...................
KAFKASYALILAR, TASFİYECİLER KONFERANSI...
RUSYA'DA ULUSAL SORUN...
ULUSAL SORUN ÜZERİNE RAPOR...

Joseph Stalin
Çeviri: Muzaffer Ardos
MARKSİZM ve ULUSAL SORUN (1) (1913)
Sol Yayınları 1977

                         
...................
...................

VI. KAFKASYALILAR, TASFİYECİLER KONFERANSI

Yukarda, milliyetçilik "salgını"na dayanamamış olan bazı Kafkasyalı sosyal-demokratlarının dalgalanmalarından söz ettik. Sözü geçen sosyal-demokratların, şaşılacak bir tutumu benimseyerek, Bundun izlerinden -garip de olsa- yürümeleri ve kültürel-ulusal özerklikten yana çıkmaları, bu dalgalanmaların ifadesi olmuştur.

Bütün Kafkasya için bölgesel özerklik ve Kafkasya'daki uluslar için de kültürel-ulusal özerklik- işte bu tutumu benimseyen ve sırası gelmişken söyleyelim, Rus tasfiyecilerine katılan sosyal-demokratlar, isteklerini böyle formüle ediyorlar.

Tanınmış önderleri ünlü N.'yi94 dinleyelim.

"Herkesin bildiği gibi Kafkasya, nüfusunun ırksal bileşimi bakımından olsun, toprağı ve tarımı bakımından olsun, merkez eyaletlerinden derin farkları olan bir yerdir. Böyle bir ülkenin işletmelere açılması ve gelişmesi, bu ülkeden olan bölgesel özellikleri bile, buranın kültürüne ve iklimine alışık olan emekçiler gerektirir. Bu ülkenin iktisadi gelişmesiyle ilgili bütün yasaların, bölgesel olarak hazırlanması ve buradaki insanlar tarafından uygulanması gerekir. Onun için bölgesel sorunlarla ilgili yasaları çıkarmak, Kafkasya yönetim özerkliğinin merkez organlarının yetkisine girecektir. ... Böylece Kafkasya merkezinin görevi, bölgesel toprakların iktisadi bakımdan işletilmeleri amacını güden, ülkenin maddi gönenci amacını güden yasalar kabul etmek olacaktır."95

Böylece Kafkasya için bölgesel özerklik istenmektedir.

Eğer birbiriyle çelişen ve birbiriyle bağlantısı kopuk olan N.'nin gerekçesini göz önünde tutmazsak, varılan sonucun doğru olduğunu kabul etmemiz gerekir. Ülkenin özellikleri, nüfus bakımından bileşimi ve yaşam koşullan bakımından dev­letin meşruti çerçevesi içinde -N. de bunu reddetmiyor-, Kafkasya için bölgesel özerklik gerçekten gereklidir. Bu, Rus sosyal-demokrasisi tarafından da böyle kabul edilmiştir. Sosyal-Demokrat Parti'nin II. Kongresinde şu görüş kabul edilmişti:

"Yaşam koşullan ve nüfusun bileşimi bakımından Rusların yaşadıkları bölgelerden değişik olan dış bölgeler için bölgesel yönetim özerkliği."

Bu konuyu, II. Kongrenin araştırmasına sunan Martov, gerekçe olarak şöyle diyordu:

"Rusya'nın pek büyük bir ülke oluşu ve merkezi devlet yönetimimizin deneyimi, bizi, Finlandiya, Polonya, Litvanya ve Kafkasya gibi önemli birimler için bölgesel yönetim özerkliğinin gerekli ve yararlı olduğu sonucuna vardırmıştır."

Ama bölgesel özerk yönetim, bölgesel özerklik anlamına gelmektedir.

Oysa N., daha ileri gidiyor. Ona göre Kafkasya'nın bölgesel özerkliği, "sorunun yalnız bir yanını" kucaklamaktadır.

"Şimdiye kadar bölgesel yaşamın ancak maddi gelişmesinden söz ettik. Ama bir ülkenin iktisadi gelişmesine katkıda bulunan şeyler yalnızca iktisadi faaliyet değildir. Manevi ve kültürel faaliyettir de.... Kültür bakımından güçlü olan bir ulus, ik­tisadi alanda da güçlüdür.... Ama ulusların kültürel gelişmesi, ancak kendi ulusal dilleriyle mümkündür... Bu bakımdan ana dil ile ilgili bütün sorunlar aynı zamanda kültürel-ulusal sorunlardır. Eğer ülkenin maddi gelişmesi ulusları birleştiriyorsa, eğitim, adliye, kilise, edebiyat, sanatlar, bilimler, tiyatro vb. sorunlar, kültürel-ulusal eylem onların her birini ayrı bir alana yerleştirdiği için, bu birliği bozuyor. Birinci tür faaliyetin sınırlan belirli bir bölgeyle ilgilidir... Kültürel-ulusal şeyler için durum bambaşkadır. Bunlar sınırlan belli bir toprağa bağlı şeyler değildir, belli bir ulusun varlığına bağlı şeylerdir. Gürcü dilinin yazgısı, nerede yaşarsa yaşasın, Gürcü'yü aynı ölçüde ilgilendirir. Gürcü kültürünün ancak Hindistan'da oturan Gürcüleri ilgilendirdiğini söylemek büyük bilisizlik olur. Örnek olarak Ermeni kilisesini ele alalım. Bu kilisenin işlerinin yönetimine ayrı ayrı bölgelerde ve devletlerde oturan Ermeniler katılmaktadırlar. Burada bölgenin hiç bir rolü yoktur. Örneğin: Bir Gürcü müzesinin kurulması işiyle, Tiflis'te oturan Gürcü kadar, Baku'da, Kutays'te ya da Petersburg'da oturan Gürcü de ilgilenir. Bu demektir ki, bütün kültürel-ulusal işlerin yönetimi, ilgili ulusların kendilerine teslim edilmelidir. Biz Kafkasya'daki mil­liyetlerin kültürel-ulusal özerkliğinden yanayız."96

Kısaca kültür toprak olmadığına göre ve toprak da kültür olmadığına göre, kültürel-ulusal özerklik gereklidir. N.'nin bu konuda söyleyebildiği bu kadar.

Biz, burada, genel olarak, kültürel-ulusal özerklik konusunu bir kez daha ele almayacağız: yukarda bunun olumsuz niteliğini belirttik. Yalnız şunun üzerinde durmak isteriz ki, genel olarak uygulanması olanaksız olan kültürel-ulusal özerklik, Kafkasya koşullan bakımından daha da anlamsız ve saçmadır.

Nedeni de şu: Kültürel-ulusal özerklik, az çok gelişmiş ulusların, kültürleri, edebiyatları gelişmiş ulusların mevcut olduğunu kabul eder. Bu koşullar olmayınca, bu özerklik, varlık nedenini yitirmiş olur. Oysa Kafkasya'da ilkel kültüre sahip, edebiyatı bulunmayan, ilkel bir dil konuşan ve üstelik bir geçiş halinde olan, ve kısmen özümlenen, kısmen de kendileri gelişen bir sürü halk yaşamaktadır. Bunlara kültürel-ulusal özerklik nasıl uygulanabilir? Bu uluslara karşı nasıl davranılacaktır? Kültürel-ulusal özerklik ilkesi gereğince, bunları ayrı ayrı kültürel-ulusal birlikler içinde nasıl örgütlendireceğiz?

Mingrellere, Abazalara, Acarlara, Slavlara, Lezgilere ve benzerlerine karşı, ayrı ayrı diller konuşan, ama kendilerine özgü edebiyatları olmayan bu halklara karşı nasıl dav­ranılacaktır? Onları hangi ulusun içinde sınıflandıracağız? Onları ulusal birlikler olarak "örgütlendirmek" mümkün mü? Onları hangi "kültürel sorunlar" çevresinde "örgütlendireceğiz"?

Kafkas-ötesi'nde oturan ve Gürcüler tarafından özümlenmekte olan (ama henüz özümlenmiş olmaktan uzak bulunan) Osetlere karşı, ve aynı zamanda kısmen Ruslar tarafından özümlenmiş bulunan, ama kısmen de kendi öz edebiyatlarını yaratarak gelişmekte olan Çerkes Osetlere karşı tutumumuz ne olacaktır? Onları tek bir ulusal birlik içinde nasıl "örgütlendireceğiz"?

Gürcü dilini konuşan, ama Türk kültürüne göre yasayan ve Müslüman olan Acarları hangi ulusal birliğin içine koyacağız? Acarları din bakımından Gürcülerden ayrı olarak "örgütlendirmek", ama öteki kültürel sorunlar bakımından Gürcülerle birlikte örgütlendirmek gerekmez mi? Ya Kobuletzler? Ya İnguşlar? Ya İngiloidler?

Bir dizi halkı liste dışında bırakmak - bu özerklik, ne biçim bir özerkliktir?

Hayır, bu ulusal sorunun bir çözümü değildir. Aylakların fantezisinin bir ürünüdür.

Ama bir an için mümkün olmayanı mümkün sayalım ve bizim N.'nin kültürel-ulusal özerkliğinin gerçekleştiğini varsayalım.  Böyle bir sonuç bizi nereye götürür? Örneğin: Pek azı okuma-yazma bilen Kafkas-ötesi Tatarlarını, güçlü mollalar tarafından yönetilen okullarıyla, dinin derinliğine girdiği kültürleriyle ele alalım... Bu Tatarları ulusal-kültürel bir birlik içinde örgütlendirmenin, onların başına mollaları geçirmek ve bu halkı gerici mollalara peşkeş çekmek olacağını anlamak zor değildir: böylelikle Tatar yığınlarının baş düşmanları tarafından köleleştirilmesi için bir yeni kale yaratmış oluruz.

Ama ne zamandan beri sosyal-demokratlar gericilerin değirmenine su taşımaktadırlar?

Halk yığınlarını en berbat gericilerin kölesi durumuna getiren bir kültürel-ulusal birlikte Kafkas-ötesi Tatarlarını tecrit etmek! Kafkasyalı tasfiyeciler bundan daha iyi bir çözüm bulamamışlar mı?

Hayır, bu, ulusal sorunun bir çözümü değildir.

Kafkasya'da ulusal sorun ancak geri kalmış ulusların daha yüksek genel bir kültür yoluna yöneltilmeleri koşuluyla çözülebilir. Ancak böyle bir çözüm, bir ilerleme etkeni olabilir ve sosyal-demokrasi tarafından kabul edilebilir. Kafkasya'nın bölgesel özerkliği geri kalmış ulusları genel kültürel gelişmeye doğru sürüklediği için, onları tecrit eden küçük milliyetler kabuğundan çıkmalarına yardım ettiği için, daha yüksek bir kültürün nimetlerinden yararlanmaya onları ittiği için, bir çözüm olarak kabul edilebilir. Oysa kültürel-ulusal özerklik, tam ters bir yönde etki yapmaktadır, çünkü bu, ulusları eski kabuklannın içine hapsetmekte, onları kültürel gelişmenin alt derecelerinde tutmakta ve kültürün daha yukarı derecelerine tırmanmalarına engel olmaktadır.

Bu bakımdan ulusal özerklik, bölgesel özerklisin olumlu yanlarını kötürüm etmekte ve onu sıfıra indirmektedir.

İşte bunun içindir ki, ulusal-kültürel özerklikle bölgesel özerkliği birbiriyle birleştiren N.'nin karma tipteki özerkliği kabul edilemez. Doğaya karşı olan bu birleştirme, durumu iyileştirmez, daha da kötü yapar; çünkü geri kalmış ulusların gelişmesini dizginlediği gibi, bölgesel özerkliği de ulusal birlikler halinde örgütlenmiş olan ulusların çatışma alanı haline getirir.

İşte böylece genel olarak kabul edilmesi mümkün olmayan kültürel-ulusal özerklik, Kafkasya'da saçma bir gerici girişim biçimine bürünürdü.

İşte N.'nin ve Kafkasyalı yandaşlarının kültürel-ulusal özerkliği böyle bir şeydir.

Kafkasyalı tasfiyeciler "bir adım ileri" atarak, örgüt sorununda da, Bundun izinden yürüyecekler midir? Bunu gelecekte göreceğiz. Sosyal-demokrasi tarihi bize göstermiştir ki, örgütte federalizm, programda, her zaman ulusal özerklikten önce gelmiştir. Daha 1897'de Avusturyalı sosyal-demokratlar örgütlenmede federalizmi uyguluyorlardı. Ve yalnızca iki yıl sonra (1899'da) ulusal özerkliği kabul ettiler. Bundcular ulusal özerklikten ilk kez açık olarak 1901'de söz ettiler. Oysa onlar örgütlenmede federalizmi 1897den beri uygulamaktaydılar.

Kafkasyalı tasfiyeciler işe sondan başladılar, ulusal özerklik konusunda eğer Bundun izlerinden yürümeye devam ederlerse, daha 19. yüzyılın son yıllarında enternasyonalizm temelleri üzerinde kurulmuş olan bugünkü örgüt yapısının hepsini önceden yıkmak zorundadırlar.

Ama henüz işçilerin gerçek anlamını kavrayamadıkları ulusal özerkliği kabul etmek ne kadar kolay olmuşsa, Kafkasya'nın bütün milliyetlerinden gelme işçilerin yıllar boyunca kurdukları, yükselttikleri ve sevgiyle baktıkları o yapıyı yıkmak aynı ölçüde zor olacaktır: Erostrat'a layık böyle bir gidişte atılacak ilk adım, işçilerin gözlerini açmasını ve kültürel-ulusal özerkliğin milliyetçi özünü anlamalarını sağlayacaktır.

KAFKASYALILARIN ulusal sorunu, sözlü tartışmalar ve edebiyat polemikleri gibi, alışılan yöntemlerle çözmelerine karşılık, Rusya tasfiyecilerinin konferansı tamamen olağanüstü bir yola başvurmuştur. Hem kolay, hem basit bir yol.

Dinleyiniz:

"Kültürel-ulusal özerklik isteminin formüllendirilmesi gereği üzerinde... Kafkasya delegasyonunun görüşünü dinleyen konferans, bu istemin özü hakkında tutumunu bildirmemekle birlikte, programın her milliyete kendi kaderini tayin etme hak­kını tanıyan maddesinin bu biçimde yorumlanmasının, programın gerçek anlamı ile bağdaştığı kanısındadır".

Böylece, bu sorunun "özü hakkında tutumunu bildirmemekle" işe başlanıyor ve sonra da "kanısını" belirtiyor. Özgün bir yöntem.

Bu özgün konferans hangi "kanıya" varmıştır?

Kültürel-ulusal özerklik "istemi", ulusların kendi kaderleri­ni tayin etmeleri hakkını tanıyan programın "asıl anlamının karşıtı değildir" kanısına.

Bu tezi inceleyelim:

Serbestçe tayin etme ile ilgili madde, ulusların hak­larından söz eder.97 Bu maddeye göre, ulusların yalnız özerklik hakkı değil, ayrılma hakkı da vardır. Söz konusu olan, siyasal bakımdan serbestçe kaderini tayin etmedir. Dünyanın bütün sosyal-demokrasilerinde uzun zamandan beri saptanmış olan ulusların kendi kaderlerini siyasal bakımdan tayin etmeleri hakkını, böyle yanlış biçimde yo­rumlamaya kalkan tasfiyeciler, acaba kimi aldatmak istiyorlar?

Yoksa tasfiyeciler şu bilgiçliğin ardına saklanarak mı kendilerini koruyacaklar: görüyorsunuz ya kültürel-ulusal özerklik ulusların haklarının "karşıtı değildir". Yani eğer bir devletin içindeki bütün uluslar, kültürel-ulusal özerklik temelleri üzerinde örgütlenmek isterlerse, bunlar, -bu ulusların belli toplamı- bu hakka sahiptirler, hiç kimse onlara başka bir siyasal yaşam biçimini zorla kabul ettiremez. Bu, yeni bir şey ve iyi bir buluş. Buna, genel olarak konuşuyorsak, ulusların kendi anayasalarını ortadan kaldırmaya, yerine keyfi düzen koymaya, eski düzeni ihya etmeye hakları yok mudur? diye bir soru da eklemek mümkündür; çünkü uluslar ve yalnızca ulusların kendileri, kendi öz kaderlerini tayin etme hakkına sahiptir. Yineleyelim: Konuyu böyle koyarsak, ne kültürel-ulusal özerklik, ne ulusal-gerici zihniyet, ne de hiç bir şey, ulusların haklarının "karşıtı değildir".

Saygı değer konferansın söylemek istediği bu değil miydi?

Hayır, bu değil. Konferans, açıkça diyor ki, kültürel-ulusal özerklik, ulusların haklarının değil, programın "asıl anlamının" "karşıtı değildir". Burada söz konusu olan programdır, ulusların haklan değil.

Zaten bunu anlamak da mümkün. Eğer herhangi bir ulus, tasfiyeciler konferansına başvurmuşsa, bu konferans, açıkça ulusun kültürel-ulusal özerklik hakkı olduğunu ifade edebilirdi. Oysa, konferansa başvuran bir ulus değil, Kafkasyalı sosyal-demokratlardan -pek matah sosyal-demokrat değil, ama gene de sosyal-demokrat olan- bir "delegasyon" dur. Ve bunlar, ulusların hakları sorununu kurcalamıyorlar, yalnız kültürel-ulusal özerkliğin sosyal-demokrasinin ilkeleriyle bağdaşmazlık edip etmediğini, sosyal-demokrasinin programının "asıl anlamının" "karşıtı" olup olmadığını soruyorlar.

Demek ki, ulusların hakları ve sosyal-demokrasinin programının "asıl anlamı" aynı şeyler değildir.

Besbelli ki, ulusların haklarıyla çelişmemekle birlikte, öyle istemler var ki, programın "asıl anlamı" ile çelişebilir.

Örnek: Sosyal-demokratların programında, vicdan özgürlüğüyle ilgili bir madde vardır. Bu maddeye göre, bireylerden her grubun herhangi bir dine girmeye hakkı vardır: Katoliklik gibi, Ortodoksluk gibi vb.. Sosyal-demokrasi, Ortodoksları, Katolikleri, Protestanları hedef tutan her türlü dinsel baskıya karşı savaşım verecektir. Bu, Katolikliğin, Protestanlığın vb. parti programının "asıl anlamı"na "karşıt" şeyler olmadığı anlamına mı gelmektedir? Hayır. Sosyal-demokrasi, Katolikleri, Protestanları hedef tutan baskıya karşı her zaman savaşım verecektir; ulusların, istedikleri dine girmeleri hakkını savunacaktır. Ama, aynı zamanda, proletaryanın çıkarlarını doğru değerlendirerek ve bu değerlendirmeye dayanarak, Katolikliğe karşı, Protestanlığa karşı, Ortodoksluğa karşı bilinçlendirici eyleme geçecek ve sosyalist kavramların bunların üstesinden gelmesi için çaba gösterecektir.

Ve bunu, kuşkusuz, Protestanlığın, Katolikliğin, Ortodoksluğun vb., programın "asıl anlamının karşıtı" şeyler olduğu için, yani bu dinlerin, proletaryanın iyice kavranmış çıkarlarıyla bağdaşmadığı için yapacaktır.

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ulusların istedikleri gibi örgütlenme hakları vardır; zararlı olsun yararlı olsun, hangisi olursa olsun, kendi ulusal kurumlarını muhafaza etmeye hakları vardır, kimse zorla ulusların yaşamına müdahale edemez (kimsenin buna hakkı yoktur!). Ama bu, sosyal-demokrasi, ulusların zararlı kurumlarına karşı ulusların usa-uygun olmayan istemlerine karşı savaşmayacak demek değildir. Tam tersine, bunu yapmak, ulusların iradesini, proletaryanın çıkarlarına en uygun biçimde örgütlenmelerini sağlayacak biçimde etkilemek, sosyal-demokrasinin görevidir. Ve işte bunun içindir ki, sosyal-demokrasi, bir yandan ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakları uğruna savaşım verirken, öte yandan, örneğin, Tatarların ayrılmalarına karşı ve Kafkas uluslarının kültürel-ulusal özerkliğine karşı bir tutum benimseyecek ve bu yolda uyarıcı eyleme geçecektir; çünkü bunlardan birincisi olsun, ikincisi olsun, bu ulusların haklan ile çelişmemekle birlikte, programın "asıl anlamına", yani Kafkasya proletaryasının çıkarlarına karşıttır.

Besbelli ki, "ulusların hakları" ile programın "asıl anlamı" birbirinden tamamen ayrı iki şeydir. Programın "asıl anlamı", proletaryanın programında bilimsel biçimde formüllendirilmiş olan bu sınıfın çıkarlarını dile getirirken, ulusların hakları, güçlerine ve etkilerine göre burjuvaziyi de, aristokrasiyi de, ruhban sınıfını da, ya da herhangi bir başka sınıfın çıkarlarını da ifade edebilir. Birincisinde Marksist'in görevleri, ikincisinde çeşitli sınıflardan oluşan ulusların hakları. Ulusların haklan ile sosyal-demokrasinin ilkeleri bağdaşabilir de, bağdaşamaz da. Örneğin Keops'un piramidi ile tasfiyecilerin ünlü konferansı. Bu ikisini karşılaştırmak hiç de mümkün değil.

Ama öyle anlaşılıyor ki, saygıdeğer kongre, tamamen ayrı bu iki şeyi, bağışlanmaz bir biçimde birbirine karıştırmıştır.

Çıkan sonuç, ulusal sorunun bir çözümü değil, saçma bir şeydir, ulusların haklan ile sosyal-demokrasinin ilkelerinin birbiriyle bağdaştığı; ve bunun sonucu olarak, ulusların her isteminin proletaryanın çıkarlarıyla bağdaştığı ve kendi kaderlerini tayin etmek isteyen ulusların hiç bir isteminin programın "asıl anlamına karşıt olmayacağı"!

Mantığı bu kadar zorlamak olmaz...

İşte bu saçmalık temeli üzerindedir ki, tasfiyeciler konferansının artık ünlü olan karan, ulusal-kültürel özerklik isteminin, programın "asıl anlamına karşıt olmadığı" istemi ortaya çıkabilmiştir.

Ama tasfiyeciler konferansı, yalnızca mantık yasalarına karşı gelmekle kalmıyor.

Bu konferans, aynı zamanda, kültürel-ulusal özerkliği benimseyerek, Rus sosyal-demokrasisine karşı görevini de ihlal ediyor. En açık biçimde programın "asıl anlamını" ihlal ediyor, çünkü bilinmektedir ki, programı kabul etmiş olan II. Kongre, kültürel-ulusal özerkliği kesin olarak reddetmiştir. Bu konferansta söz konusu sorunla ilgili olarak söylenenler şunlardır.

"Goldblatt [bundcu]: Milliyetlerin kültürel gelişme özgürlüğünü güvence altına alabilecek özel kurumların yaratılmasını gerekli sayıyorum ve bunun için 8. paragrafa şunun eklenmesini öneriyorum: 'Tam kültürel gelişme özgürlüğünün güvence altına alınması için kurumların kurulması' [Bilindiği gibi, Bundcuların kültürel-ulusal özerklik için kullandıkları formül budur. -J.S.].

"Martinov, genel kurumların, özel çıkarları sağlayacak biçimde örgütlenmesi gerektiğini ileri sürüyor. Milliyetin kültürel gelişme özgürlüğünü güvence altına alacak özel kurumların kurulmasının olanaksız olduğunu söylüyor.

"Egorov: Milliyetler sorununda biz ancak olumsuz önerileri kabul edebiliriz, yani biz, milliyetlerin sınırlandırmasına karşıyız. Şu ya da bu ulusun olduğu biçimde gelişip gelişmeyeceği, biz sosyal-demokratları uzun boylu ilgilendirmez. Bu, kendiliğinden oluşan bir süreçtir.

"Koltsov:
Ne zaman milliyetçilikleri söz konusu olsa Bund delegeleri kızıyorlar. Oysa Bund delegesinin ileri sürdüğü değişiklik, salt milliyetçi bir nitelik taşımıştır. Bizden, yok ol­makta olan ulusların bile desteklenmesi için, saldırı önlemleri istenmektedir.

"...Ve sonuç olarak, 'Goldblatt'ın değişiklik önerisi üç oya karşı çoğunlukla reddedilir.'"

Böylece açıkça görülmektedir ki, tasfiyeciler konferansı, programın "asıl anlamına karşıt" bir tutumu benimsemiştir. Bu konferans, programı ihlal etmiştir.

Şimdi de, tasfiyeciler, sözüm ona kültürel-ulusal özerkliği onayladığını iddia ettikleri Stockholm Kongresini ileri sürerek kendilerini haklı göstermeye çalışmaktadırlar. Bu konuda Vladimir Kossovski şöyle yazıyor:

"Bilindiği gibi Stockholm Kongresi'nde varılan anlaşmaya göre Bundun (partinin genel kongresinde ulusal sorun çözümlenene kadar) ulusal programını muhafaza etmesine izin verilmişti. Bu kongre, ulusal-kültürel özerkliğin her ne olursa olsun partinin genel programıyla çelişmediğini kabul etmiştir."98

Ama tasfiyecilerin çabaları boşunadır. Stockholm Kongresi, Bundun programını onaylamayı aklından bile geçirmemiştir - bu kongre yalnızca geçici olarak sorunu açık bırak­mayı kabul etmiştir. Kossovski, bütün gerçeği söylemek için gerekli cesareti gösterememiştir. Ama bizzat olaylar konuşmaktadır, işte: "Galine, şu değişikliği öneriyor: 'Ulusal program sorunu, kongre tarafından incelenmemiş bir konu gibi açık bırakıl­mıştır.1 (Kabul edenler: 50 oy; kabul etmeyenler: 32 oy)

"Bir ses : 'Açık ne demektir?'

"Başkan : 'Ulusal sorun açık kalıyor derken, biz. Bundun gelecek kongreye kadar bu sorun üzerindeki kararlarını muhafaza edebileceğini söylemek istiyoruz.'"

Gördüğünüz gibi, kongre, Bundun ulusal programı sorununu "ele almamıştır" bile, onu, yalnızca "açık" bırakmış ve böylelikle, bizzat Bunda, gelecek genel kongreye kadar prog­ramının ne olacağını saptama fırsatını tanımıştır. Bir başka deyişle: Stockholm Kongresi, kültürel-ulusal özerkliği olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirmeden bu soruna atlamıştır.

Oysa tasfiyeciler konferansı, en açık biçimde sorunu değerlendiriyor, kültürel-ulusal özerkliği geçerli sayıyor ve bunu parti programı adına onaylıyor.

Aradaki fark göze batmaktadır. Böylece tasfiyeciler konferansı, türlü taktiklere karşın, ulusal sorunu bir adım bile ileri attırmamıştır.

Bundun ve Kafkasyalı ulusal tasfiyecilerin karşısında tasfiyeciler konferansı, sözü geveleyip durmaktan başka bir şey yapamadığını göstermiştir.
 

VII. RUSYA'DA ULUSAL SORUN

Geriye ulusal sorunun olumlu çözümünü anlatmak kalıyor.

Biz, sorunun, ancak Rusya'nın içinden geçtiği durum ile sıkı bağlılık içinde çözülebileceği olgusundan yola çıkıyoruz.

Rusya, "normal", "anayasal" yaşamın henüz kurulmamış, siyasal bunalımın henüz çözülmemiş bulunduğu bir geçiş dönemi yaşıyor. Henüz önümüzde fırtınalar ve "karışıklık" günleri var. Şimdiki ve gelecekteki hareket, erek olarak tam demokratlaştırmayı alan hareket buradan gelmektedir.

Ulusal sorun, işte bu hareket ile bağlılık içinde ele alınmalıdır. Demek ki, ülkenin tam demokratlaştırılması, ulusal sorunun çözümünün temeli ve koşuludur.

Çözüm sırasında, yalnızca iç durumu değil, ama dış durumu da göz önünde tutmak gerekir. Rusya, Avrupa ile Asya arasında, Avusturya ile Çin arasında yerleşmiştir. Asya'da Demokratizm'in ilerlemesi kaçınılmaz bir şeydir.

Avrupa'da emperyalizmin gelişmesi bir rastlantı sonucu değildir. Sermaye, Avrupa'da kendini sıkıntıda duymaya başlıyor ve yeni sürüm yerleri, ucuz bir emek-gücü, yeni etkinlik alanları ardında, başka ülkelere doğru saldırıyor. Ama bu, dış karışıklıklara ve savaşa yol açıyor. Balkan Savaşı'nın100 bu karışıklıkların başlangıcı değil de sonu olduğunu kimse söyleyemez. Rusya'da şu ya da bu milliyetin kendi bağımsızlığı sorununu koymayı ve çözmeyi zorunlu bulacağı bir iç ve dış konjonktürler bağdaşımının ortaya çıkması elbette mümkündür. Ve bu durumda da, engeller çıkarmak elbette Marksistlere düşmez.

Öyleyse Rus Marksistlerinin ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkından vazgeçemeyecekleri sonucu çıkar.

Demek ki, kendi kaderini tayin etme hakkı, ulusal sorunun çözümünde zorunlu dayanak noktasıdır.

Devam edelim. Şu ya da bu nedenle, bir bütün çerçevesinde kalmayı yeğ tutacak uluslara karşı nasıl davranmalı?

Kültürel-ulusal özerkliğin işe yarar olmadığını gördük.

Birincisi, yapay ve yürümez bir özerkliktir bu, çünkü yaşamın, gerçek yaşamın ayırdığı ve devletin çeşitli noktalarına savurduğu bireylerin, bir tek ulus içinde yapay olarak toplan­masına dayanır.

İkincisi, milliyetçiliğe götürür bu özerklik, çünkü sosyal-demokrasiye hiç de yaraşmayan bir şeye, bireylerin ulusal boylar bakımından "sınırlanması" görüşüne, ulusların "örgütlenmesi" görüşüne, "ulusal özellikler"in "korunması" ve işlenmesi görüşüne yol açar.

Reichsrat'daki Moravyalı ayrılıkçıların, Alman sosyal-demokrat milletvekillerinden ayrıldıktan sonra Moravyalı burjuva milletvekilleri ile, deyim yerindeyse bir tek "kolo"101 içinde birleşmiş bulunmaları rastlantı değildir. Bundun Rus ayrılıkçılarının, "Cumartesi" ile "yidiş"i göklere çıkararak, milliyetçilik batağına saplanmış bulunmaları da rastlantı değildir. Duma'da henüz Bundcu milletvekilleri yok, ama Bundun etkinlik alanında, dinci-gerici Yahudi topluluğu (cemaati) var ve Bund, bu arada, bu topluluğun "yönetici kurumları" içinde, Yahudi işçileri ile Yahudi burjuvaları arasındaki "birlik"i örgütlüyor.102 Kültürel-ulusal özerkliğin mantığı işte budur.

Demek ki, ulusal özerklik, sorunu çözmez.

Öyleyse çıkış nerede?

Tek doğru çözüm, bölgesel özerklik, Polonya, Litvanya, Ukrayna, Kafkasya vb. gibi daha şimdiden billurlaşmış bulunan birimlerin özerkliğidir.

Bölgesel özerkliğin üstünlüğü ilkin şuna dayanır: Bu özerklik ile uğraşılan şey, topraksız bir düş değil, ama belirli bir toprak üzerinde yaşayan belirli bir nüfustur.

Sonra, bu özerklik, bireyleri uluslar bakımından sınırlamaz, ulusal engelleri pekiştirmez: tersine, bu engelleri yıkmak ve yolu bir başka türden bir sınırlamaya, sınıflar bakımından sınırlamaya açmak üzere, nüfusu bir araya toplamaktan başka bir şey yapmaz.

Son olarak, bu özerklik, orta merkezin kararlarını beklemeksizin, bölgenin doğal zenginliklerini en iyi biçimde kullanmayı ve üretici güçleri geliştirmeyi sağlar - kültürel-ulusal özerklik içinde bulunmayan işlevler.

Demek ki, bölgesel özerklik, ulusal sorunun çözümünde zorunlu dayanak noktasıdır.

Bölgelerden hiç birinin tam bir ulusal türdeşlik sunmadığından kuşku yok, çünkü onlardan her birinde bir ulusal azınlıklar mozaiği vardır. Polonya'daki Yahudiler, Litvanya'daki Letonlar, Kafkasya'daki Ruslar, Ukrayna'daki Polonyalılar vb. gibi. Bunun sonucu, azınlıkların ulusal çoğunluklar tarafından ezilmesinden kaygılanılabilir. Ama bu kaygılar, eğer ülke eski düzeni koruyorsa gerçek bir temele dayanıyor demektir. Ülkede tam demokrasiyi sağlayan, kaygılar ortadan kalkacaktır.

Dağınık azınlıkları bir tek ulusal birlik içinde birleştirmek önerilir. Ama azınlıkların yapay bir birliğe değil, yaşamakta bulundukları yerler üzerinde gerçek haklara gereksinmeleri var. Tam bir demokratlaşma olmaksızın böyle bir birlik onlara ne verebilir? Ya da; tam demokratlaşma olunca, bir ulusal birlik zorunluğu nedir?

Ulusal azınlığı özellikle kaygılandıran şey nedir? Azınlık, bir ulusal birliğin yokluğundan değil, onun kendi ana dilini kullanma hakkının yokluğundan hoşnutsuzdur. Ona kendi ana dilinin kullanımını bırakın, hoşnutsuzluk kendi­liğinden geçecektir.

Azınlık, yapay bir birliğin yokluğundan değil, ama yaşadığı yerde ana dilde bir okul yokluğundan hoşnutsuzdur. Ona bu okulu verin, hoşnutsuzluk ortadan kalkacaktır.

Azınlık, bir ulusal birliğin yokluğundan değil, ama vicdan, gezi, vb. özgürlüğünün yokluğundan hoşnutsuzdur. Ona bu özgürlükleri verin, o, hoşnutsuz olmaktan çıkacaktır.

Demek ki, (dil, okullar, vb.) bütün biçimleri altında ulusal eşitlik, ulusal sorunun çözümünde zorunlu dayanak noktasıdır. Ülkenin tam demokratlaşması temeli üzerinde kurulmuş ve istisnasız her türlü ulusal ayrıcalıkları ve ne olursa olsun ulusal azınlıkların haklarına her türlü engel ya da kısıtlamayı yasaklayan, tüm devlete yaygın bir yasa.

Azınlık haklarının, düşsel değil ama gerçek güvencesi işte bunda ve ancak bunda bulunabilir.

Örgütlenmede federalizm ile kültürel-ulusal özerklik arasında mantıksal bir bağın varoluşu yadsınabilir ya da yadsınmayabilir. Ama kültürel-ulusal özerkliğin, tam bir kopuşa, ayrılıkçılığa dönüşen sınırsız bir federalizme elverişli bir ortam yarattığı yadsınamaz. Eğer Avusturya'da Çekler ve Rusya'da da Bundcular, özerklikten başlayarak federasyona geçtiler, en sonunda da ayrılıkçılık ile bitirdilerse, bu işte ulusal-özerkliğin doğal olarak yarattığı milliyetçi hava kuşkusuz büyük bir rol oynamıştır. Ulusal özerklik ile örgütlenmede federatif ilkenin birlikte gitmeleri rastlantı değildir. Bunun anlaşılması da güç değildir. Çünkü her ikisi de milliyetlerin sınırlandırılmasını isterler. Her ikisi de milliyetler bakımından örgütlenmeye dayanırlar. Benzerlik yadsınamaz. Tek ayrım, birinde genel olarak nüfusun, öbüründe sosyal-demokrat işçilerin sınırlanmasıdır.

İşçilerin milliyetler bakımından sınırlandırılmasının neye yol açtığını biliyoruz. Tek işçi partisinin parçalanması, sendikaların milliyetler bakımından bölünmesi, ulusal sürtüşmelerin kızışması, öteki milliyetler işçileri karşısında ihanet, sosyal-demokrasi saflarında tam bir çöküntü - örgütlenmede federalizmin sonuçları işte bunlardır. Avusturya'da sosyal-demokrasinin tarihi ve Rusya'da Bundun etkinliği buna açıkça tanıklık ederler.

Böyle bir duruma karşı tek çıkar yol, enternasyonalizm ilkelerine dayanan örgütlenmedir.

Rusya'nın bütün milliyetler işçilerinin, hemen tek ve birleşmiş topluluklar içinde toplanması, bu toplulukların tek bir parti içinde birleştirilmesi - görev işte budur.

Partinin bu kuruluş biçiminin, bölgelerin tek bir bütün içindeki, parti içindeki geniş bir özerkliği dıştalamadığı, ama içtelediği kolay anlaşılır.

Kafkasya deneyimi, bu tür bir örgütlenmenin tüm yararlılığını gösterir. Eğer Kafkasyalılar, Ermeni ve Tatar işçiler arasındaki ulusal çatışmaların üstesinden gelme başarısını gösterebildilerse; eğer halkı toplu kıyım ve kurşunlanma olasılıklarına karşı koruma başarısını gösterebildilerse; eğer Baku'da, ulusal grupların bu çiçek dürbününde (kaleidoscope), ulusal çatışmalar bundan böyle artık olası değillerse, eğer orada işçileri tek bir güçlü hareket içine çekmek başarısı gösterilmişse, - son rolünü oynamamış olan Kafkas sosyal-demokrasisinin uluslararası yapısındandır.

Örgütlenme tipi yalnızca pratik çalışma üzerinde etkili olmakla kalmaz. İşçinin tüm manevi yaşamı üzerinde de silinmez bir iz bırakır. İşçi kendi örgütünün yaşamını yaşar, manevi bakımından orada gelişir ve eğitimini orada yapar. Böylece, kendi örgütü içinde gelişen ve her kez orada öteki milliyetlerden yoldaşlarına rastlayan, onlarla birlikte ortak topluluğun yönetimi altında ortak savaşımı yürüten işçi, işçilerin her şeyden önce tek bir sınıf ailesinin üyeleri, tek bir sosyalizm ordusunun üyeleri oldukları fikrini iyiden iyiye özümler. Ve bu da işçi sınıfının büyük katmanları bakımından büyük bir eğitici önem taşımaktan geri kalamaz.

Bu nedenle, uluslararası örgütlenme tipi, enternasyonalizm yararına en etkili ajitasyon olan yoldaşlık duygularının okuludur.

Milliyetler bakımından örgütlenmede ise durum başkadır. Milliyet temeli üzerinde örgütlenen işçiler, örgüt engelleri ile birbirlerinden ayrılarak, kendilerini kendi ulusal kabukları içine kapatırlar. Vurgulanmış bulunan şey, işçiler arasında ortak olan şey değil, ama onları birbirlerinden ayıran şeydir. Burada işçi her şeyden önce kendi ulusunun üyesidir: Yahudi, Polonyalı, vb... Eğer örgütlenmede ulusal federalizm, işçilerde ulusal tecrit zihniyetini geliştirirse, bunda şaşılacak hiç bir şey yoktur.

Bu nedenle ulusal örgütlenme tipi ulusal dar görüşlülük ve ulusal görenek okuludur.

Böylece önümüzde ilke bakımından ayrı iki örgütlenme tipi vardır; uluslararası birlik tipi ile, işçilerin milliyetler bakımından örgütlenmesinde "sınırlama" tipi.

Bu iki tipi uzlaştırma çabaları şimdiye değin başarı kazanamamıştır.

Avusturya sosyal-demokrasisinin, 1897 yılında Wimberg'de hazırlanmış bulunan uzlaştırıcı tüzüğü, havada kalmıştır. Avusturya Partisi, ardında sendikaları da sürükleyerek, parçalanmıştır. "Uzlaşma"nın yalnızca ütopyacı değil, ama zararlı da olduğu görülmüştür. Strasser, "ayrılıkçılık, ilk zaferini, parti kongresinde, Wimberg'de kazandı"103 demekte haklıdır.

Bu, Rusya'da da böyledir. Stockholm Kongresinde, Bund federalizmi ile varılan "uzlaşma" tam bir iflasla sonuçlanmıştır.

Bund, Stockholm uzlaşmasını başarısızlığa uğratmıştır.Daha Stockholm Kongresi'nin ertesi günü, Bund, işçilerin çalıştıktan yerlerde bütün milliyetlerden işçileri kapsayan tek bir örgüt içinde kaynaşması yolunda bir engel durumuna gelmiştir. Ve Bund, 1907 ve 1908'de Rus sosyal-demokrasisinin birçok kez bütün milliyetler işçileri arasındaki temel birliğin artık gerçekleşmesini istemesine karşın,104 ayrılıkçı taktiğini dikkafalılıkla sürdürmüştür. Örgütlenmede, işe, ulusal özerklikle başlamış bulunan Bund, gerçekte, sonunda tam bir kopuşa, ayrılıkçılığa varmak üzere, federasyona geçmiştir. Oysa, Rus sosyal-demokrasisinden koparken, oraya kargaşalık ve düzensizlik getirmiştir. Jagello olayını anımsatmak yeter.105

Bundan ötürü, "uzlaşma" yolu, ütopyacı ve zararlı bir yol olarak bırakılmalıdır.

İki şeyden biri: Ya Bund federalizmi ve o zaman Rus sosyal-demokrasisi, işçilerin milliyetler bakımından "sınırlandırılması" temelleri üzerinde yeniden kurulur: Ya da uluslararası örgütlenme tipi ve o zaman da Bund, Yahudi işçilerin, Rusya'nın öteki milliyetler işçileri ile doğrudan doğruya birleşmesi sonucuna yolu açarak, Kafkasya, Letonya ve Polonya sosyal-demokrasisi örneğine göre, bölgesel özerklik temelleri üzerinde yeniden kurulur.

Orta yol yoktur: İlkeler yenerler, ama "uzlaşmazlar".

Demek ki, işçilerin uluslararası birleşme ilkesi, ulusal sorunun çözümünde zorunlu dayanak noktasıdır.

Prosveşçenye, n° 3-5,                                               
Viyana, Ocak-Mart-Mayıs1913


ULUSAL SORUN ÜZERİNE RAPOR

RSDIP VII. KONFERANSINA SUNULMUŞTUR* (29 NİSAN -12 MAYIS- 1917)

ULUSAL sorun üzerine geniş bir rapor sunmak iyi olurdu, ama zaman az olduğundan, kendimi, raporumu kısa tutma zorunda görüyorum.

Karar tasarısına gelmeden önce, bazı öncülleri saptamak zorunlu. Nedir ulusal baskı? Ulusal baskı, ezilen halkların sömürü ve soygun sistemi, ezilen halkların devlet kurma hakkının emperyalist çevrelerce uygulanan  zor yoluyla kısıtlama önlemleridir. Bütün bunlar, bütünlüğü içinde göz-önünde tutulduğu zaman, ulusal baskı siyaseti olarak adlandırılması uygun olan siyasetin bir imgesini verirler.

Birinci sorun, şu ya da bu iktidarın, kendi ulusal baskı siyasetini uygulamak için üzerlerine yaslandığı sınıflar hangileridir? Bu sorunu çözmek için, çeşitli devletlerde neden çeşitli ulusal baskı biçimleri bulunduğunu; ulusal baskının neden bir devlette, bir başka devlettekinden daha ağır ve daha hoyrat olduğunu anlamak gerekir. Örneğin, İngiltere'de, Avusturya-Macaristan'da, ulusal baskı hiç bir zaman pogromlar biçimine bürünmemiş, ama ezilen halkların ulusal haklarının kısıtlanması biçiminde varolmuştur, oysa Rusya'da çoğu kez pogromlar ve kıyımlar biçimini alır. Buna karşılık, bazı devletlerde, ulusal azınlıklara karşı hiç bir özel önlem alınmamıştır. Örneğin, Fransız, İtalyan ve Almanların özgürce yaşadıkları İsviçre'de ulusal baskı yoktur.

O zaman milliyetlere karşı çeşitli devletlerde görülen farklı davranışı nasıl açıklamalı?

Demokratizm'in bu devletlerdeki farklı derecesi ile, Rusya'da devlet iktidarının başında, eskiden, eski toprak soyluluğu bulunduğu zaman, ulusal baskı, iğrenç kıyımlar ve pogromlar biçimlerine bürünebilirdi ve gerçekten de bürünüyordu. Demokratizm ye siyasal özgürlüğün bir dereceye kadar varolduğu İngiltere'de ulusal baskı daha yumuşak bir nitelik taşır. İsviçre'ye gelince, bu ülke, demokratik topluma yaklaşır ve küçük uluslar, orada, az çok tam bir özgürlükten yararlanırlar. Kısacası, ülke ne kadar demokratikse, ulusal baskı o kadar güçsüz, ülke demokrasiden ne kadar uzaksa, ulusal baskı da o kadar güçlüdür. Ve demokratlaştırma sözcüğünden, iktidarda belirli sınıfların varlığını anladığımıza göre, bu bakımdan, eski toprak soyluluğu iktidara ne kadar yakınsa -eski çarlık Rusya'sında olduğu gibi-, baskının o kadar güçlü ve baskı biçimlerinin de o kadar tiksinç olduğu söylenebilir.

Bununla birlikte, ulusal baskı, yalnızca toprak soyluluğu tarafından desteklenmez. Onun yanında bir başka güç, sömürgelerde edinilen, halkları köleleştirme yöntemlerini, kendi ülkelerinin içine aktaran ve böylece toprak soyluluğunun doğal müttefiki durumuna gelen, emperyalist gruplar da vardır. Daha sonra küçük-burjuvazi, aydınların bir bölümü, işçi sınıfının yağma meyvelerinden kendileri de yararlanan bu sınıfın yukarı katmanlarının bir bölümü gelir. Bu biçimde, ulusal baskıyı destekleyen ve başında toprak ve para soyluluğu bulunan tüm bir toplumsal güçler korosu görülür. Gerçek bir demokratik düzen kurmak için, önemli olan, her şeyden önce alan hazırlamak ve bu koroyu siyasal sahneden uzaklaştırmaktır.

{Konuşmacı, karar metnini okur.)

Birinci sorun: Ezilen ulusların siyasal yaşamını nasıl örgütlemeli? Bu soru, Rusya'ya katılmış bulunan ezilen halklara, Rus devletinin içinde mi kalmak, yoksa bağımsız devletler kurmak üzere ondan ayrılmak mı istedikleri sorununu kendi başlarına kararlaştırma hakkının verilmesi gerektiği biçiminde yanıtlanmalıdır. Biz, şu anda, Finlandiya halkı ile Geçici Hükümet arasında somut bir çatışma karşısında bulunuyoruz. Finlandiya halkının temsilcileri, sosyal-demokrasinin temsilcileri, Geçici Hükümetten, halka, Rusya'ya, katılmadan önce yarar­landığı hakların geri verilmesini istiyorlar. Fin halkının egemenliğini tanımayan Geçici Hükümet, bunu kabul etmiyor. Biz hangi yanı tutmalıyız? Elbette Fin halkının yanını, çünkü herhangi bir halkın zorla bir devlet çerçevesinde tutulmasının kabul edilmesi akıl almaz bir şeydir. Halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkını formüllendirerek, biz, böylece ulusal baskıya karşı savaşımı, ortak düşmanımız emperyalizme karşı bir savaşım düzeyine yükseltiyoruz. Eğer bunu yapamazsak, kendimizi emperyalistlerin değirmenine su taşıyan kimselerin durumunda bulabiliriz. Eğer biz sosyal-demokratlar, Fin halkının kendi ayrılma isteğini dile getirme ve bu isteği gerçekleştirme hakkını reddedersek, bunun sonucu, kendimizi çara siyasetin sürdürücüleri durumunda buluruz.

Ulusların ayrılma özgürlüğü hakkı sorunu ile, ulusun şu ya da bu anda ayrılma zorunluluğu sorununu birbirine karıştırmamak gerek. Proletarya partisi, bu sorunu, duruma göre, her özel durum içinde, tamamen tek başına bir sorun olarak çözümlemelidir. Ezilen halklara ayrılma hakkını, kendi siyasal kaderini tayin etme hakkını tanımakla, bundan ötürü, bu durumdaki ulusların, belli bir zamanda, Rus devletinden ayrılıp ayrılmamaları gerektiği sorununu çözmüş olmuyoruz. Ben bir ulusa ayrılma hakkını tanıyabilirim, ama bu, onu bunu yapmaya zorluyorum anlamına da gelmez. Ulus ayrılma hakkına sahiptir, ama koşullara göre, bu hakkı kullanmayabilir de. Böylece, kendi payımıza, proletaryanın, proleter devrimin çıkarlarına göre, biz, ayrılığın yararına ya da ona karşı ajitasyon yapmakta özgür kalıyoruz demektir. Böylece, ayrılma sorunu, duruma göre, her özel durum içinde, tamamen tek başına bir sorun olarak çözümlenmelidir ve işte tam bu nedenledir ki, ayrılma hakkının tanınması sorununun, şu ya da bu koşullar içinde ayrılmanın yararlılığı ile karıştırılmaması gerekir. Kendi payıma, örneğin ben, Kafkas-ötesi ile Rusya'nın ortak gelişmesini, proletaryanın bazı savaşım koşullarını vb. göz önünde tutarak, Kafkas-ötesi ülkelerinin ayrılmasına karşı çıkabilirim. Ama eğer Kafkas-ötesi halkları gene de ayrılmak isterlerse, bizden yana hiç bir muhalefete rastlamaksızın, elbette ayrılacaklardır. (Konuşman, karar metnini okumayı sürdürür.) Devam edelim. Rus devleti çerçevesinde kalmak isteyecek halklara karşı nasıl davranmalı? Eğer halklar arasında Rusya' ya karşı bir güvensizlik uyanmışsa, bu güvensizlik her şeyden önce çarlık siyaseti tarafından uyandırılmıştır. Çarlığın, onun baskı siyasetinin ortadan kalktığı andan itibaren, güvensizlik azalmış, Rusya'ya doğru çekim artmış olsa gerek. Ben çarlığın devrilmesinden sonra halkların onda-dokuzunun ayrılmak istemeyeceklerini sanıyorum. Bundan ötürü, parti, ayrılmak istemeyecek ve örneğin Kafkas-ötesi, Türkistan, Ukrayna gibi, yaşam koşullarının, dillerinin özellikleri bakımından ayrılan bölgeler için, bölgesel özerkliklerin örgütlenmesini öneriyor. Bu türlü bölgelerin coğrafi sınırları, iktisadi koşulları, yaşam koşullarına vb. uygun olarak, halkın kendisi tarafından belirleneceklerdir.

Bölgesel özerkliğin tersine, uzun bir zamandan beri Bund ve ulusal-kültürel özerklik ilkesini formüllendiren Springer ile Bauer tarafından örgütlenmiş bulunan bir başka plan daha var. Ben bunun sosyal-demokrasi bakımından kabul edilmez bir plan olduğu kanısındayım. Bu plan, sonunda şuna dayanır: Rusya bir uluslar birliği ve uluslar da, bireyler, devletin hangi bölgesinde yaşarlarsa yaşasınlar, tek bir toplum içinde toplanmış bireyler birlikleri durumuna dönüşmeli. Bütün Ruslar, bütün Ermeniler vb., daha sonra tüm Rusya uluslar birliğine girmek üzere, topraktan bağımsız olarak, kendi özel ulusal birlikleri içinde örgütlenmeliler. Bu plan son derece kullanışsız ve usa-aykırıdır. Gerçek şudur ki, kapitalizmin gelişmesi, uluslardan kopmuş dağınık birey topluluklarını, Rusya'nın çeşitli noktaları üzerine saçıp savurmuştur. İktisadi koşullara bağlı ulusal dağılım nedeniyle, sözü geçen ulusların böyle bireylerini bir araya toplamak demek, ulusu yapay olarak örgütlemekle, ulusu kurmakla uğraşmak demektir. Oysa, bireyleri, uluslar biçiminde yapay olarak bir araya toplamakla uğraşmak demek, milliyetçilik açısında yer almak demektir. Bund tarafından formüllendirilmiş bulunan bu plan, sosyal-demokrasi tarafından onaylanamaz. Bu plan, partimizin 1912'deki konferansında* geri çevrilmişti ve genel olarak, Bund dışında, sos-yal-demokrat çevrelerin gözünde saygınlık taşımaz. Bu plan, ayrıca, kültürel özerklik olarak da adlandırılır, çünkü ulusu ilgilendiren birçok sorundan, salt kültürel bir nitelik taşıyan bir dizi sorunu ayırır ve bu sorunları ulusal birliklerin ellerine verir. Bu ayınsın çıkış noktası, kültürün, ulusları tek bir bütün içinde birleştirdiği tezidir. Ulusun içinde, bir yanda ulusu bölen "Ulusal-kültürel özerkliğin, "her milliyetin gelişmesi için zorunlu kurumların kurulması' biçimi altında, Chenkeli yoldaş tarafından, (Duma'daki) bölüntü adına üstlenilmiş bulunan savunması, parti programının dolaysız bir Çiğnenişi anlamını taşır. İçerik bakımından tıpatıp özdeş bir formül, parti programını onaylayan II. Parti Kongresinde özel bir oylama aracıyla geri çevrilmişti. Ulusal eğilimlere bir ödün, hatta bu maskelenmiş biçim altında bile, proleter bir parti için kabul edilmez bir şeydir." çıkarların, örneğin iktisadi çıkarların ve bir yanda da, onu tek bir bütün biçiminde birleştiren çıkarların olduğu varsayılır; kültürel sorun işte tastamam böyledir.

Son olarak, ulusal azınlıklar sorunu kalıyor. Bunların hakları da özellikle korunmalıdır. Bundan ötürü, parti, okul, din, vb. sorunlarında tam bir eşitlik ve ulusal azınlık için tüm kısıtlamaların kaldırılmasını ister.

9. madde ulusların eşitliğini saptar. Bu eşitliğin gerçekleşmesi için zorunlu koşullar, ancak tüm toplumun tam bir demokratlaştırılması ile sağlanabilir.

Çeşitli uluslar proletaryasını tek bir ortak parti içinde nasıl örgütleyebileceğimiz sorununu da çözmeliyiz. Bu plana göre, işçiler milliyetlere göre örgütlensin - ne kadar ulus varsa, o kadar parti olsun. Bu plan, sosyal-demokrasi tarafından kabul edilmemiştir. Pratik, belli bir devlet proletaryasının milliyetler bakımından örgütlenmesinin, sınıf dayanışması düşüncesinin yıkılmasından başka bir yere götürmediğini göstermiştir. Sözü geçen devleti birleştiren tüm ulusların tüm proleterleri, tek bir bölünmez proleter topluluk olarak örgütlenmelidirler.

Buna göre, bizim ulusal sorun üzerindeki görüşümüz, şu tezlerde özetlenir: a) halklar için ayrılma hakkının tanınması; b) belli bir devlet çerçevesinde kalan halklar için - bölgesel özerklik; c) ulusal azınlıklar için - özgür gelişmelerini güvence altına alan özel yasalar; d) belli bir devletin tüm milliyetlerinin proleterleri için - bir ve bölünmez proleter topluluk, tek parti.


EKİM DEVRİMİ VE ULUSAL SORUN* (1918)

ULUSAL sorun, hiç de, kesin olarak mutlak, değişmez bir şey değildir. Mevcut rejimin dönüşümü genel sorununun bir parçası olduğu için, ulusal sorun, tamamen toplumsal koşullar, ülkede kurulmuş olan iktidarın niteliği ve genel olarak, toplum­sal gelişmenin tüm seyri tarafından belirlenir. Bu özellikle çevre-bölgelerde ulusal sorunun ve ulusal hareketin, devrimin seyrini izleyerek hızla içerik değiştirmekte olduğu Rusya'da, devrim dönemi sırasında, herkesin gözü önünde, açık bir biçimde, kendini göstermektedir.

I. ŞUBAT DEVRİMİ VE SÖMÜRGE SORUNU

Rusya'da burjuva devrim döneminde (Şubat 1917'den iti­baren), çevre-bölgelerde ulusal hareket, bir burjuva kurtuluş hareketi niteliği taşıyordu. Yüzyıllar boyunca "eski rejim" tarafından ezilen ve sömürülen Rusya'nın   ulusları ilk   kez olarak güçlerinin bilincine vardılar ve ezenlere karşısava­şa atıldılar. Hareketin sloganı "ulusal baskının ortadan kaldırılması" idi. Rusya'nın çevre-bölgeleri, göz açıp kapayana kadar, "bütün ulusu" temsil eden kurumlarla doldu. Ulusal  aydınlar, burjuva  demokratlar hareketin başında yürüyorlardı. Letonya'da, Estonya'da, Litvanya'da, Gürcistan'da, Ermenistan'da, Azerbaycan'da, Kafkasya'da, Kırgızistan'da ve Orta Volga  bölgesinde  "ulusal uralar"; Ukrayna'da ve Beyaz-Rusya'da "Rada"; Besarabya'da "Sfatul-Çeri"; Kırım'da ve Başkıristan'da "Kurultay"; Türkistan'da "özerk Hükümet",* işte ulusal  burjuvazinin güçlerini çevresinde topladığı "bütün ulusu" temsil eden kurumlar bunlardı. Söz konusu olan, ulusal baskının "temel nedeni" olan çarlıktan kurtulmak ve ulusal burjuva devletleri kurmaktı. Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı, çevre-bölgelerin ulusal burjuvazilerinin iktidarı ele almaları ve "kendi öz" ulusal devletlerini kurmak için Şubat Devrimi'nden yararlanmaları biçiminde yorumlanıyordu. Devrimin daha sonraki gelişmesi, yukarda belirtilen burjuva kurumlarının hesaplarına girmiyordu ve giremezdi de. Ve maskesini atıp gerçek yüzüyle beliren bir emperyalizmin çarlığın yerine geçtiği ve bu emperyalizmin milliyetler için daha güçlü ve daha tehlikeli bir düşman olduğu, yeni bir ulusal baskının temeli olduğu gözden kaçırılıyordu.

Nitekim çarlığın yıkılması ve burjuvazinin iktidara geçmesi, ulusal baskının ortadan kaldırılması sonucunu vermedi. Bu baskının eski kaba biçimi yerine, daha ince, ama daha da tehlikeli, yeni biçimde bir ulusal baskı kondu. Lvov -Milyukov-Kerenski hükümeti, ulusal baskı siyasetini terk edeceğine, Finlandiya'ya karşı (1917 yazında diyetin ilgası) ve Ukrayna'ya karşı (Ukrayna'da kültürel kurumların tahribi) yeni bir kampanya örgütlendirdi. Üstelik niteliği bakımından emperyalist olan bu hükümet, yeni toprakları, yeni sömürgeleri ve ulusları boyunduruk altına alabilmek için, halkı, savaşı sürdürmeye kışkırttı. Hükümeti buna iten, yalnızca, emperyalizmin kendi niteliği değildi, aynı zamanda, yeni topraklar ve yeni ulusları boyunduruk altına almaya dayanılmaz bir eğilim duyan ve onun etki alanlarını kısmakla tehdit eden Batının eski emperyalist devletlerinin varlığı idi. Emperyalist devletlerin varlığının koşulu olarak bu devletler arasında küçük ulusları boyunduruk altına almak için savaş, işte Emperyalist Savaş sırasında görülen manzara buydu. Çarlığın yıkılması ve sahneye Milyukov-Kerenski hükümetinin çıkması bu acıklı tabloda hiç bir şey değiştirmiyordu. Elbette bu çevre-bölgelerde "bütün ulusu" temsil eden kurumlar, devletin bağımsızlığına bir eğilim gösterdikleri sürece, Rus emperyalist hükümetinin sert muhalefetiyle karşılaşıyordu. Ama ulusal burjuvazinin iktidarını savundukları için de "kendi" işçi ve köylülerinin temel çıkarlarına kulaklarını tıkıyorlar ve bunların itirazları ve hoşnutsuzluklarını kışkırtıyorlardı. "Ulusal alaylar" diye adlandırılan askeri birlikler, ateşi körüklemekten başka bir şey yapmıyorlardı; yukarıdan gelen tehlike karşısında güçsüz olduklarından, alttan gelen tehlikeyi artırmaktan ve derinleştirmekten başka bir şey yapmıyorlardı. "Bütün ulusu" temsil eden kurumlar, dıştan gelen darbeler karşısında olduğu gibi, iç patlamalar karşısında da savunmasız kalıyorlardı. Yeni doğan burjuva ulusal devletler, daha çiçek açmadan solup kuruyorlardı.

Bu durumda ulusların kendi kaderlerini tayin etme haklarının eski burjuva demokratik yorumu bir düş oluyor, devrimci anlamını yitiriyordu. Besbelli ki, bu koşullarda, ulusal baskının ortadan kaldırılması ve küçük ulusal devletlerin bağımsız duruma getirilmesi söz konusu bile olamaz. Ezilen milliyetlerin emekçi yığınlarının kurtuluşunun ve ulusal baskının ortadan kaldırılmasının, emperyalizm ile bağları ko­parmadan, "kendi" ulusal burjuvazisini devirmeden ve emekçi yığınların kendilerinin iktidarını gerçekleştirmeden düşünülemeyeceği açık-seçik belli oluyordu.

Bu, Ekim Devrimi'nden sonra, daha da açık olarak anlaşıldı.

II. EKİM DEVRİMİ VE ULUSAL SORUN

Şubat Devrimi, bağrında birbiriyle uzlaşmaz iç çelişkiler taşıyordu. Bu devrim, işçilerin ve köylülerin (askerler) çabasıyla gerçekleşti; ama sonuç öyle oldu ki, iktidar, işçilerin ve köylülerin değil, burjuvazinin eline geçti. Devrimi yaparken işçiler ve köylüler savaşa son vermek, barışı elde etmek istiyorlardı; oysa iktidara gelen burjuvazi, devrimci coşkudan yararlanarak savaşı sürdürmek, bu coşkuyu barışa karşı kullanmak istiyordu. Ülkedeki iktisadi yıkım ve yiyecek yokluğu, sermayelerin ve sınai işletmelerin işçilerin yararına olarak kamu­laştırılmasını, büyük toprak sahipleri topraklarının köylülerin yararına olarak kamulaştırılmasını gerektiriyordu: oysa Milyukov-Kerenski burjuva hükümeti, büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin çıkarlarına göz-kulak oluyordu. Bunları, işçilerin ve köylülerin saldırılarına karşı kararlı bir biçimde koruyordu. Yapılan bir burjuva devrimiydi, bu devrimi, işçiler ve köylüler, sömürücüler hesabına yapmışlardı.

Oysa ülke, emperyalist savaşın, iktisadi çöküşün ve yiyecek kıtlığının yükü altında inlemeye devam ediyordu. Cep­he çözülüyor ve eriyordu. Fabrikalar çarklarını durduruyordu. Ülkede açlık artıyordu. Şubat Devriminin iç çelişkileri yüzünden "ülkeyi kurtarma" işinde aczi açıkça ortaya çıkmıştı. Milyukov-Kerenski hükümetinin, devrimin temel sorunlarını çözmede yeteneksiz oldukları açıkça anlaşılmaktaydı.

Ülkeyi emperyalist savaş çıkmazından, iktisadi çöküntüden kurtarmak için yeni bir devrim gerekti, bu kez sosyalist olan bir devrim.

Bu devrimin sonucu, Ekim ayaklanması oldu.

Toprak ağalarının ve burjuvazinin iktidarını deviren ve yerine bir işçi-köylü hükümeti yerleştiren Ekim Devrimi, Şubat Devrimi'nin çelişkilerini bir atılımda çözümledi. Büyük toprak sahiplerinin ve kulakların mutlak egemenliğini kırmak ve toprakları, kır emekçi yığınlarının emrine vermek, fabrikaları ve işletmeleri kamulaştırmak ve onları işçilerin yönetimi altına koymak; emperyalizm ile bağları koparmak ve soygun savaşma son vermek, gizli anlaşmaları ilan etmek ve yabancı toprakların fethi siyasetinin maskesini düşürmek, ve en sonu, ezilen halkların emekçi yığınlarının kendi kaderlerini tayin etme hakkını kabul etmek ve Finlandiya'nın bağımsızlığını tanımak, işte bu devrim sırasında Sovyetler iktidarı tarafından alınan temel önlemler bunlardır.

Bu, gerçekten sosyalist bir devrim oldu.

Merkezde başlayan devrim, uzun süre bu dar alan içinde kalamazdı. Merkezde muzaffer olan devrim, zorunlu olarak ülkenin en ücra köşelerine kadar yayılacaktı. Ve gerçekten de Kuzeyden gelen devrim dalgası, daha ilk günlerinde çevre-bölgeleri birbiri ardından kaplayarak bütün Rusya'yı sardı. Ama oralarda Ekim Devrimi'nden önce kurulmuş olan "ulusal uralar" ve (Don, Kuban, Sibirya'da olduğu gibi) bölgesel "hükümetler" barajına çarptı. Gerçek şu ki, bu "ulusal hükümetler", sosyalist devrimin lafını bile duymak istemiyorlardı. Burjuva nitelik taşıdıkları için eski burjuva dünyayı yıkmayı hiç de istemiyorlardı; tam tersine, eski burjuva düzeni korumak ve sağlamlaştırmak için bütün güçlerini harcamayı görev sayıyorlardı. Emperyalist nitelik taşıdıkları için, bu hükümetler, emperyalizm ile bağlarını koparmak istemiyorlardı: tam tersine, fırsat düştükçe "öteki" ulusların topraklarından parçalar kapmaya, "öteki" ulusları boyunduruk altına almaya her zaman hazırdılar. Onun için, ülkenin çevre-bölgelerindeki "ulusal hükümetlerin", merkezin sosyalist hükümetine savaş ilan etmiş olmaları şaşılacak bir şey değildir. Ama bunu yapmakla, bu hükümetler, Rusya'da devrim düşmanı ne varsa çevrelerine toplayarak gericilik ocakları haline geldiler. Rusya'dan kovulan karşı-devrimcilerin bu ocaklara üşüştükleri ve orada bu ocakların çevresinde "ulusal" beyaz muhafız alayları teşkil ettikleri, kimse için bir giz değildir.

Ama ülkenin bu çevre-bölgelerinde "ulusal" hükümetlerden başka, gerçekten ulusal işçiler ve köylüler de var. Ekim Devrimi'nden önce, merkezi Rusya örneğine göre kurulmuş olan devrimci milletvekilleri Sovyetleri içinde örgütlenmiş olan bu işçiler ve köylüler, Kuzeyli kardeşleriyle bağlarını hiç bir zaman koparmamışlardı. Onlar da burjuvaziyi yenmeye uğraşıyorlardı, onlar da sosyalizmin zaferi için savaşıyorlardı. işçi ve köylülerin bu "kendi" ulusal hükümetleriyle aralarındaki çatışmanın gün geçtikçe vahimleşmesine şaşmamak gerekir. Ekim Devrimi, Rusya'nın çevre-bölgelerindeki işçiler ve köylülerin, Rusya'daki işçiler ve köylüler ile ittifakını güçlendirmiş; onların sosyalizmin başarısına inançlarını canlandırmışa. Ve "ulusal hükümetlerin Sovyet iktidarına karşı savaşı, bu "hükümetlerce çelişkilerini tam bir kopuşa kadar götürdü, onlara karşı açık ayaklanmaya kadar götürdü.

Ve işte böylece çevre-bölgelerin burjuva-milliyetçi karşı-devrimci "hükümetler" ittifakına karşı, bütün Rusya'nın işçileri ve köylülerinin sosyalist ittifakı meydana gelmiş oldu.

Bazıları, çevre-bölgedeki "hükümetlerin savaşımının, Sovyet iktidarının "aşırı merkeziyetçiliğine" karşı bir ulusal kurtuluş savaşı olduğunu sanırlar. Ama bu yanlıştır. Dünyada hiç bir iktidar, Rusya'daki Sovyet iktidarı kadar büyük bir merkezsizleşme kabul etmemiştir, dünyada hiç bir iktidar, halklara bu kadar tam bir ulusal özgürlük tanımamıştır. Ülkenin çevre-bölgelerindeki "hükümetler"in savaşı, burjuva karşı-devriminin sosyalizme karşı savaşıydı ve şu anda da öyledir. Halkın bağlı bulunduğu ulusal bayrağın kullanılması, halk yığınlarını aldatmak, ulusal burjuvazinin karşı-devrimci planlarını maskelemek içindir.

Ama ulusal ve bölgesel "hükümetler"in giriştikleri savaş, eşit olmayan bir savaştır, iki yandan saldırıya uğrayan, dıştan Sovyet iktidarı tarafından ve içten "kendi öz" işçi ve köylüleri tarafından saldırıya uğrayan "ulusal hükümetler", daha ilk çatışmalarda bozgun halinde gerilediler. Finlandiyalı işçilerin ve Torpari'lerin* ayaklaması ve burjuva "senatosu"nun kaçışı, Ukraynalı işçi ve köylülerin ayaklanması ve burjuva "Rada'nın kaçışı; Don, Kuban ve Sibirya bölgelerinin işçi ve köylülerin ayaklanması ve Kaledin'in, Kornilov'un ve Sibirya "hükümeti"nin yıkılışı; Türkistan'da yoksul köylülerin ayaklanışı ve "özerk hükümef'in kaçışı; Kafkasya'da tarım devrimi ve Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan "ulusal uralarının tam aczi. İşte bu çevre-bölgeler "hükümetleri"nin "kendi" halk yığınlarından tam kopuşunu tanıtlayan ve herkesin bildiği gerçekler. Tam bir yenilgiye uğrayan "ulusal hükümetler", "kendi" işçi ve köylülerine karşı, Batı'nın emperyalistlerini, bütün dünyada küçük ulusların kıdemli sömürücülerini, ve zalimlerini yardıma çağırmak "zorunda" kaldılar.

Ve böylece, yabancı müdahale ve çevre-bölgeler topraklarının işgali dönemi başladı. Bu dönem, bir kere daha "ulusal" ve bölgesel hükümetlerin karşı-devrimci niteliğini ortaya çıkarmıştır.

O zaman herkes için açık-seçik belli oldu ki, ulusal burjuvazi, "kendi halkını" ulusal baskıdan kurtarma peşinde değildi, o, halkın alın terinden karlar elde etme özgürlüğü ayrıcalıklarını ve sermayelerini koruma özgürlüğü peşindeydi.

O zaman bütün açıklığıyla anlaşıldı ki, emperyalizm ile bağlan koparmadan, ezilen ulusların burjuvazisi devrilmeden ve iktidar, bu ulusların emekçi yığınlarının eline geçmeden, ezilen ulusların kurtuluşu düşünülemez.

Ve böylece "bütün iktidar ulusal burjuvaziye" sloganıyla ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkı konusun­daki eski burjuva kavramının maskesini, devrimin bizzat seyri düşürdü ve bu kavram bir kenara atıldı. "Bütün iktidar, ezilen ulusların emekçi yığınlarına" sloganıyla ulusların kendi kader­lerini serbestçe tayin etme hakkı konusundaki sosyalist kavram, tüm uygulanma haklarını ve olanaklarını kazanmış oldu.

Böylece Ekim Devrimi, eski burjuva ulusal kurtuluş hareketine son vererek, ezilen ulusların işçi ve köylülerinin her türlü baskıya karşı, ve bu arada ulusal baskıya karşı, "kendi" burjuvazilerinin iktidarına karşı ve yabancı burjuvaziye, genel olarak emperyalizme karşı yeni sosyalist bir hareketin çağını açmış oldu.

III. EKİM DEVRİMİNİN DÜNYA ÖLÇÜSÜNDEKİ ÖNEMİ

Rusya'nın merkezinde başarı kazanan ve çevre-bölgeler topraklarının bir kısmını da ele geçiren Ekim Devrimi, Rusya topraklan sınırları içinde hapsedilemezdi. Dünya emperyalist savaşı ve halkların aşağı tabakalarının genel hoşnut­suzluğu atmosferi içinde bu devrim, komşu ülkelere sıçramadan yapamazdı. Emperyalizm ile bağların koparılması ve Rusya'nın soygun savaşından çıkması, gizli anlaşmaların yayınlanması ve başka ülkelerin topraklarını işgal etme siyasetinin reddedildiğinin resmen ilanı; ulusal özgürlüğün ilanı ve Finlandiya'nın bağımsızlığının tanınması; Rusya'nın "Ulusal Sovyet Cumhuriyetleri Federasyonu" olarak ilanı, ve bütün dünyaya Sovyet iktidarı tarafından ulaştırılan emperyalizme karşı savaşa çağrı - bütün bunların, köleleştirilmiş Doğu ve kana bulanmış Batı üzerinde önemli etkisi olmaması mümkün değildi.

Gerçekten Doğunun ezilen halklarının, emekçi yığınlarının yüzyıllar boyu süren uyuşukluğuna son veren ve onları dünya emperyalizmine karşı savaşa sürükleyen, dünyada ilk devrim, Ekim Devrimi olmuştur. İran'da, Çin'de, Hindistan'da Rus Sovyetleri örneğine uygun işçi ve köylü Sovyetlerinin kuruluşu bunun inandırıcı kanıtıdır.

Ekim Devrimi, Batı'nın işçi ve askerlerine canlı ve sağlam bir örnek olabilen ve onları savaş ve emperyalizm boyunduruğundan gerçekten kurtulma yoluna yönelten ilk devrimdir. Avusturya-Macaristan ve Almanya'da işçilerin ve askerlerin ayaklanması; işçi ve asker vekilleri Sovyetlerinin kurulması; tüm haklarından yoksun tutulan Avusturya-Macaristan halklarının ulusal boyunduruktan kurtulmak için devrimci savaşı. Hepsi bunu tanıtlayan kanıtlardır.

Önemli olan, Doğu'daki, hatta Batı'daki savaşın henüz burjuva milliyetçi etkilerden kurtulmaya zaman bulup bulmaması değildir; önemli olan, emperyalizme karşı savaşın başlamış olmasıdır, devam etmesidir, ve bu savaşın er geç mantıki sonucuna varacağıdır.

Yabancı müdahale ve emperyalistlerin "dışardan" işgal siyaseti, ancak devrimci bunalımı şiddetlendirmekte, yeni halkları savaşa sürüklemekte ve emperyalizme karşı, devrimci savaş alanını yaymaktadır.

Böylece geri kalmış Doğu halkları ile ileri Batı halkları arasında bağlar kurarak Ekim Devrimi bu halkları emperyalizme karşı ortak bir savaş kampında birleştiriyor.

Böylece ulusal sorun, ulusal boyunduruğa karşı savaş gibi özel bir sorun olmaktan çıkıyor, ulusların, sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin emperyalizmden kurtuluşu genel sorunu haline geliyor.

II. Enternasyonalin ve onun önderi Kautsky'nin en büyük günahı, durmadan ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı konusunda burjuva kavramına doğru sapmaları, bu hakkın devrimci anlamını kavramamaları, ulusal sorunu, emperyalizme karşı açık savaşımın devrimci alanına koymayı bilmemeleri ya da istememeleri, ulusal sorunu sömürgelerin kurtuluşu sorunuyla bağlamayı bilmemeleri ya da istememeleridir.

Bauer ve Venner tipinde Avusturyalı sosyal-demokratların anlayış kısırlığı, ulusal sorun ile iktidar sorunu arasındaki çözülmez bağı anlamamış olmalarındadır; ulusal sorunu siyasetten ayırma ve onu, emperyalizm ve köleleştirdiği sömür­geler gibi "önemsiz şeyler"ın varlığını unutarak kültür ve eğitim sorunları çerçevesi içine kapama yolunda çaba göstermelerindedir.

Ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etme ve "yurdun savunulması" ilkelerinin, yükselen sosyalist devrim koşullan içinde olayların gelişmesi sonucu, ortadan kalktığı söyleniyor. Gerçekte ortadan kalkan ne ulusların kaderlerini serbestçe tayin etme hakkıdır, ne de "yurdun savunulması" ilkesi; ortadan kalkan bunların burjuva yorumlandır. Emperyalizmin boyun­duruğu altında inleyen ve kurtuluşlarını özleyen işgal altındaki bölgelere bir göz atmak yeter; sosyalist yurdu, emperyalizmin açgözlü yırtıcılarına karşı savunmak için devrimci bir savaş vermekte olan Rusya'ya bir göz atmak yeter; şu anda Avusturya-Macaristan'da gelişmekte olan olaylar üzerinde biraz düşünmek yeter; (Hindistan, İran, Çin gibi) şimdiden Sovyetler kurmuş olan köleleştirilmiş sömürgelere ve yan-sömürgelere bir göz atmak yeter; ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etme ilkesinin sosyalist yorumla ulaştığı devrimci azameti an­layabilmek için bütün bunlara bir göz atmak yeter.

Ekim Devrimi'nin dünya ölçüsünde önemi, özellikle şunlardan ötürüdür:

1° Ulusal sorunu, ulusal boyunduruğa karşı savaş gibi özel bir sorun olmaktan çıkararak, ezilen halkların, sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin emperyalist sömürüden kurtuluşu genel sorunu haline getirerek bunun alanını genişletmiştir.

2° Bu kurtuluşun gerçekleşebilmesi için büyük olanaklar yaratmış ve gerçek yolları açmıştır. Ve böylelikle Batı'nın ve Doğu'nun ezilen halklarının kurtuluşunu geniş ölçüde kolaylaştırmıştır; onları, emperyalizme karşı utkun savaşın ortak yoluna getirmiştir.

3° Batı'nın proleterlerinden Rusya devrimi aracılığıyla Doğu'nun ezilen halklarına kadar varan dünya emperyalizmine karşı yeni bir devrimler cephesi kurarak, sosyalist Batı'yla köleleştirilmiş Doğu arasına köprü kurmuştur.

Doğu'nun ve Batı'nın emekçi ve sömürülen yığınlarının bugün Rus proletaryasına karşı göstermekte olduğu büyük ilginin açıklaması bundadır.

Bütün dünyanın emperyalist saldırganlarının kudurgan bir öfkeyle bugün Sovyet Rusya'ya çullanmalarının açıklaması bundadır.

Pravda n° 241-250, 6 ve 19 Kasım 1918
 

KAYNAKÇA

* O dönemde tıpkı ortaçağdaki Fransız serfleri gibi hala angaryaya zor­lanan Finlandiya küçük köylüleri.
* 7-12 Mayıs (25-29 Nisan) 1917 günleri, Petrograd'da toplanmış bulu­nan VII. bolşevık konferansı (Nisan Konferansı), ulusal sorunun incelenmesine büyük bir önem verdi. Stalin'm, komisyon adına, ulusal sorun konusunda, Lenm tarafından yazılmış bulunan karar tasarısını savunan raporuna karşı, Y. Pyata-kov'un, anti-Leninist bir açıda yer aldığından, "ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı" sloganını yadsıyan karşı-raporu okundu. Lenın, bu sorun üzerine önemli bir konuşma yaptı. Kongre Y.Pyatakov tarafından önerilen karar ta­sarısını reddetti ve ezici bir çoğunlukta, Stalin tarafından savunulan kararı be­nimsedi.
* Yazar, Merkez Komitesinin, 28 Aralık 1912 ve 1 Ocak 1913 (eski tak­vim) arasında toplanan, parti militanları ile genişletilmiş, "Şubat" konferansı denilen konferansına anıştırmada bulunuyor. Konferans, ulusal-kültürel özerklik sorunu üzerine aşağıdaki kararı kabul etti:
* Ulusal Azınlıklar Halk Komiserliği tarafından, ulusal sorun üzerine, 1920'de yayınlanmış bulunan Stalin Der/eme'sinden "Yazarın Notu" başlıklı önsözden alınan aşağıdaki pasaj "Ekim Devrimi ve Ulusal Sorun" başlıklı yazıyla ilgilidir."... Yazı, merkezi Rusya'da karşı-devrimi yenen Sovyetler iktidarının Rusya'nın çevre-bölgelerinde, her biri karşı-devrim ocakları haline gelmiş olan burjuva-milliyetçi hükümetlere gelip çarptığı; Sovyet iktidarının kendi sömürgeleri (Antant sömürgeleri) üzerindeki etkisi karşısında telaşlanan An­tantın, Sovyet Rusya'yı boğmak için burjuva milliyetçi hükümetleri açıkça tut­maya başladığı; burjuva milliyetçi hükümetlere karşı yürütülen başarılı savaşım sırasında Sovyet bölgesel özerkliğinin, çevre bölgelerde özerk Sovyet Cumhuriyetlerinin örgütlenmesinin, Rusya'nın Doğu çevre-bölgelerinden geçerek, Sovyet Rusya'nın Doğunun ezilen ülkelerine yayılması ve Batı'nın ve Doğu'nun dünya emperyalizmine karşı tek bir devrimci cephe kurması gibi pratik sorunların konulduğu Ekim Devrimini hemen izleyen dönemi yansıtmaktadır. Bu yazı, ulusal sorunun iktidar sorunuyla çözülmez bağını belirtiyor ve ulusal so­runu, sömürgelerin ve ezilen milliyetlerin genel sorununun bir parçası olarak ele alıyor, yani "Avusturya ekolünün", Menşeviklerin, reformistlerin, II. Enternasyonalin karşısına dikildikleri, ama olayların doğruladığı şeyi yapıyor."
* Ukarya Merkez Radası, 1917 Nisanında Kiev'de toplanan Ukrayna küçük-burjuva partileri ve milliyetçi örgütleri kongresinde kuruldu. Kurulan Rada, ulusal hareketleri ezmek için önlemler alan Geçici Hükümetle çok sert -çatışmalara girişti Ekim Devriminden sonra (Stalin'in dediği gibi) Rada,  , "ulusal demokratik biçime bürünen burjuva karşı-devrimin" kalesi haline geldi. 1918 Ocak'ında toplanan Sovyetlerin III. kongresine verdiği raporda Stalin Rada'yı yöneten kulak küçük-burjuva "sosyalistler" (Vinniçenko ve ötekileri) şöyle nitelendirdi:

Evrensellerinde,
[bildirilerinde] sözleriyle toprağın halka verilmesinden yana gözüktüler; ama arkasından büyük toprak sahiplerinin topraklarından bir kısmına dokunulmayacağını ve halka dağıtılmayacağım kabul ederek, bu toprak dağıtımını iyice sınırladılar.

"Sözleriyle Sovyetlere bağlı olduklarını ilan ettiler, ama gerçekte Sovyet askeri birliklerini silahsızlandırarak, Sovyet memurlarını tutuklayarak ve Sovyetlerin daha sonraki varlığını olanaksız hale getirerek, Sovyetlere karşı zorlu bir savaşıma girişmişlerdir.
"Sözleriyle devrime bağlı olduklarını bildiriyorlar, ama gerçekte devrimin en kötü düşmanları olduklarını göstermişlerdir. Don'daki savaşta tarafsızlıktan söz ediyorlar, ama gerçekte Sovyet birliklerinin kurşunlanmasına yardım ederek ve Kuzey'e buğday şevkini engelleyerek General Kaledin'e doğrudan doğruya ve açık olarak yardım etmişlerdir."
1918 Şubat'ında Rada, ayaklanan Ukraynalı işçi ve köylüler tarafından devrildi, ama az sonra Ukrayna'yı işgal eden Avusturyalı ve Alman askeri bir­likleri tarafından yeniden iktidara getirildi. 1918 nisanında Rada'nın temsilcileriyle Stalin'in başında bulunduğu bir Halk Komiserleri urası delegasyonu arasında barış görüşmeleri yapılacaktı; ama Skoropadski tarafından yayılan bir hükümet darbesi ile, merkezi Rada kesin olarak ortadan kalktı.

eyaz-Rusya Radası,
1917 temmuzunda Minsk'te toplanan Beyaz-Rusya ulusal örgütleri kongresinde kurulmuş bir küçük-burjuva milliyetçi örgütüdür. Şoven-milliyetçi unsurların yönettiği Rada, Ekim Devriminin zaferinden sonra Sovyet iktidarının düşmanları saflarında yer alıyor, yerel Sovyetleri dağıtıyor. Beyaz-Rusya Halk Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını ilan ederek ve Alman imparatoru YVilhelm H'ye Beyaz-Rusya'yı Alman askeri birliklerine işgal ettir-n^Ş olma minnettarlığını bildiriyor. 1 Ocak 1919'da Beyaz-Rusya işçi ve Köylü geçici Hükümeti, Rada'yı yasadışı ilan ediyor. Ve Beyaz-Rusya'yı Sovyet Cumhuriyeti yapıyor.
Sfatul-Çeri
(Bölgesel ura), Romanya Genelkurmayı ajanları tarafından Besarabya'nın işgal altındaki bölgesinde (Kişinev) kurulan bölgesel "parlamen­to", 1917 kasımından, 1918 kasımının sonuna kadar faaliyet göstermiştir. Mol-dav "Ulusal Partisi" ve bir sürü uydurma örgüt, seçilmeyip tayin edilen temsil­cilerinden oluşmuştur; örgüt, birçok bölgeler ve örgütler tarafından boykot edildi. 1918 martında üyelerin önemli bir kısmının aleyhte tutumlarına karşın, Besarabya'nın özerklik temeli üzerinde Romanya'ya ilhakı kararını aldı. Ve 1918 kasımında Besarabya'yı işgal eden Romen istilacılar, Sfatul-Çeri'ye, bu il­hakı herhangi bir özerklik olmaksızın kesin ilhak haline getirecek kararı aldırdılar. Besarabya'nın ilhakı, bilindiği gibi, o sıra ve sonraları da çok kez kan içinde boğulan halk ayaklanmaları olarak beliren istilacıya karşı, halkın sert savaşımlarını körükledi. (Hotin, Tatarpınar vb. ayaklanmaları gibi.)
Kırım Kurultayı,
10 Aralık 1917de Bahçesaray kentinde toplandı (daha sonraları Sinferopol'a nakledilmiştir); çoğunluğu, içinde Tatar milliyetçi "Halk Partisi"ni izleyen Tatar küçük-burjuva eğilimlerini ve özlemlerini temsil ediyor­du. Kurultay, bir Kırım Tatar "Ulusal Hükümeti" kurdu; başında, Ç. Çelebiyev ve D. Sayid Ahmet vardı. Bu hükümet Rus karşı-devrimci subayların kumanda ettiği birliklerden kuvvet almaktaydı. 1918 ocağında. Kurultay, Sivastopol'daki devrimci askeri komitenin silahlı kuvvetlerine karşı askeri gücünü çıkarmaya kalkışınca ulusal hükümetle birlikte dağıtıldı. Ve Almanların Kırım'ı işgalleri sırasında kısa bir süre yeniden ortalıkta görüldü.
Başkıristan Kutultayı,
1917 kasımında Orcnburg kentinde toplandı. Bunda baş rolü Zeki Vaüdov'un (Zeki Velidi'nin) başında bulunduğu burjuva milliyetçi unsurlar oynuyordu. Ve bunlar, burjuvazinin ve Başkır kulaklarının çıkarlarını temsil ediyorlardı. Kurultayın oluşturduğu Başkır Hükümeti, Validov'un başkanlığında Sovyetlere karşı faaliyete girişti ve General Dutov ve Kolçak ile bağ kurdu. Ama Başkır özerkliğinin ortadan kaldırılması emri gibi emirnameler yayınlayan Kolçak'ın siyasetinin emperyalist niteliği, Validov hükümetini, halk yığınlarının zorlamasıyla, Sovyet iktidarı tarafına geçtiğini ilan etmeye zorladı. Başkır Sovyet Cumhuriyetinin oluşumundan az sonra, burjuva milliyetçi unsurlar, başlarında Validov olmak üzere Sovyet iktidarına karşı bir ayaklanmayı yürüttüler, ama bu ayaklanma Başkır emekçi yığınları tarafından desteklenmedi.

Özerk Türkistan hükümeti, başında Tanuşbayev, Şahi-Ahmedov ve Çokayev bulunmaktaydı. Kokanda'da 1917 kasımında burjuva milliyetçi örgütlerin panislamcı adı verilen kongresinde, Taşkent'teki Halk Komiserliği urasına karşı bir örgüt olarak kuruldu ("Kokanda özerkliği" adı buradan gelmedir). Beyaz-Rus muhafızları tarafından desteklenen bu hükümet, Türkistan'da iç savaşı çıkardı, ama Taşkent ve Semerkant kızıl birlikleri ta­rafından 1918 şubatında tasfiye edildi.
94)
Gürcü Menşeviklerin önderi ve eski Gürcistan Menşevik hükümetinin başkanı Noe Jordanya'nın takma adı. Bu kişi, SSCB'ne karşı bir silahlı müdahalenin en ateşli yandaşlarından olmuştur. -Ed.

95) Bkz: Çiveni Çovreba adlı Gürcü gazetesi, n° 12, 1912. [Çiveni Çovreba, Gürcü menşeviklerin haftalığı olarak 1902'de Kutays'ta kuruldu. Bu gazete 19 sayı yayınlanmıştır. Burada anılan pasajlar N.'nin (Noe Jordan-ya'nın) Çiveni Çovreba 11 ila 14. sayılarında yayımlanan "Eski ve Yeni" başlıklı makalelerinden alınmadır. -Ed.]
96) Bkz: Çiveni Çovreba, n° 21.1912.
97) 1903'te RSDİP'nin II. Kongresinde kabul edilen programda ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etmeleri ilkesi, şöyle ifade edilmiştir: "9. - Devletin bölümlerini teşkil eden bütün ulusların kaderlerini serbestçe tayin etme hakkı".
98
) Bkz: Naşa Zarya, n° 9-10,1912, s. 120.
99
) Bkz: Naşa Slovo, n° 6,1906, s. 53.
100
) Ekim 1912'de bir yandan Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Ka­radağ ile, öte yanda Türkiye arasında başlamış bulunan Birinci Balkan Savaşına anıştırma. Bu savaş, Antant devletleri (Fransa, İngiltere, Rusya) ile üçlü İttifak devletlerinin (Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya) Balkan yarımadasındaki çıkarları arasındaki çatışmanın sonucu oldu. Bu savaş olsun, ganimeti paylaşmasını bilemeyen dünün müttefikleri arasında patlak vermiş ve Bulgaristan'ın ezilmesi ile sona ermiş bulunan İkinci Balkan Savaşı (1913) ol­sun, Balkanlardaki emperyalist çelişkileri kızıştırmaktan başka bir sonuç vermediler; emperyalist dünya savaşının peşrevi oldular. -Ed.
101
) Dernek, küme, topluluk. Burada parlamento içindeki partiler birliği için kullanılıyor. -Ed.
102
) Bundun VIII. Konferans Tutanakları, topluluk (cemaat) üzerine ka­rarın sonu.
103
) Bkz: Der Arbeiter und dit Natbn, 1912.
104
) Burada RSDİP'nin 5 (18) -12 (25) Kasım 1907de toplanan (717. Rusya Konferansı" denilen) IV. Konferans kararlan ile, 3-9 Ocak 1909'da (eski takvimle 21-27 Aralık 1908'de) toplanan RSDIP V. Konferansı ("Aralık" konfe­ransı) kararları araştırılıyor. Bkz: Le Parti communiste de L'URSS, dans Us resolutions, et decisions de ses congres, conferences et assembees plenieres du Co-mitte central, 1. Kısım, Marx-Engels-Lenin Enstitüsü yayını, 1932. -Ed.
106
) Bkz: Dipnot 88, -Ed.

 

1      2      3      4      5