Simgeler kullanma yeteneği olduğu için bireylerin bir toplumsal
yaşam yaşayabildiğini görüyoruz. Bu, toplumsallaşma süreci ile
olur. Emilio Williems, toplumbilim sözlüğünde (Dictionnaire de
Sociologie, Paris, 1961) toplumsallaşma kavramını şöylece
tanımlayıp açıklamaktadır: "Bireyin, yalnızca biyolojik bir
varlık olmaktan çıkıp belli bir topluma ve belli kümelere
bütünleştirilmesi sürecine toplumsallaşma süreci denir. Bu
süreç aracılığıyladır ki birey bir kişilik kazanmakta ve belli bir
toplumda yaşamasını olanaklı kılan davranışları edinmektedir.
Toplumsallaşma, en geniş anlamında çıraklık ya da eğitim ve
öğretim yoluyla olur. Bu çıraklık bireyin dünyaya geldiği andan
başlar, yaşamını bitirip öldüğü ana değin sürer". Bu süreç içinde
belli bir toplum ya da küme için istenmeğe değer görülen
davranışların, değerlerin benimsetilmesi gibi, istenmeyen,
beğenilmeyen kimi dürtülerin baskı altına alınması da söz
konusudur. Toplumsallaşma süreci, aile, arkadaşlık, okul, uğraş
vb. içinde akışan bir süreçtir.
Demek oluyor ki; toplumsallaşma bireyin, içine doğduğu toplum ve
kümenin ekinini özdeksel (maddi) ve tinsel (manevi) öğeleriyle
birlikte öğrenmesi, benimsemesidir. Bu sürecin hem bireyin bir
toplumsal varlık olabilmesi, başka deyişle belli bir toplum ve
kümenin başarılı bir üyesi olabilmesi için, hem de toplumun ve o
kümenin göreli sürekliliği için zorunlu olduğu açıkça
görülmektedir. Demek ki toplumsallaşma bir yandan bireye belli bir
benlik, bir kişilik kazandıran, bir yandan da toplumun ve kümenin
göreli sürekliliğini sağlayan bir süreçtir.
Yine
görüldüğü gibi toplumsallaşma süreci, temelde bir koşullanma
sürecidir. Bireyler içine doğdukları belli toplumsal kümenin, ya
da belli toplumun ekinine koşullanmaktadırlar. Bu koşullanma,
ödüller ve cezalar (her türden) yoluyla olmaktadır Bunlardan
birincisine olumlu, ikincisine de olumsuz yaptırımlar denilebilir.
Çocuk, ilk günlerinden başlayarak ne yaparsa (ya da yapmazsa)
hoşuna gidecek şeyler elde ettiğini, yine ne yaparsa (ya da
yapmazsa) hoşa gitmeyecek durumlarla karşılaşacağını, önce deneme
ve yanılma yoluyla, sonraları dil kullanmaya başlayınca, soyut
simgeler öğrenme yoluyla çıkarsamaya başlar. Böylece bir yanlış
davranışı yapmadan da onun sakıncalı sonuçlarını kavrayabilir ve
ondan sakınmayı öğrenebilir. Bu koşullanmada söz konusu olan
olumsuz yaptırımlar, yasalar, hukuk, aktöre ve gelenekler ile
konulan cezalardır; olumlu yaptırımlar ise ödüllendirmedir. Eğitim
ise, toplumsallaşmanın en etkili ve en ucuz yoludur. İnsanların
koşullanmaya en açık olduğu dönemde onları hem toplum düzenine
koşullandırmaktadır, hem de bu koşullanma sağlandığı ölçüde ne
olumlu, ne de olumsuz yaptırımları uygulamaya gerek kalmayacaktır
ya da pek az gerek kalacaktır.
Toplumsallaşma kişiliğin kazanılmasında temel süreçtir; gerçekten
kişilik ve toplum ayrılmaz bir biçimde birbirleriyle
bağlantılıdır. Birey, toplumdan ve onun ekininden ayrı olarak var
olamaz; toplum ve ekini de yalnızca bireylerin kişiliklerinde ve
davranışlarında gerçeklik kazanır.
İnsanın kişiliği ve içinde yaşadığı ilişkiler, onun ruhsal
davranışlarını ve bilincini belirler. Nitekim insanın kendi
kendisine karşı tutumu, kendi kendisi ile ilgili görüşü ve kanısı,
fiziksel, ruhsal ve toplumsal açılardan (özellikle çocukluk
döneminde) başkalarının tutumlarından da etkilenir. Demek ki insan
kendisini başkaları aracılığıyla da tanır. Hiçbirimiz dünyaya
elimizde "Ben benim!" diyebileceğimiz bir aynayla gelmediğimize
göre kendimizi önce başkalarında görüp tanırız. Bu nedenle
çevremizdeki başka insanlara "ayna benlik" denilir.
Ancak şu yanılgıdan sakınılmalıdır. İnsanın kişiliğini kazanması
yalnızca "başkalarının kendisi üzerindeki etkisiyle" açıklanamaz.
İnsanın kendi-kendisine ilişkin bilinci, içinde yaşadığı nesnel
çevre koşullarıyla etkileşmesi yoluyla da olmaktadır. Nesnel
çevrenin onun devinimleri içine giren nesneleri daha da önemlisi
kendi özdeksel ve tinsel devinimlerinin ürünleri ile ilgili
bilinci, kendisinin saydığı şeyler ve kendi bilincini
gerçekleştirdiği şeyler (konuşma, çizme, giysi, vb.) başkalarının
etkisini kırar.
İnsanları yalnızca toplumsal-ekinsel koşulların ve yetiştirilmenin
ürünleri sayan, dolayısıyla değişik insanları değişik
toplumsal-ekinsel koşulların ve yetiştirmelerin ürünü sayan görüş,
bu koşullan yapanın da insanın kendisi olduğunu, dolayısıyla
doğrudan doğruya eğiticinin de bir eğitilmeden geçmiş olmasının
zorunlu olduğunu unutuyor. Bu gerçek de insanın kişiliğinin
oluşmasında nesnel çevre koşullarıyla ilgili deneyimleri ve
gerçekleştirdiği ürünler ile ilgili bilincine yer vermek
gerekliliğini bize göstermektedir. Toplum biliminin temel sorunu,
çevrelerinin ürünü olan insanların, bu çevreyi nasıl
değiştirebildiklerini açıklayabilmektir.
Toplumsallaşma hiçbir zaman tam olmaz, kuşaklar arası kopmalar
olur. Bunu toplumun zaman içinde önemli değişmelerden geçmekte
olmasıyla açıklamak olanaklıdır: Üretim araç ve gereçlerindeki,
üretimin içeriğindeki değişmelerle ve bunların yerleşme yeri (köy,
kent), aile, hukuk, siyasa, inanç ve değerler, eğitim, iletişim...
alanlarında ortaya çıkardığı değişmelerle.
Bir
de toplumu oluşturan değişik topluluk ve kümelerin ayrımlı
ekonomik ve ekinsel düzeylerde olması, değişik yaşama biçimleri
sürdürmesi nedeniyle, bu toplumsal kümeler arasında ekinsel
ayrılıklar da vardır. Böylece her kümenin üyesi, toplumsallaşma
süreci içinde, değişik yanları olan ekinsel ortamlara
hazırlanmaktadırlar. Örneğin köy ve kent yaşama biçimleri
arasındaki ayrılıklar: köydeki nesnel yaşama koşulları da,
değerler, inançlar, davranış kuralları da kenttekilerden çok
ayrıdır. Yukarı toplumsal-ekonomik düzeyde olanlarla, aşağı
toplumsal-ekonomik düzeyde olanların da hazırlandıkları
toplumsal-ekinsel çevre (nesnel koşullar, değerler, inançlar)
birbirinden ayrıdır. Bu nedenlerle bir toplumda herkes eş ölçüde
ve biçimde, özdeş toplumsal çevreye hazırlanmaz. Değişik düzeyde,
değişik toplumsal çevrelere hazırlanma da söz konusudur
.
EKİN
Toplumsallaşma, bir ekinsel (kültürel) çevreye hazırlanma
demektir. Böylece sözü, toplumsallaşma süreciyle yakından ilgili
olan ekin (kültür) konusuna getirmiş oluyoruz.
Toplumbilim alanındaki ekin kavramının, günlük dilde kullanılan
ekin teriminden değişik bir anlam taşıdığını daha önce
belirtmiştik.
Toplumbilimdeki anlamıyla ekin insanların edindiği ve türlü
yollarla (gelenek, görenek, eğitim, öğretim, hukuk, siyasal
kurumlar...) birbirlerine ve sonraki kuşaklara ilettikleri
özdeksel nesneleri ve bilgi, sanat, hüner ve alışkanlıkları, inanç
ve değerleri... anlatır. Ekin, insanların toplumsal ve tarihsel
gelişim içinde yarattıkları bütün özdeksel ve tinsel öğelerin
toplamıdır. Teknik ilerlemenin, üretimin, eğitimin, bilimin,
gökçeyazın ve öbür güzel sanatların belli bir toplumsal gelişme
aşamasındaki düzeyini gösterir. Bu nitelikleriyle ekin, halk
yığınlarının etkinliklerinin ürünüdür.
Görüldüğü üzere ekin iki türlü öğelerden kuruludur:
1) Özdeksel öğeler.
2) Tinsel öğeler.
Ekinin özdeksel öğeleri, toplumun belli bir gelişme aşamasındaki
uygulayımsal ilerlemesini, üretim ve uygulayım beceri ve
hünerlerini, İnsanların özdeksel ürünler yapmadaki deney
imlerini yansıtır; insanın doğaya egemenliğinin ölçüsünü anlatır.
Kısaca özdeksel ekin insan emeğinin toplumsal gelişme süreci
içinde gerçekleştirdiği, ortaya çıkardığı bütün nesneleri anlatır;
bütün bir uygulayımbilim, araçlar ve gereçler.
Tinsel ekin öğelerine gelince, bunlar özdeksel ekin öğeleri en
azından bir gelişme gösterdikten sonra oluşan değerler, inançlar,
bilgiler, davranış kuralları, gelenekler, görenekler... dir.
Bunlar bir yandan insanın doğaya ilişkin bilgilerinin genişliğini
yansıtırlar; bir yandan da toplumsal gelişmenin belli bir
aşamasında türlü toplumsal kümelerin yerlerini yansıtırlar.
Tinsel ekin öğelerinin toplumbilimsel bir çözümlemesi, bunların
başlıca şu üç öğeden oluştuğunu gösterir:
1) Bir kuralsal düzen: Resmi ve resmi olmayan davranış
kuralları. Yasalar, yönetmelikler, örgütler, gelenekler,
görenekler, inançlar... Bu davranış kuralları, insanları belli
toplumsal ve tarihsel koşullarda belli biçimlerde davranmaya
zorlar.
2) Bir eylem düzeni: Bu kurallara uygun davranışlar düzeni.
3) Simgeler düzeni: Göstergeler, sav-sözler ( = sloganlar)
vb.den kurulu: bayrak, gülcük ( = rozet), ası (=afiş), renk...
Belli bir dönemde geçerli olan ve egemen durumda bulunan ekinin bu
üç öğesinden her biri kendi içlerinde uyumlu bir bütün
oluşturdukları gibi, kendi aralarında da, yine uyumlu bir ekin
bütünü oluştururlar. Demek ki egemen ekinin davranış kuralları,
eylem düzeni ve simgeleri kendi içlerinde ve aralarında tutarlı ve
uyumludurlar. Çelişkiler ya yeni yeni oluşmakta olan ama
daha yürürlükteki geçerli ekinin içinde yer almayan öğelerle bu
ekinin saydığımız öğeleri arasındaki çelişkilerdir ya da eskiden
yürürlükte olan ama artık yürürlük ve geçerliliğini yitirmiş
olmasına karşın daha bir süre varlıklarını sürdüren öğeler
arasındaki çelişkilerdir. İlkel uygulayımlı tarım ekonomisine
dayalı ve dışa geniş ölçüde kapalı köy topluluklarında laik
öğretim yapan okulun o köy topluluklarının bütünleşmiş bir parçası
olmayışı birinci çelişki durumuna örnektir; Fransa'da bugün bile
krallık düzenini savunan bazı toplumsal kümelerin bulunmakta
olması, Türkiye'de 20. yüzyılın son çeyreğinde halifeliği,
sultanlığı savunanların bulunması ise ikinci çelişki durumunun
örneklerindendir.
Özdeksel ekin öğeleri (=belli gelişme aşamasındaki uygulayımbilim,
araç-gereçler...) ile tinsel ekin öğelerinin etkileşme içinde
oluştuğunu belirtelim. Bu etkileşimi şöyle açıklayıp
örneklendirebiliriz: Karasaban ile tarım yapan bir toplumda
yerleşme yerlerinin küçük köyler olduğu, dolayısıyla kent
yaşamının birçok dayanışma yolları ve biçimlerinin gelenek,
göreneklerinin bu küçük topluluklarda bulunmadığı görülür. Bu
özdeksel ekin öğelerinin tinsel ekini belirleyici önemdeki
etkileyişini gösteren bir örnektir. Tinsel ekinin özdeksel ekine
etkisini ise örneğin Müslümanlığın esriklik verici içkileri
yasaklaması karşısında Müslüman toplumlarda -özellikle dinin
egemen ekin olduğu dönemlerde- içki üretiminin sınırlı ya da çok
az oluşu; Hindu dinine inananların inekleri kutsal sayıp bu
hayvandan üretim ve tüketimde yararlanmamakta olmaları... gibi
durumlarda görüyoruz. Ancak zaman bakımından bir öncelik tanımak
gerektiğinde, bunu özdeksel ekin öğelerine tanımak gerekir. İnsan,
düşünce (= tinsel ekin) yaptıktan sonra biyolojik gereksin meşini
gidermem ektedir. Tersine önce özdeksel ekin öğeleri en azından
bir gelişine göstermelidir. Ondan sonradır ki yemek, içmek,
barınmak gibi temel, zorunlu gereksinmelerini giderme süreci
içinde, başka deyişle bu çalışma ve iş yapma süreci içinde düşünce
oluşturmaktadır.
Ancak bir kez oluştuktan sonra tinsel ekin göreli bir özerklik
kazanır. Bundan dolayı da özdeksel ekin öğeleri değiştiğinde
tinsel ekin de hemen gerekli uyumu yapıp değişmez. Ancak bir
gecikmeden sonra bu uyum oluşur, başka deyişle yeni özdeksel ekine
uygun tinsel ekin değişimi bir gecikmeyle olur.
Amerikalı toplumbilimci W. Ogburn da bu olguyu "Ekinsel Gecikme"
(= Cultural Lag) terimleriyle anlatmıştır
(*). Toplumdaki bilinç düzeyinin, gelenek-göreneklerin,
törelerin... uygulayım alanındaki ilerlemelerce koşullandırılan
özdeksel ekin değişimlerinin gerisinde kaldığını söylemiştir. Ne
var ki Ogburn bu uyumsuzluğun temelindeki etken olarak ekonomik ve
toplamsal ilişkileri çözümlemeye katmamıştır.
İnsanbilimin bulguları da bunu doğrulamaktadır: 750.000 yıl önce
Avustralya'da yaşadığı saptanan ve insana en yakın olmakla
birlikte beyni henüz düşünmeğe elverecek ölçüde gelişmemiş olan
Australopithecus'un bazı gereksinmelerini gidermek üzere doğal
araç-gereçler kullandığı gözlemlenmiştir
(**).
Ekinin özdeksel Öğelerinin mi, yoksa tinsel öğelerinin mi
toplumsal yaşamı belirleyici önem taşıdığı tartışması, ekin
değişimi açısından önemlidir: nesnel koşullar gerektirmedikçe,
dışardan alınan düşünceler benimsenemiyor, ekin dışalımı
(=ithali) başarılı olamıyor. Basımevi "Gavur icadıdır" diye 300
yıldan daha uzun süre Türk toplumuna sokulmamıştır. Oysa Türklerle
yan yana yaşayan ama tarımdışı etkinliklere (zanaatlar ve ticaret)
dayanan Rum, Ermeni, Yahudi toplulukları, bulunuşundan hemen sonra
basımevleri kurmuşlardır. Çok köylü için, dahası birçok kentli
için siyaset, yalnız yüksek yöneticilerin yürüttüğü "hikmetinden
sual olunmaz" bir şeydir. Bugün Anadolu'da birçok yerde kadın
çarşaf, peçe arkasında. Demek ki giyim yasası uygulanamıyor. Kadın
hakları geniş ölçüde kağıt üzerinde kalmış. Medeni yasa evlenme
çağını yaş olarak saptamış ama pek çok köyde ölçü şu: "Kasketle
şöyle bir vururuz, yere yıkılmazsa evlenebilir o kız" ya da
"sandalyeye oturturuz, ayakları yere değiyorsa evlenebilir".
Yapay olarak dışardan ekin almanın başarılı olmadığını gösteren bu
örnekleri arttırmak kolaydır.
TOPLUMSAL YAPI
Bir
otomobil motorunun yapısını incelerken izlenebilecek şu iki yolu
birbiriyle karşılaştırınız:
1) 'Otomobil motoru,
a) Yakıt deposu,
b) Yağ bölmesi,
c) Akümülator,
d) Şarj dinamosu,
e) Marş motoru,
f) Karbüratör,
g) Radyatör vb. parçalardan oluşmaktadır'.
2) 'Otomobil motoru yukarda belirtilen parçalardan
oluşmaktadır. Bu parçalar arasında karşılıklı ve düzenli
ilişkiler vardır: Şarj dinamosu akümülatörde elektrik gücü
biriktirmekte, bu elektrik gücü marş motorunu, başka deyişle
otomobil raotorüne ilk hareketi sağlayacak olan motoru
çalıştırmamızı sağlamaktadır. Marş motoru krank milini
döndürmekte, krank mili silindir piston kolunu çevirerek pistonu
silindir içinde aşağı-yukarı yönlerde hareket ettirmektedir.
Piston silindir içinde yukarı doğru çıkarken silindir içine
emilmiş olan yakıt ve hava karışımını sıkıştırmakta; bu sıkıştırma
işlemi tamamlandığında bujilerden gelen kıvılcım sıkışmış yakıt
gazı ateşlemekte, böylece hacmi çok genişleyen yakıt gaz piston
kolunu aşağı itmekte; bu hareket ana milini, ana mili de volanı
döndürmekte, volan da bu hareketin istendiği ölçüde yinelenmesini
ve hareketin sürdürülmesini sağlamaktadır'.
Bir otomobil motorunun yapısı konusundaki bu kadarcık açıklama
bile, "Yapı" kavramının bu ikinci anlayış biçiminin daha
doyurucu olacağını; çünkü bu yolla motorun yalnız parçalarının
(-öğelerinin) neler olduğunu öğrenmekle kalmayıp, bu parçalar
arasındaki ilişkileri. (=neden-sonuç ilişkileri) ve parçaların
oluşturduğu "bütün"ün işleyişindeki düzenlilikleri de
anlayabileceğimizi bize göstermektedir.
Gerçekten "Yapı" kavramı, bir düzenin ya da bütünün parçaları ve
öğeleri arasındaki yasalılık gösteren, durağan bağlar ve
karşılıklı ilişkiler diye tanımlanır.
Demek ki "yapı" kavramı yasaldık, biçim, zorunluluk kavramlarıyla
yakından ilişkili bulunmaktadır. Yapı, işte bu yasaklık,
zorunluluk, belli biçim göstermek özellikleri dolayısıyladır ki
kendisini oluşturan parça ve öğelerdeki ve bütündeki sürekli
değişmelere karşın kendisini sürdürür ve ancak bütün, bir nitelik
değişimini gerçekleştirdiği zaman değişir.
Bütünü (yapıyı), parçalardan önce ve onlardan ayrıca, kendi başına
inceleme yöntemi vardır:
1) Bütünün mekanik yapısını açıklamak,
2) Bütünün örgensel bir bütünlük olduğunu ve parçaların
bütünün kaynağı olduğunu görmek;
3) Bütünün tam olarak kavranması: parçaları arasındaki
ilişiklerin tüm karmaşıklığı içinde anlaşılması.
Toplumbilimin temel ve baş konularından biri olması gerekirken,
bir bölüm toplumbilimciler arasında yukarıdaki anlamda bir
toplumsal yapı anlayışı bulunmadığı gibi, üzerinde birleşilen bir
yapı tanımı da yoktur. Bu toplumbilimcilerden kimileri toplumsal
yapıyı 'bireylerarası ilişkilerin yapısal biçimidir' yolunda çok
geniş ve bundan dolayı çok belirsiz bir biçimde
tanımlamaktadırlar. Toplum yaşamının her kesimi bireyler arası
ilişkilerden oluştuğuna göre, bu tanım toplumsal yapıyı oluşturan
kurucu öğeleri bize tanıtmamaktadır. Ayrıca bu tanım, toplum
yaşamındaki göreli olarak daha önemli öğelerle daha az önemli
öğeler arasında; göreli olarak daha sürekli öğelerle daha az
sürekli dahası geçici olan öğeler arasında bir ayrım yapmamış
olmaktadır.
Öte
yandan bu toplumbilimcilerin bir bölümü de "toplumsal yapı"
kavramının özsüz, boş ama yaldızlı bir sözden başka bir şey
olmadığını savunmuşlardır. Örneğin Encyclopedia of the Social
Sciences (Toplumbilimler Ansiklopedisi) "Toplumsal yapı" kavramına
hiç yer bile vermemiş, buna karşılık "toplumsal örgütlenme"
kavramına geniş yer ayırmıştır. İnsanbilimci Kroeber'de de bu
anlayışı görüyoruz.
Bu toplumbilimcilerin bir kesimi ise "toplumsal yapı, başlıca
toplumsal küme ve kurumlardan oluşur" demekte, toplumsal yapı
kavramı ile göreli olarak sürekli ve örgütlenmiş toplumsal
ilişkileri anlatmak istemektedirler. Bu anlayışa göre toplumsal
yapının kurucu öğeleri nüfus, çevre ve yerleşim, ekonomi,
toplumsal sınıflar, eğitim, siyaset, hukuk, aile, din'dir. Ancak
bu toplumbilimciler, sözünü ettikleri kurucu öğeleri toplum
bütünlüğü içinde ve karşılıklı düzenli ilişkileri belirtecek,
yapının işleyişini açıklayacak biçimde ele almamakta, durağan bir
yapı anlayışını yansıtmaktadırlar.
Toplumsal yapıyı "işpayı" (= rol) kavramıyla açıklamak isteyenler
de var: Gerth ve Mills, Character and Social Structure adlı
yapıtlarında bu görüşü işlemektedirler. Ancak iş paylarının
bireyler arasında dağılımını belirleyen toplumsal etkenlere yer
vermeyen bu anlayış, oldukça dar bir toplumsal yapı anlayışıdır.
Bu
açıklamalardan anlaşılacağı üzere "toplumsal yapı" kavramı,
toplumu oluşturan başlıca öğeleri, bunların toplum bütünü içindeki
yerlerini ve aralarındaki ilişkileri ve böylece işleyişlerindeki
düzenlilikleri anlatmalıdır. Böyle bir toplumsal yapı kavramı
yardımıyladır ki biz, örneğin herhangi bir ekonomik düzenleniş
biçimi ile herhangi bir gelişigüzel aile, hukuk, siyaset, ya da
din düzenleniş biçiminin birlikte gidemeyeceğini anlayabiliriz; bu
toplumsal yapı öğeleri arasında karşılıklı bir uyum, bir
bağdaşırlık özelliği bulunacağını görebiliriz; toplum bütününün de
ancak böyle öğelerden kurulu olabileceğini; ayrıca tarihsel evrim
içinde öğeleri birbirleriyle uyumlu bütünler oluşturan değişik
toplumsal yapı tipleri ortaya çıkmış olacağını kavrayabiliriz.
Birkaç örnek verelim: Şeyhlik-ağalık ile sözleşmeli işçilik;
dinsel hukuk ile kadın-erkek eşitliği; ileri bilim ve uygulayım
ile yağmur duası ya da hoca nüshası... birlikte gitmez.
Bu
hususu göz önünde bulunduran, toplumbilimde "Yapısalcılık" (=structuralisme)
yaklaşımının da kurucusu olan Fransız İnsanbilimci Claude Levy-Strausse,
toplumsal yapı kavramının bir toplum örneği (=modeli) kavramıyla
birlikte düşünülebileceğini söylemektedir. Yapısalcı
toplumbilimciler toplumsal yapı kavramıyla toplumsal yaşamın
yalnız belli bir kesiminin değil, toplumun bütün başlıca küme ve
kurumlarının anlatıldığına; bundan dolayı, toplumsal yapı
incelemelerinin görgül (ampirik) verilerle ilgilenmeyip, bu
verilerden yola çıkarak soyut toplum örnekleri kurma amacına
yönelik bulunduğuna işaret etmektedirler.
Gerçekten de toplumu oluşturan başlıca öğeleri, bunların
birbirleriyle ve toplum bütünü ile aralarındaki ilişkileri ve
işleyiş ve değişimlerindeki düzenlilikleri anlatmak üzere
kullanılan "toplumsal yapı" kavramı -ki bunları anlatması
gerektiği görüşündeyiz- zorunlu olarak tarihsel toplum örnekleri
(modelleri) ayırt etmek durumunda kalacaktır. Başka bir deyişle
toplumu bütünlüğü içinde ve tarihsel evrim süreci içinde ele alma
gereği, bizi belli dönemlerde belli toplum örnekleri (=modelleri),
demek ki belli toplumsal yapı tipleri bulunduğunu görmek durumunda
bırakmaktadır.
(*)
W.F. Ogburn. Social Change with Respect to Cultura and
Original Nature,
(**)
N.Y., 1950. Bkz.: Jabos and Stern, General Anthropology,
N.Y. 1961, s. 16-22. |