikle düşüncelere de vermek, nevrozlulara özgü bir şeydir.

İlkel adam için de durum aynı olamaz mıydı? İlkellerin narsisizmlerinin kısmi bir görünümü olarak ruhsal durumlarına olağanüstü değer verdiğini savlayabiliriz. Buna göre, babaya karşı sıradan düşmanlık içtepileri ve babayı öldürmek ve yemek gibi fantezili bir istek, totemizmle tabuyu yaratan ahlâksal tepkiyi ortaya çıkarmaya yeterliydi. Öyleyse, pek haklı olarak gururunu duyduğumuz ekinsel varlığımızın başlangıçlarını, bütün duygularımızı yaralayan korkunç bir cinayete geri götürme zorunluluğundan kendimizi kurtarıyoruz. Bu sayede bu başlangıçla şimdiki zamanı birleştiren nedensel bağlılık kopmamış olur, çünkü ruhsal gerçeklik bütün bu sonuçların nedeni olarak düşünülecek kadar önem kazanmış olur. Baba sürüsünden kardeş oymağına kadar toplumun biçiminde gerçekten bir değişikliğin olduğu kabul edilebilir. Bu güçlü bir savdır; fakat kesin değildir. Bu değişiklik daha hafif bile olsaydı, yine de ahlâkın oluşmasına neden olabilirdi. İlk babanın baskısı duyumsadıkça, ona karşı duyulan düşmanca duygular yaşayacak, başka bir fırsat gelinceye kadar bu duygulardan pişmanlık duyulmayacaktı. İkinci itiraz, yani tabuların, kurban kurallarının hep babaya karşı beslenen karşıt duygulardan çıkarılmasına kesin olarak inanılmasına ve bunun gerçek olarak kabul edilmesine yöneltilecek itiraz ise pek yerinde değildir.

Zorlanma nevrozlularının törenleri ve yasaklamaları de bize bu niteliği gösterdiği halde, bunlar yalnızca ruhsal bir gerçekliğe, edime değil niyete dayanırlar. Yalnızca maddi değerlerle dolu olan kendi gerçek dünyamızın yalnızca düşüncede kalan ve isteklenen şeylere karşı duyduğu küçümsemeyi, ancak iç zenginliklerle dolu olan ilkelin ve nevrozlunun dünyasına sokmaktan sakınmalıyız.

Burada gerçekte pek kolay olmayan bir kararla karşılaşmaktayız. Fakat önce, başkalarına temel görünen farkın, bizim düşüncemizde konunun en önemli bölümüne değinmediğini kabul etmekle işe başlamalıyız. Eğer istekler ve içtepiler ilkel adam için tam bir olay değerine sahipse, bize düşen şey, böyle bir düşünceyi kendi ölçülerimize göre düzeltmek değil, onu anlamaya çalışmaktır.

Fakat o zaman da bu itiraza yol açan nevroz prototipini daha yakından incelemeliyiz. Bugün fazla ahlâklılığın baskısı altında bulunan obsession nevrozlularının kendilerini yalnızca heveslerin ruhsal gerçekliğine karşı savundukları, kendilerini yalnızca duyumsadıkları içtepiler için cezalandırdıkları doğru değildir. İşin içinde tarihsel bir gerçeklik parçası da vardır; bu kişilerin çocukluklarında yalnızca kötü içtepileri vardı ve çocukluk güçleri elverişli olduğu oranda bunları baş edime yerleştirmişlerdir. Bu aşırı iyi insanların hepsinin çocukluğunda bir kötülük dönemi, sonraki gereğinden fazla ahlâklılığın öncesi olan bir ters evre vardı. Öyleyse, eğer nevrozlularda, yapısından hiç kuşku duyulmayan ruhsal gerçekliğin kökensel olarak asıl gerçeklikle bir olduğunu, bütün kanıtlara göre ilkellerin gerçekte yapmayı istedikleri her şeyi yaptıklarını kabul edersek, ilkel insanlarla nevrozlular arasındaki benzerlik çok daha temelli olarak gösterilmiş olur.

Fakat ilkel insanlar konusundaki yargımız, nevrozlularla olan benzerliğin fazla etkisi altında kalmamalı. Aradaki ayrılıklar da hesaba katılmalıdır. Hiç kuşkusuz düşünmeyle yapma arasındaki keskin ayrım, ne vahşilerde ne de nevrozlularda vardır. Fakat nevrozlu her şeyin üstünde edimlerini yasaklamış kimsedir; düşünme onda edimin tam bir vekilidir. İlkel insansa yasaklamalar altında değildir, düşünce onda doğrudan doğruya eyleme geçer; eylem ona göre daha çok âdeta düşüncenin bir vekilidir ve bundan dolayı verdiğimiz yargının salt kesinliğine kefil olmamakla birlikte, tartıştığımız konuda pekâlâ şunu kabul edebileceğimizi sanmaktayım:  "Başlangıçta eylem vardı.''
 

1      2      3      4      5      6