...................
NEDEN BÖYLE BİLGEYİM
NEDEN BÖYLE AKILLIYIM

Friedrich Nietzsche
Çeviren: Can Alkor
ECCOHOMO, İşi Nasıl Kendisi Olur

                         
...................
 
...................

ÖNSÖZ

I
Bu yakında insanlığın karşısına, şimdiye dek ona yöneltilmiş en çetin istekle çıkacağımı göz önüne alarak, önce kim olduğumu söylemeyi gerekli buluyorum. Aslında bilinmeliydi bu: “Kimliğimi saklamış” değilim çünkü. Ama ödevimin büyüklüğü ile çağdaşlarımın küçüklüğü arasındaki oransızlık şuradan belli ki, beni işitmediler, görmediler bile. Ben kendime açtığım krediyle yaşıyorum; belki yaşadığım da bir önyargı yalnızca? Yaşamadığıma kendimi inandırmam için, yazları Ober-Engadin’e gelen “aydınlar”dan bir tekiyle konuşmam yeter. Bu koşullar altında, alışkanlıklarımı, içgüdülerimin gururunu aslında ayaklandıran bir ödev düşüyor bana, şunu söylemek düşüyor: Dinleyin! Ben falancayım. Başkasıyla karıştırmayın beni her şeyden önce!

II

Örneğin, hiç de umacı değilim ben, bir töre canavarı değilim. Üstelik şimdiye dek erdemli diye saygı gören insan türüne tam karşıt bir yaradılıştayım. Söz aramızda, bana öyle geliyor ki, gururumu asıl okşayan da bu. Feylosof Dionysos’un çömeziyim ben; ermiş olmaktansa, satir olmayı yeğ tutarım. Neyse, bu yazıyı okuyun yeter. Belki de o karşıtlığı güleç, insancıl bir biçim de ortaya koymaktan başka amacı yoktur bu yazının, belki bunu dile getirebilmişimdir. İnsanlığı “düzeltmek”, herhalde benim vadedeceğim en sonuncu iş olurdu. Yeni putlar dikmiyorum ben; önce eskiler öğrensin, balçıktan ayakları olmak ne demekmiş. Utları (ki benim için “ülküler” demektir.) devirmek -zanaatım asıl bu benim. İnsanlar ülküsel bir dünya uydurdukları ölçüde gerçeğin değerini, anlamını, doğruluğunu harcadılar. “Gerçek dünya” ile “görünüşte dünya”, -açıkçası: Uydurma dünya ile gerçek...Ülkü denen yalan şimdiye dek gerçeğe bir ilenmeydi; bu yolla insanlık en derin içgüdülerine dek aldatıldı, yalana boğuldu; yükselişinin, geleceğinin, gelecek üstüne yüce hakkının güvenceleri saydığı ters değerlere taptı giderek.

III

Yazılarımın havasını soluyabilen, bunun bir yüksek yer havası, sert bir hava olduğunu bilir. O hava için yaratılmış olmalı insan, yoksa oldukça büyüktür üşütme tehlikesi. Bu yakındır, yalnızlık yaman, -ama her şey nasıl durgun, ışık içinde! Nasıl özgür solur insan! Ne çok şeyi aşağılarda bırakmıştır! Felsefe, bugüne dek anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek dağda, buz içinde gönüllü yaşamaktır, -varlıkta yabancı, sorunsal olanı, şimdiye dek töre’nin yargıladığı her şeyi arayıştır. Yasaklar içinde böylesine uzun bir gezginlikten edindiğim görgümle, bugüne dek yapılan töreleştirmenin, ülküleştirmenin nedenlerini, istediğinden başka türlü görmeyi öğrendim. Feylosofların gizli öyküsü, taktıkları büyük adların psikolojisi aydınlığa çıktı benim için.
Bir kafa ne denli doğruya dayanabilir, ne denli doğruyu göze alabilir? Benim için gitgide asıl değer ölçüsü bu oldu. Yanılgı (ülküye inanç) körlük değildir, yanılgı korkaklıktır... Bilgide her kazanç, ileriye atılan her adım yüreklilikten gelir, kendi kendine karşı sertlikten, dürüstlükten gelir... Ülküleri çürütmüyorum ben, onların önünde eldiven giyiyorum yalnız... Nitimur in vetitum. Felsefem bu parolayla üstün gelecek birgün; çünkü şimdiye dek, kural olarak, yalnız doğruları yasakladılar.

IV

Yazılarım içinde Zerdüşt’ün ayrı bir yeri vardır. Onunla, insanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağanı sundum. Bin yılları aşan sesiyle Zerdüşt yazılmış en yüce kitap, gerçekten yüksekler kitabı olduğu gibi -insan denen olguyu uçurumlar boyu aşağısında bırakmıştır- hem de kitapların en derini, doğrunun en derin hazinesinden doğmuş olanıdır; bir tükenmez kuyudur, içine daldırılan kova ancak altın dolu, iyilik dolu olarak çıkar. Burada konuşan ne bir yalvaçtır, ne de din kurucusu denen o güç istemi ve hastalık kırmasıdır. Onun bilgeliğini anlarken acınacak bir yanılmaya düşmemek için, herşeyden önce bu sesi, ağzından çıkan bu durgun, mutlu sesi duymak gerekir! “Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşünceler yönetir dünyayı- ”

İncirler dökülüyor ağaçlarından, olgun, tatlı incirler... Düşerken soyuluyor kızıl kabukları. Olgun inciler için bir kuzey yeliyim ben.

Bu öğretiler de incirler örneği düşüyor önünüze, dostlarım: Haydi ballarını emin, yiyin tatlı etlerini! İşte güz çevremizde, duru gök ve öğle sonu-
Bağnaz biri değil burada konuşan; vaaz verilmiyor, inanç istenmiyor burada. Sonsuz bir ışık bolluğundan, mutluluk derinliğinden düşüyor sözcükler damla damla, -bir nazlı yavaşlıktır bu konuşmaların tempo’su. Bu gibi şeyler ancak en seçkinlerin kulağına ulaşır; burada dinleyici olabilmek eşsiz bir ayrıcalıktır; her babayiğidin harcı değildir Zerdüşt’ü duyabilmek... Zerdüşt bu yönleriyle bir baştan çıkarıcı olmuyor mu? Öyleyse dinleyin, kendisi ilk kez yalnızlığına geri dönerken ne diyor... Onun yerinde başka bir “bilge”nin, bir “ermiş”in, bir “mesih”in, başka bir décadent’ın söyleyeceklerine hiç benzemeyen sözler... Yalnız konuşması değil başka türlü olan, kendisi de başka türlü...

Tek başıma gidiyorum şimdi, ey çömezlerim! Sizler de gidin artık, tek başınıza gidin! Böyle istiyorum.

Benden uzaklaşın, Zerdüşt’ten koruyun kendinizi! Daha da iyisi: Utanın ondan! Belki sizi aldatmıştır.

Kendini bilgiye adayan için yalnızca düşmanını sevmek yetmez; dostuna da kin duyabilmelidir.

Hep öğrenci kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödüyor demektir. Neden benim çelengimi yolmak istemiyorsunuz?

Sayıyorsunuz beni: Ama saygınız devriliverirse günün birinde? Bir yontunun altında kalmaktan sakının!

Zerdüşt’e inandığınızı mı söylüyorsunuz? Ama ne önemi var Zerdüşt’ün! Bana inananlarsınız, ne önemi var ama tüm inananların!

Daha kendi kendinizi aramamışken beni buldunuz. Böyledir tüm inananlar; inancın değeri azdır bu yüzden.

Şimdi size beni yitirmenizi, kendinizi bulmanızı buyuruyorum; hepiniz beni yadsıdığınız gün, ancak o gün geri döneceğim sizlere...

Friedrich Nietzsche


Bu kusursuz gün
-herşey olgunlaşmakta, yalnız üzüm değil altın rengini alan-, bir güneş ışını vurdu yaşamımın üstüne: Geriye baktım, ileriye baktım, hiç bu denli çok, bu denli iyi şeyler görmemiştim bir seferde. Boşuna gömmemişim bugün kırk dördüncü yaşımı; gömemildim, çünkü onun içinde yaşayan şey kurtuldu, ölümsüz oldu. “Tüm değerleri yenileyiş”in ilk kitabı; Zerdüşt’ün Türküleri; Putların Batışı, çekiçle felsefe yapma denemem, hepsi de bu yılın, hem de son çeyreğinin armağanları! Nasıl minnet duymazdım yaşamımın bütününe? İşte böyle kendime yaşamımı anlatıyorum.


NEDEN BÖYLE BİLGEYİM

I

Yaşamımın talihi, belki de benzersizliği, alınyazısından gelir: Bilmece biçimi söylersek, ben babamla birlikte çoktan ölmüşüm, ama anamla birlikte yaşıyorum, yaşlanıyorum. Bu çifte köken, yaşam merdiveninin bu en üst ve en alt basamaklarından geliş, hem décadent, hem de başlangıç oluş, -beni belki herkesten ayıran çekimserliğimi, yaşam sorununun bütünü önünde yan tutmazlığımı açıklarsa bunlar açıklar işte. Doğuş ve çöküş belirtilerinin kokusunu benden iyi alan çıkmamıştır, bu konuda en eşsiz öğretmen benim, -ikisini de bilirim, her ikisiyim ben.- Babam otuz altı yaşında ölünce: İnce, sevimli ve sayrıldı; geçip gitmek için doğmuş bir yaratık gibiydi, -yaşamın kendinden çok, bir hoş anısıydı sanki. Onun yaşamının bittiği yaşta benimki de bitmeye yüz tuttu. Otuz altı yaşımda dirim gücümün en alt noktasına vardım, -yaşamasına yaşıyordum, ama üç adım önümü görmeksizin.

O zaman (1879) Basel’deki öğretim görevimden ayrıldım; o yazı St. Moritz’de, kışı da -yaşamımın en güneşsiz kışını- Naumburg’da bir gölge gibi geçirdim. En alt noktam buydu işte: “Gezgin ve Gölgesi” bu arada yazıldı. Hiç şüphe yok, biliyordum o sıralar gölge nedir... Ertesi kış, Cenova’da geçirdiğim kış, aşırı bir kansızlığın ve kas erimesinin nerdeyse gerektirdiği o tatlılık, o özleşme, Tan Kızıllığı’nı doğurdu. Bu yapıtın yansıttığı dupduru aydınlık, güleçlik, düşünce taşkınlığı, bende yalnız en büyük bünye güçsüzlüğüyle değil, üstelik en aşırı acı duygusuyla da bir arada bulunabilir. Üç gün aralıksız süren bir beyin ağrısıyla kıvranırken, zorlukla salya kusarken, sağlığımın daha iyi olduğu zamanlar düşünmek için yeterince dağcı, yeterince kurnaz, yeterince duygusuz olmadığım şeyleri eşsiz bir diyalektikçi açıklığıyla görüyor, soğukkanlılıkla düşünüyorum. Diyalektiği -o en ünlü örneğinde, Sokrates örneğinde olduğu gibi- nasıl bir décadence belirtisi saydığımı okuyucularım belki bilirler. -Anlığın bütün hastalıklı halleri, ateş yapınca ardından gelen o yarı uyuşukluk bugüne dek hiç bilmediğim şeylerdir; bunların nasıl şeyler olduğunu, ne denli sık ortaya çıktığını ancak kitaplardan okuyup öğrenebildim.

Yavaş dolanır kanım. Ateşimin çıktığını gören olmamıştır. Beni uzun süre sinir hastası olarak tedavi eden bir hekim, sonunda “hayır” demişti, “bozukluk sizin sinirlerinizde değil, sinirli olan benim yalnızca.” Hiç mi hiç saptanmamış bir yerel yozlaşma olmalı bende. Bünyedeki genel bitkinliğin sonucu olarak sindirim dizgesinin aşırı zayıflığı bir yana, örgensel bir mide hastalığım yoktur. Zaman zaman tehlikeli olup körlüğe yaklaşan göz bozukluğu da kendinden olmayıp, yalnız bir sonuçtur: Yaşama gücümdeki her artışla birlikte, görme gücü de artmıştır yeniden. Uzun, pek uzun yıllar sürmüştür iyileşip toparlanmam; bu süre, ne yazık ki aynı zamanda bir tepreşme, çökme süresi, bir çeşit décadence çevrimidir.

Bütün bunlardan sonra décadence konusunda görmüş geçirmiş olduğumu söylemem bilmem gerekir mi? Bu konuyu baştanbaşa avucumun içi gibi bilirim. Genellikle bu ince kuyumculuk, bu tutma ve kavrama sanatı, ayrımları seçebilen bu parmaklar, bu “köşenin ardını görme” psikolojisi, bana özgü daha ne varsa, hepsi de o zaman öğrenilmelidir; gözlem yetisi yanında gözlem örgenlerimin, herşeyimin inceldiği o çağın asıl bağışıdır hepsi. Bir hasta gözüyle daha sağlam kavramlara, değerlere bakmak, sonra da tersine serpilen yaşamın doluluğunu ve kendine güveni içinden aşağıya, décadence içgüdüsünün gizli çalışmasına bakmak, -buydu benim en uzun alıştırmam, benim asıl deneyimim. Olduysam bunda usta olmuşumdur. Artık perspektiflerin yerini değiştirmek elimde benim, ellerim yeterli buna: İşte bu yüzdendir ki, “değerleri yenileyiş” gelirse anca benim elimden gelir.

II

Décadent oluşum bir yana, bunun tam karşıtıyım da. Kanıtlarımdan biri de şu: Kötü durumlarda içgüdümle hep doğru kurtuluş yollarını seçmişimdir; gerçek décadent ise hep kendine zararlı yolları seçer. Toptan düşünürsek sağlamdım; bir ayrıklık, bit özel durumdu décadent’lığım. O salt yalnızlığa dayanmak için, alışılmış koşullardan çözülüp kopmak için bulduğum güç, kendime baktırmamak, işimi gördürmemek, hekim elinde kalmak için kendimi zorlayışım, -hepsi bana en başta gereken şeyi o zamanlar içgüdümle kesin ve apaçık bildiğimi gösteriyor. Kendim ele aldım kendimi, yeniden iyileştirdim. Bunun koşulu ise fizyologların da doğrulayacağı gibi -insanın aslında sağlam olmasıdır: Örnek bir sayrıl yaradılış iyileşemez, hele kendi kendini hiç iyileştiremez; tersine, örnek bir sağlamda hastalık, yaşamak, daha çok yaşamak için etkili bir uyarıcı bile olabilir. Gerçekten de uzun hastalık dönemi şimdi bana böyle görünüyor: Yaşamı, onunla birlikte kendimi de, yeni baştan buldum. Tüm iyi şeyleri, küçük de olsalar, başkalarının kolay kolay tadamayacağı gibi tattım; sağlık istemimden, yaşam istemimden kurdum felsefemi...

Hele bir düşünün: Dirim gücümün en düşük olduğu yıllardır kötümserlikten kurtuluşum. Kendimi yeniden toparlama içgüdüsü o yoksulluk, yılgınlık felsefesini yasaklamıştı bana... Ayrıca yetkinlik dediğimiz aslında nereden anlaşılır? Yetkin insan duyularımıza hoş gelir; her sert, hem körpe, hem de güzel kokulu bir odundan yontulmuştur. Kendine yarayan şeyden tat alır yalnız; yarama sınırı aşıldığı an tat alması da, hoşlanması da biter. Zararlı bir şeyin ilacı nedir kestirir; kötü rastlantıları kendi çıkarına kullanmasını bilir; onu öldürmeyen şey daha da güçlü kılar. Gördüğü, işittiği, yaşadığı herşeyden kendi payını çıkarır içgüdüsüyle: Ayıklayıcı bir ilkedir, pek çok şeyi
geri çevirir. İster kitaplarla, ister insanlarla ya da yörelerle olsun, hep kendi çevresindedir: Seçtiğini, sizin verdiğini, güvendiğini onurlandırır. Her türlü uyarıma karşı yavaşlıkla, uzun bir kollamanın, istenmiş bir gururun içinde yer ettirdiği o yavaşlıkla tepki gösterir. Yaklaşan uyarımı önce gözden geçirir; onu karşılamayı düşünmez bile. Hem kendi kendisiyle hem başkalarıyla başeder; unutmasını bilir. Öylesine güçlüdür ki, herşey onun iyiliğine çalışır. -Sözün kısası, bir décadent’ın karşıtıyım ben: Çünkü deminden beri kendimi betimliyorum.

III

Bu çifte deneyimler dizisi, görünüşte karşıt olan dünyalara kapımın böylesine açık oluşu, bende her bakımdan kendini gösterir, -kendimin ikiziyim ben. Birinci yüzümden başka, bir de “ikinci” yüzüm var, belki de bir üçüncüsü var daha... Yalnız yerel, yalnız ulusal perspektiflerin ötesine bakma yetisi daha başta soyumdan geçmiş bana; “iyi bir Avrupalı” olmam için hiçbir çaba istemez. Öte yandan, belki de şimdiki Almanların, salt devlet yurttaşı Almanların olabileceğinden çok daha Almanım, siyasa dışı sonuncu Almanım ben. Oysa atalarım Polonya soylularındandı: Bir sürü ırk içgüdüsü, bu arada belki de o liberum veto bile oradan geçmedir kanıma. Yolda giderken kaç kez, hem de Polonyalıların, benimle Polonyalı diye konuştuklarını, ne denli az Alman sayıldığımı düşününce, hepten kırma Almanlardan olduğum sanılabilirdi.
Ama annem Franziska Oehler ve babaannem Erdmuthe Krause şüphesiz tam birer Almandılar.

Bu sonuncusu gençliğini eski iyi Weimar’da geçirmiş, Goethe çevresiyle ilişkiler kurmuştu. Königsberg’de tanrıbilim profesörü olan kardeşi Krause, Herder’in ölümünde kiliseler genel yöneticisi olarak Weimar’a çağrıldı. Anasının, yani büyük ninemin, “Muthgen” adı altında genç Goethe’nin günlüğünde geçmesi olmayacak iş değildir. İkinci kez Eilenburg’da kilise yöneticisi Nietzsche ile evlendi. O büyük savaş yılı 1813’de, Napoléon’un karargâhıyla birlikte Eilenburg’a girdiği 10 Ekim günü doğum yaptı. Saksonyalı olarak Napoléon’un büyük hayranlarındandı; belki ona çekmişimdir ben de. Röcken bölgesinin papazlığına geçmeden önce, birkaç yıl Altenburg şatosunda kalmış, orada dört prensesi yetiştirmişti.

Öğrencilerin Hannover Kraliçesi, Prenses Konstantin, Oldenburg Düşesi ve Prenses Therese von Sachsen-Altenburg’du. Kendisini papazlık görevine getiren Prusya Kralı Dördüncü Friedrich Wilhelm’e derin bir saygıyla bağlıydı; 1848 olayları son derece üzmüştü onu. Ben adı geçen kralın doğum gününde, 15 ekimde doğdum; adımı yakışık alacağı üzere, Hohenzollern adları olan Friedrich Wilhelm koydular. Doğmak için bu günü seçişimin en azından şu yararı oldu: Çocukluğum boyunca doğum günüm hep bayram günüydü. -Böyle bir babam olmasını büyük bir ayrıcalık sayıyorum; üstelik bana öyle geliyor ki, yaşamın, yaşama o büyük “evet” deyişin dışında, ayrıcalık olarak başka neyim varsa, hepsi de bununla açıklanabilir. En başta, yüksek, ince şeylerle dolu bir dünyaya istemeksizin girmek için biraz beklemem yeter, ayrıca niyet etmem gerekmez: Orada evimdeyim ben; en derin tutkularımın ancak orada açığa çıkar. Bu ayrıcalığın bedelini nerdeyse yaşamımla ödemiş olmama gelince, bu da hiç şüphe yok haksız bir alışveriş değildir. -Zerdüşt’ümden az da olsa, birşey anlamak için, belki de benim gibi yaratılmış olmalı insan, -yaşamın ötesinde olmalı bir ayağıyla...

IV

Kendime düşman kazanmayı, çok önemli saydığım durumlarda bile, bir türlü beceremedim; bunu da bir tanecik babama borçluyum. Hıristiyanlığa ne denli aykırı görünürse görünsün, kendimi de kendime düşman etmiş değilim üstelik. Yaşamımı baştanbaşa karıştırın, pek seyrek görürsünüz bana karşı birinin körü niyet beslediğini, olsa olsa bunun birkaç izini görürsünüz, -buna karşılık, belki de biraz çokça iyi niyet izleri kalmıştır... Herkesin kötü deneyim geçirmiş olduğu kimselerle deneyimlerim bile, bu kimselerden yanadır; ben her ayıyı evcilleştiririm, doğru yola getiririm soytarıları. Basel lisesinin son sınıfında Yunanca öğrettiğim yedi yıl boyunca bir kez bile ceza verecek bir durumla karşılaşmadım. En tembeller çalışkan olmuştu bende. Rastlantıyla her zaman başa çıkabilirim; hazırlıksız olmalıyım, kendi kendim olmam için. “İnsan” denen çalgı nasıl bir çalgı olursa olsun, nasıl uyumlanırsa uyumlansın, ondan dinlenebilir birşeyler çıkaramazsam, hastayım demektir. Kendilerini hiç böyle işitmediklerini kaç kez duymuşumdur o “çalgı”lardan. Belki de en güzel örnek, erken ölümünü bağışlayamadığım Heinrich von Stein’dır. Bir seferinde, özenle iznimi aldıktan sonra, üç günlüğüne kalkıp Sils-Maria’ya gelmiş, Engadin’i görmek için gelmediği de herkese açıklamıştı.

Prusyalı genç bir soylunun bütün taşkın toyluğuyla Wagner batağına -üstelik Dühring’inkine de- batmış olan bu değerli insan, üç günde bir özgürlük fırtınasıyla değişivermiş, birden kanatları çıkan ve kendi yükseklerine varan biri olmuştu. Ona hep yukarılardaki iyi havanın herkese böyle geldiğini, Bayreuth’dan 6000 ayak yüksekte yaşamanın boşuna olmadığını söylüyordum, -ama bana inanmak istemiyordu... Gene de küçük, büyük bir sürü kötülük yapılmışsa bana, bunun nedeni “istem” değildir, kötü niyet hiç değildir; yukarda da değindiğim gibi, asıl iyi niyetten yakınmalıyım: Az altüst etmedi yaşamımı. Görüp geçirdiklerim, genel olarak o “bencil” olmayan dürtüler denen şeylere, o sözle ve işle yardıma hazır “iyilikseverliğe” karşı güvensizlik duymak hakkını veriyor bana. Bunlar gerçekte güçsüzlüktü, uyarımlara karşı direnç yeteneksizliğinin özel durumlarıdır benim için; yalnız décadent’lar için bir erdemdir acıma.

Acıyanları kınamsıyorum, çünkü utanmayı, saygıyı, insanları ayıran aralıkları sezme duygusunu kolayca yitirirler; çünkü acıma bir anda o ayaktakımı kokusunu belli eder, görgüsüz davranışlara öyle benzer ki ayırdedilemez, -çünkü acıyan eller kimi zaman nerdeyse yok edercesine bir büyük alınyazısının, yaralarla dolu bir yalnızlığın, bir ağır suç işleme ayrıcalığının içine karışabilirler. Acımanın aşılmasını soylu erdemlerden sayıyorum: “Zerdüşt’ün sınanması”nı göstermek istediğim parçada, bir büyük imdat çığlığı gelir ona dek, üstüne çullanır sonuncu bir günah gibi, onu kendi kendinden caydırmak ister. Burada üstün gelmek, burada ödevinin yüksekliğini, sözde bencil olmayan eylemlerin içindeki aşağılık ve kısa görüşlü dürtülerle kirletmemek, işte bir Zerdüşt’ün vereceği sınav, son sınav budur belki de, -onun asıl güçlülük kanıtı budur.

V

Bir başka bakımdan da babamın ta kendisiyim, pek erken ölümünden sonra onun sürüp giden yaşamasıyım sanki. Hiçbir zaman kendi dengi arasında yaşamayan ve örneğin “misilleme” kavramına da, “eşit haklar” kavramını da yetersiz bulan herkes gibi, bana karşı küçük ya da çok büyük bir ahmaklık yapıldığın da, her türlü savunmayı, “özür göstermeyi” yasak ederim kendime. Benim misillemem, elimden geldiğince çabuk, ahmaklığın ardından bir akıllılık yollamaktır, belki de böylelikle onu daha yoldayken yakalayabiliriz. Bir benzetiyle söylersek, tatsız bir öyküden kurtulmak için, bir kavanoz reçel gönderirim ben... Hele bana bir kötülük yapsınlar, “karşılığını” veririm, hiç şüpheniz olmasın: Çok geçmeden bir fırsatını bulup, kötülüğü yapana (bazen hem de yaptığı kötülük için) minnetimi gösteririm ya da bir şey isterim ondan; vermekten daha da nazikçe olabilir bu... Hem bana öyle geliyor ki en kaba söz, en kaba mektup bile susmaktan daha iyi bir iyi yüreklice, daha bir dürüstçedir. Susanlar, hemen her zaman, içten gelen incelikten, nezaketten yoksundurlar; bir itirazdır susku; yutmak zorunlu olarak kötü kılar kişiyi, -mideyi bile bozar, susanların hepsi de sindirim bozukluğu çekerler. -Görüyorsunuz, kabalığın değerini düşürtmek istemiyorum, en insanca karşı koyma yoludur o, çıtkırıldım çağımızda en başta gelen erdemlerimizden biridir. İnsan bu iş için yeterince zenginse, haksız olmak bir mutluluktur da. Bir tanrı yeryüzüne inseydi, her ne yapsa haksızlık olurdu, cezayı değil, suçu kabullenmek tanrısal olurdu o zaman.

VI

Hınç nedir bilmeyişim, hınç konusunda aydınlanışım, -kim bilir bunda da uzun hastalığıma nasıl minnet borçluyum! Bu sorun öyle kolay değildir: İnsan onu hem güç içindeyken, hem de zayıflık içindeyken yaşamış olmalı. Hastalığa karşı genel olarak söylenecek bir şey varsa, o da hasta insanda asıl kurtulma içgüdüsünün, korunma ve savunma içgüdüsünün bozulmasıdır. İnsan hiçbir şeyden sıyıramaz kendini, hiçbir şeyle baş edemez, hiçbir şeyi geri çeviremez, -herşey yaralar. İnsanlar, nesneler sırnaşıkça sokulur, yaşantılar pek derinden koyar adama; anı, irin toplayan bir yaradır. Hastanın elinde bir tek büyük ilaç vardır bunlara karşı: Rus yazgıcılığı dediğim şey, o başkaldırma bilmez yazgıcılık; bununla Rus askeri sefere artık dayanamaz olunca, karın içine uzanıverir. Bundan böyle hiçbir şeyi kabul etmemek, üstüne almamak, içine almamak, hiçbir tepki göstermemek...

Ölme yürekliliği değildir bu her zaman; yaşam için en tehlikeli koşullar altında yaşamı koruyan bu yazgıcılıktaki büyük sağduyu, metabolizmanın azalmasında, yavaşlamasındandır; bir çeşit kış uykusu istemindendir. Bu mantıkla birkaç adım daha gittik mi, bir gömütün içinde haftalarca Hind fakirine varırız... Tepki gösterdiğimiz an kendimizi çabucak tüketeceğimiz için, hiç tepki göstermemek: Budur işin mantığı. Hiçbir şey de insanı hınç duyguları gibi çabucak eritip bitirmez. Kızgınlık, hastalıklı alınganlık, öçalmaya güçsüzlük, öç isteği, susuzluğu, her türlü ağu karma, -bunlar bitkin insan için şüphesiz en zararlı tepki çeşitleridir: Sinir gücünün çabucak tükenişi, zararlı salgıların, örneğin midede safranın, hastalıklı bir artışıdır bunların sonucu. Hasta için hınç gerçekten yasak olan, kötü olan şeydir; ne yazık ki en doğal eğilimdir hem de.

O derin fizyolog Buda kavramıştı bunu. Hıristiyanlık gibi acınacak şeylerle karıştırmamak gereken bu “din”in etkisi, hıncın yenilmesiyle elele olmuştur: Kendini hınçtan kurtarmak, -iyileşme yolunda ilk adım. “Düşmanlık düşmanlıkla sona ermez; düşmanlık dostlukla sona erer”: Buda öğretisinin başlangıcında bu vardır; böyle konuşan töre değildir, fizyolojidir. Zayıflıktan doğan hıncın zararı zayıfın kendine dokunur en çok, -tersine başlangıçta yaradılış zenginse, o zaman da gereksiz bir duygudur; onu alt edebilmek zenginliğin kanıtıdır nerdeyse. Felsefemin öç ve hınç duygularıyla, “özgür istem” öğretisine varıncaya dek tutuştuğu kavgada nasıl hiç şakası olmadığını bilenler, -Hıristiyanlıkla kavgam bunun özel durumudur yalnızca- neden tam burada kişisel tutumumu, içgüdümün uygulamada şaşmazlığını ortaya koyduğumu anlayacaklardır.

Décadence çağımda onları kendime zararlı diye yasaklamıştım; yaşamım yeniden yeterince zengin ve gururlu olur olmaz, bu sefer de aşağımda kaldıkları için yasakladım. Sözünü ettiğim o “Rus yazgıcılığı” rastlantıyla bir kez içine düştüğüm dayanılmaz durumlara, yerlere, evlere, topluluklara yıllar boyu katlanabilmemde kendini gösterdi; onları değiştirmekten, değişebilir duymaktan, onlara başkaldırmaktan daha iyiydi böylesi... Beni bu yazgıcılık içinden sarsıp zorla uyandıranı, o sıralar can düşmanım sayıyordum; gerçekten de ölüm tehlikesi vardı bunda her sefer. Kendini bir yazgı saymak, kendini “başka türlü” istememek, -işte böyle durumlarda sağduyu’un ta kendisi.

VII

Savaşa gelince, o başka şeydir. Yaradılışımdan savaşçıyım ben. İçgüdüdür bende saldırmak. Düşman olabilmek, düşman olmak, -bunun için güçlü bir yaradılış gereklidir belki de; en azından, her güçlü yaradılışta zorunlu olarak bulunur bu. Direnme gerektir karşısında; dolayısıyla direnç arar: Öç ve hınç duyguları zayıflıktan nasıl ayrılmazsa, saldırganlık tutkusu da öyle ayrılamaz güçten. Örneğin kadın öç güdücüdür; başkasının acısına karşı duyarlığı gibi, bu da zayıflığından gelir. -Saldıranın gücü için, kendine gerekli gördüğü düşman bir çeşit ölçüdür; her artış kendini yaman bir düşman, yaman bir sorun aramakla belli eder: Savaşçı bir feylosof, sorunları da ikili kavgaya çağırır çünkü. Burada insana düşen genellikle dirençleri yenmek değil, bütün gücünü, esnekliğini, silah kullanmaktaki bütün ustalığını ortaya koyacağı dirençleri, denk düşmanları yenmektir...

Düşman önünde eşitlik, -erkekçe bir ikili kavganın ön koşulu. İnsan küçümsediği yerde savaşamaz da; buyurduğu, birşeyi aşağısında gördüğü yerde savaşmamalı hiç. -Savaşçılık mesleğim dört ilkede toplanabilir. Birincisi: Yalnız üstün gelmiş şeylere saldırırım, gerekirse üstün gelmelerini beklerim. İkincisi: Hiçbir bağlaşık bulmayacağım, tek başıma kalacağım ve yalnız kendi adımı tehlikeye atacağım şeylere saldırırım... Tehlikeye atmayan bir tek çıkış yapmadım kamu önünde; benim mihenk taşım budur doğru davranış için. Üçüncüsü: Kişilere saldırmam hiç; onları genel, ama usul usul yayılan ve yakalanması güç bir tehlike durumunu görünür kılmak için bir büyüteç gibi kullanırım.

Böyle saldırdım David Strauss’a daha doğrusu, tiritleşmiş bir kitabın Alman “ekin”indeki başarısına, -bu arada suçüstü yakaladım o ekini. Böyle saldırdım Wagner’e, daha doğrusu, incelmişlere verimlileri, gecikmişlerle büyükleri karıştıran “ekin”imizin yalanlığına, içgüdü melezliğine. Dördüncüsü: Altında hiçbir kişisel anlaşmazlık yatmayan, geçmişinde kötü deneyimler bulunmayan şeylere saldırırım yalnızca. Tersine, saldırmak benim için iyilikseverliğimin, bazen de minnetimin kanıtıdır. Adımı birşeye, bir kişiye bağlamakla onu saydığımı, seçip üstün tuttuğumu göstermiş olurum: Yanında ya da karşısında, -bu bakımdan benim işimdir; çünkü o yönden hiçbir yıkımla, hiçbir engelle karşılaşmadım. En koyu Hıristiyanlar benden hiç esirgememişlerdir sevgilerini. Hıristiyanlığın amansız düşmanı olan ben, binlerce yıllık alınyazısı yüzünden tek tek kişilere hınç beslemekten uzağım.

VIII

İnsanlarla alışverişimde bana zorluk çıkarmayan son bir huyuma kısaca değinebilir miyim? Arıklık içgüdüsünün hepten korkunç bir duyarlığı vergidir bana, öyle ki her ruhun dolaylarını, dolayları ne kelime, ta içini, ciğerini görür gibi sezerim, koklarım... Bu duyarlık benim için psikolojik bir duyargadır; bununla her gize dokunur, yakalarım onu. Kimi yaradılışın derinlerinde yatan, belki de kötü kanın gerektirdiği, ama üstü eğitimle sıvanmış bir sürü pisliği hemen ilk dokunuşta fark ediveririm.

Doğru gözlemişsem, arıklığıma zararlı bu gibi yaradılışlar da, kendi paylarına, benim iğrenip sakınışımı sezerler; böylelikle daha güzel kokulu olmazlar ya... Bir kez böyle alışmışım, -kendime karşı aşırı bir açıklık temel koşuludur varoluşumun, arık olmayan çevrede yaşayamam-, sanki suda, dupduru, pırıl pırıl bir sıvıda yüzerim, yıkanırım, oynarım aralıksız. Bu yüzden insanlarla alışverişim hiç de kolay bir sabır sınavı değildir; benim insan sevgim, başkasının duygusunu paylaşmakta değil, paylaştığım duyguya katlanabilmektir. Benim insan sevgim sürekli bir kendimi yeniştir. Ama ben yalnızlık olmadan edemem; yalnızlık, yani iyileşme, kendine dönüş, özgür, hafif, esinen bir havayı solumak...

Zerdüşt’üm baştanbaşa yalnızlığa ya da beni anladıysanız, arıklığa bir dithyrambos’tur... Arık deliliğe değil neyse ki... Gözü renk görebilen, “elmastan” der onun için. İnsandan, ayaktakımından iğrenme benim en büyük tehlikem oldu hep. Zerdüşt’ün bu iğrenmeden kurtuluşa anlatan sözlerini duymak ister misiniz?

Bana ne oldu böyle? İğrenmeden nasıl kurtuldum? Kim gözümü gençleştiren? Nasıl uçtum, ayaktakımının artık çeşmeler başında oturmadığı yükseklere?

İğrenmem kendisi mi kanatlar yarattı, pınarlar sezen güçler yarattı bana? Gerçekten o tadınç pınarını yeniden bulmak için en yükseklere uçmam gerekti!-

Buldum onu, kardeşlerim! Burada, en yükseklerde kaynıyor o tadınç pınarı benim için! Ve ayaktakımının birlikte içmediği bir yaşam var burada!
Nerdeyse pek zorlu akıyorsun bana, tadınç pınarı! Çoğu zaman tasımı doldurmak isterken, yine boşaltıyorsun.

Sana alçakgönüllü yaklaşmayı öğrenmeliyim daha: Pek zorlu akıyor sana doğru yüreğim, -yüreğim, üzerinde bir yaz yanan, kısa, kızgın, karasevdalı, mutluluk taşan bir yaz. Nasıl da susamış “yaz yüreğim” senin serinliğine!
Geçti artık baharımın ağırdan üzüntüsü! Geçti artık haziranda lapa lapa karları hayınlığımın! Yaz oldum hepten, yaz öğlesi oldum,-

En yükseklerde bir yaz, o soğuk pınarlarla, o mutlu sessizlikle: Gelin dostlar, sessizlik daha da mutlu olsun!

Bizim yüksekliğimiz, bizim yurdumuz çünkü bu: Pek yüksek, pek sarp yerde oturuyoruz arık olmayanlar için, susuzlukları için.

Dostlarım bir bakın tadıncımın pınarına arık gözlerinizle! Hiç bulanır mı bu yüzden? Arıklığıyla karşılık versin gülüşünüze.

Gelecek ağacına kuruyoruz yuvamızı; gagalarıyla azık getirmeli kartallar biz yalnızlara!

Gerçekten, arık olmayanları ağırlamak için değil burası! Bizim mutluluğumuz biz buz mağarası gibi delirdi onların bedenlerine, tinlerine!

Biz onların üzerinde sert yeller gibi yaşamak istiyoruz, kartallara komşu, karlara komşu, güneşe komşu: Böyle yaşar sert yeller.

Ve birgün yeller gibi aralarında esmek, soluğumla soluklarını kesmek istiyorum: Geleceğim böyle istiyor.

Gerçekten, sert bir yeldir Zerdüşt alçaltılar için; şu öğüdü verir düşmanlarına, tüküren, balgam atan kim varsa hepsine: Yele karşı tükürmekten sakının!...


NEDEN BÖYLE AKILLIYIM

I

Neden biraz daha çok biliyorum? Genellikle, neden böyle akıllıyım? Sözde sorunlar üstüne hiç düşünmedim, -harcamadım kendimi. Örneğin, asıl dinsel güçlükler başımdan geçmiş değil. Neden “günahkâr” olmam gerektiğini anlayamadım bir türlü. Bunun gibi, pişmanlık acısını tanımak için güvenilir bir ölçü yok elimde: Kulağıma çalınanlara bakılırsa, pişmanlık acısı hiç de üzerinde durulmaya değer bir şey olmasa gerek...

Bir eylemi, iş işten geçince bir de kendi başına bırakmak istemezdim; işin kötü bitişini, sonuçlarını kural olarak değer sorunu dışında bırakmayı yeğ tutardım. Bir iş kötü bitti mi, insan yaptığını doğru değerlendiremez olur kolayca. Bana kalırsa, pişmanlık acısı bir çeşit “kemgöz”dür. Başarıya varamayan birşeyi, başarıya varmadığı için bir kat daha saygın tutmak, -bu daha bir uygundur benim töreme.- “Tanrı”, “ruhun ölmezliği”, “kurtuluş”, “öte dünya”, daha çocukken bile ne dikkatimi, ne de vaktimi verdiğim kavramlar hepsi, -belki de bunlar için yeterince çocuksu olmadım hiç? Benim için bir sonuç değildir tanrısızlık, hele olay hiç değildir; içgüdümden gelir düpedüz.

Biraz çokça meraklıyım ben, sorunlarla doluyum, kendimi beğenmişim: üstünkörü bir yanıt, bir kalabalıktır, -aslına bakarsanız, üstünkörü bir yasaktan başka bir şey değildir bizlere: Düşünmeyeceksiniz!... “İnsanlığın selâmeti” için o tanrıbilimci antikalıklarının hepsinden çok daha önemli bir sorun var ki, beni daha başka türlü ilgilendirir: Beslenme sorunu. Günlük uygulamada şu kılığa girer sorun: “Sen sen olarak asıl beslenmelisin ki, gücünün, erdeminin- Uyanış çağında (Renaissance) anlaşıldığı gibi, düzmece sofuluk katışmamış erdeminin doruğuna varabilesin?” Benim bu konuda başımdan geçenler olabildiğince kötüdür; bu soruyu nasıl olup da böyle geç duyduğuma, görüp geçirdiklerimden nasıl böyle geç “uslandığıma” şaşıyorum. Neden tam da bu bakımdan bir ermişe yakışırcasına geri kaldığımı, açıklarsa Alman ekinimizin hepten işe yaramazlığı- “ülkücülüğü- açıklar biraz olsun.

Bu ekin hepten şüpheli amaçlar, o sözde “ülküler” -örneğin klasik etkin- ardından koşmak için, daha işin başında gerçekleri gözden kaçırmayı öğretir, -sanki “klasik” ve “Alman” kavramlarının uzlaşmazlığı daha baştan besbelli değilmiş gibi! Dahası var, insanı güldürür de bu -hele bir “klasik eğitimden geçmiş” Leipzigli getirin gözünüzün önüne! -Gerçekten, ta olgun çağıma dek kötü yemek yedim hep, törel deyimiyle “kişiliksiz”, “kendimi düşünmeden”, “özgeci” olarak, aşçıların ve öbür dindaşların yararına yemek yedim. Schopenhauer’i yeni yeni incelemeye başlamışken (1865), bir yandan da Leipzig yemeklerini yemekle “yaşama istemi” mi iyiden iyiye yadsıyorum. Yetersiz beslenip üstelik bir de mideyi bozmak...

Leipzig aşçıları bu sorunu şaşılacak bir başarıyla çözmüşlerdir sanırım. (Duyduğuma göre, 1866 yılı birtakım değişmeler getirmiş bu alanda). Ya genel olarak Alman mutfağı, -onun kabahatleri sayılmakla biter mi hiç! Yemeklerden önce çorba -16. yüzyıl Venedik yemek kitaplarında bile alla tedesca dedikleri-, fazla pişmiş etler, yağlı, unlu sebzeler; mideyi bastırmak için o ağır hamur işleri! Bunlara bir de yaşlı Almanların -yalnız yaşlıların değil ya- o gerçekten hayvanca yemek üstüne içme alışkanlıklarını da katarsanız, Alman düşüncesinin nereden çıktığını anlarsınız: Bozuk bağırsaklardan... Almanlarınkiyle -Fransızlarınkiyle de- karşılaştırılınca bir çeşit “doğaya dönüş”, yani yamyamlığa dönüş olan İngiliz beslenme düzeni de iyice aykırıdır benim içgüdülerime; sanırım, hantallaştırır düşüncenin ayaklarını, -İngiliz kadınlarının ayakları gibi...

En iyi mutfak Piemonte’ninkidir. -Alkollü içkiler dokunur bana; günde bir bardak şarap ya da bira yaşamı bana cehennem etmeye yeter, -benim karşıtlarımsa Münih’de yaşıyor. Bunu biraz geç kavradım, kabul; ama denemesini küçük yaştan beri yapmışımdır. Daha çocukken, şarap içmenin de tütün gibi önceleri gençlerin bir gösteriş merakı, sonraları da kötü bir alışkanlık olduğuna inanırdım. Belki de bu sertçe yargıda Naumburg şarabının da suçu vardır. Şarabın keyif verdiğine inanmak için Hıristiyan olmalıydım, yani benim için tam saçmalık olan şeye inanmalıydım. İşin şaşılacak yanı, az içkinin, bir de sert değilse, alabildiğine keyfimi kaçırmasına karşılık, çok içmeye karşı bir deniz kurdu gibi dayanıklı oluşumdur.

Daha çocukken göstermişimdir bu konuda yürekliliğimi. Saygıdeğer Schulpforta’da öğrenciyken kalemimde örneğim Sallustius’un tokluğuna, yoğunluğuna erişme tutkusuyla, uzun Latince ödevimi geceleyerek bir oturuşta yazmak ve temize çekmek, sonra da Latincemi ağır çaplı birkaç grog’la sulamak, bütün bunlar saygıdeğer Schulpforta’ya hiç yaraşmasa bile, hem benim bünyeme, hem de Sallustius’unkine vızgelirdi. Sonraları, orta yaşlılığıma doğru, her türlü ispirtolu içkiye karşı gitgide daha kesin cephe aldım. Ben et yememeyi de kendimde denemiş, sonra beni doğru yola getiren Wagner gibi düşman kesilmiştim ona; ama düşünceye dönük tüm yaradılışlara, alkollü içkilerden hepten uzak durmalarını ne denli salık versem gene azdır. Su ne güne duruyor. Su almak için bol bol çeşmesi bulunan yerleri yeğ tutarım (Nice, Torino, Sils); bir bardak içki beni canımdan bezdirir. In vino veritas derler: Sanırım ki burada da “doğru” kavramı üstüne herkesle çatışıyorum, -bende Tin suların üzerinde dolanır...

Kurallarımdan birkaçını daha çıtlatayım: Bol bir yemek az yemekten daha kolay sindirilir. İyi bir sindirimin ilk koşulu, midenin bütünüyle çalışmasıdır. Midesinin büyüklüğünü bilmeli insan. Gene bu yüzden, tabldotlarda yenen ve benim aralıklı kurban törenleri dediğim o bitmek tükenmek bilmez yemeklerden sakınmalıdır. -Aralarda hiçbir şey yememeli, kahve içmemeli: kahve kasvet verir. Çay yalnız sabahları yarar; az, ama koyu olmalı: Gerekenden bir damlacık açık olsa, çok dokunur, bütün gün kırıklık yapar. Herkesin kendine göre bir kararı vardır bunda; sınırları dar, belirlenmesi güçtür. Sinir yıpratıcı bir iklimde çayla başlanması salık verilmez; bir saat öncesinden geldiğince az oturmalı; açık havada, yürürken doğmayan, kasların da birlikte şenlik yapmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. -Bir kez daha söylemiştim, Kutsal Tine karşı işlenen asıl günah kaba etlerdir.-

II

Yer ve iklim sorunu yakından bağlıdır beslenme sorununa.
Her yerde yaşamak kimsenin harcı değildir. Bir kimseye bütün gücünü gerektiren büyük ödevler düşüyorsa, burada seçim alanı üstelik çok dardır. İklimin metabolizma üzerine, onun ağırlaşmasına, hızlanmasına etkisi öyle büyüktür ki, yer ve iklim konusunda atılacak yanlış yanlış bir adım bir kimseyi yalnızca ödevinden uzaklaştırmakla kalmaz, onu daha baştan alıkoyabilir de: Yüzünü bile görmez ödevin. Hayvansal dirim gücü ondan hiç yetesiye büyük olmamıştır ki, insana “bunu yalnız ben yapabilirim” dedirten bir özgürlük, benliğini ağzına dek doldursun... Bir bağırsak tembelliği, küçücük de olsa, bir kez kötü alışkanlık durumuna geldi mi, bir dehayı orta değerde biri, “Almanımsı” bir şey yapmaya yeter; tek başına Almanya iklimi bile, yiğitçe dayanacak sağlamlıkta bağırsakları yıldırmaya yeterlidir.

Metabolizmanın hızı, düşünce ayaklarının çevikliğiyle doğru orantılıdır; bir tür metabolizmadır “düşünce”nin kendisi de. Şimdiye dek kafalı insanların yaşadığı, nüktenin, incelmenin, hayınlığın mutluluktan ayrılmaz sayıldığı, dehanın nerdeyse zorunlu olarak yurt edindiği yerleri bir yan yana koyun: Hepsinin eşsiz kuru bir havası vardır. Paris, Provence, Floransa, Kudüs, Atina, -bu adlar da kanıtlıyor ki, deha kuru havaya, duru göğe, yani metabolizma çabukluğuna, hiç durmadan ve çok büyük ölçüde erke bütünlemesi yapma olanağına bağlıdır. Önümde örneği var; özgür yaratılmış, değerli, kafalı biri, tek iklim konusunda içgüdü inceliği olmaması yüzünden dar kafalı bir uzman, köşesine sinmiş, hırçın biri olup çıktı.

Hastalığım beni sağduyulu olmaya, gerçekteki sağduyu üstünde düşünmeye zorlamasaydı, benim sonum da bundan başka türlü olmazdı. Şimdi iklim ve hava etkilerini, uzun bir alıştırma sonucu, kendimde pek duyar, güvenilir bir aygıtta okur gibi okuyor, örneğin Torino’dan Milano’ya kısa bir yolculuk sırasında havanın nemlilik derecesinde değişikliği bedenimde ölçüyorum da, son on yılı dışında yaşamımın, tehlikeli yıllarımın hep benim için yanlış, kesin olarak yasaklanmış yerlerde geçtiğini düşününce tüylerim ürperiyor. Naumburg, Schulpforta, genellikle Thüringen, Leipzig, Basel, Venedik, -hepsi de bünyem için birer yıkım olan yerler.

Daha genel olarak, bütün çocukluğumdan, gençliğimden bir tek iyi anım yoksa, bunu “törel” dedikleri nedenlerle, örneğin kendime göre bir çevrenin yokluğuyla -ki doğru olduğu su götürmez- açıklamak ahmaklık olurdu: Çünkü aynı yokluğu bugün de çekiyorum; keyfimi kaçırıp beni yıldırmıyor bu. Fizyoloji konusundaki bilisizliğim, o kahrolası “ülkücülük”, işte asıl bahtsızlığı, gereksiz, aptalca yanı, bana hiçbir yararı dokunmayan, artık giderilmesi, ödeşilmesi olmayan yanı budur yaşamımın. Attığım tüm yanlış adımları, içgüdümün büyük yanılgıları, beni yaşamımın ödevinden saptıran “alçakgönüllülüklerimi”, örneğin filolog oluşumu hep bu “ülkücülüğün” sonuçları olarak açıklıyorum, -neden hiç değilse hekim, ya da gözlerimi açacak başka bir şey olmadım?

Basel’de okuduğum sıralar, bütün düşünce düzenim, bu arada günlük zaman bölümüm, olağanüstü güçlerin hepten anlamsızca kötüye kullanılmasıydı ve bu tüketimi karşılayacak güç kaynağım da yoktu; tüketim ve bütünleme üstüne düşünmüyordum bile. Her türlü ince bencillik, buyuran bir içgüdünün gözeticiliği eksikti; kendimi herkesle bir tutmaktı -bu yüzden hiç bağışlamayacağım kendimi. Nerdeyse iş işten geçmek üzereyken, nerdeyse iş işten geçmek üzere olduğu için, yaşamımın bu temel çılgınlığı -“ülkücülük” beni düşündürmeye başladı. Anca hastalık getirdi aklıma başıma.

III

Beslenme konusunda seçmek, yer ve iklim seçmek, -her ne olursa olsun yanılmamak gereken üçüncüsü de dinlenme yolunu seçmektir. Burada da, bir kafa kendine özgü olduğu ölçüde, yapabileceklerinin, yani kendine yararlı olanın sınırı o denli dardır. Her türlü okuma benim için dinlenmeden sayılır; dolayısıyla beni kendimden çekip alan, başka bilimlerde, başka ruhlarda gezmeye çıkaran, artık önemsemediğim şeylerden sayılır. Önemsediğim şeylerin yorgunluğunu alır zaten okumak. Sıkı çalışma dönemlerinde tek kitap göremezsiniz çevremde: bir kimseyi yakınımda konuşturmaktan, giderek düşündürmekten bile sakınırım. Bu da okumak olurdu...

Bilmem dikkat ettiniz mi, gebeliğin düşünceyi ve bütün örgenliği içine attığı o derin gerilim durumunda, rastlantılar, dıştan gelen her uyarım pek yaman etki yapar, pek derinden koyar. Rastlantılardan, dış uyarımlardan elden geldiğince kaçınmalıdır insan; düşünce gebeliğinde içgüdünün yapacağı ilk akıllıca iş, çevresine bir çeşit duvar örmektir. Yabancı bir düşüncenin gizlice duvardan atlamasına göz yumar mıyım hiç? Bu da okumak olurdu... Çalışma ve doğurganlık çağı ardından dinlenme çağı mı geldi: Gelsin şimdi hoşa giden, ince buluşlarla dolu, öğretici kitaplar! Almanca kitaplar mı olacak dersiniz?

Kendimi elimde bir kitapla yakalayabilmem için, altı ay geriye dönmeliyim. Neydi acaba? Victor Brochard’ın, benim Laertiana’mdan da iyi yararlandığı pek güzel bir incelemesi, Les Sceptiques Grecs. Şüpheciler, her dediği üç beş anlama gelen feylosoflar ulusu içinde tek saygıdeğer örnek!. Başka zamanlarsa, hemen hemen aynı kitaplara geri dönerim hep, az sayıda, benim için sınanmış kitaplara geri dönerim hep, az sayıda, benim için sınanmış kitaplara. Belki de bana göre değildir çok ve okumak: Bir okuma odasına girmek beni hasta eder. Çok ve çeşitli şeyleri sevmek de bana göre değildir. Yeni kitaplara karşı güvensizlik, giderek düşmanlık benim içgüdüme “hoşgörü”den, “largeur de coeur”den, “yardımseverlikten”ten daha bir uygun düşer...

Aslında dönüp dönüp okuduklarım bir avuç eski Fransızdır: Ben Fransız ekinine inanırım tek. Avrupa’da “ekin” adına başka ne varsa, hepsini bir yanlış anlaşılma sayarım; Alman ekinine gelince, sözü edilmeğe değmez... Almanya’da karşılaştığım birkaç yüksek ekinli kişi, beğeni konusunda hiç kimsenin boy ölçüşemeyeceği Bayan Cosima Wagner başta olmak üzere, hepsi de Fransız soyundan gelmeydiler. Pascal’ı okumayışım, ama Hıristiyanlığın en öğretici kurbanı olarak -canavarlığın o en tüyler ürpertici türündeki mantık gereğince önce bedeni, sonra tini ağır ağır öldürülmüş kurbanı olarak -sevişim; düşüncemde, kimbilir belki de bedenimde de Montaigne’in kabına sığmazlığından birşeyler bulunuşu; sanatçı beğenimin de Moliére, Corneille, Racine adlarını, öfkelenerek de olsa, Shakespeare gibi bir yaban dehaya karşı savunuşu...

Gene de en yeni Fransızları tadına doyum olmaz bir topluluk saymama engel değil bütün bunlar. Hangi geçmiş yüzyılda şimdi Paris’de olduğu gibi, böyle hem meraklı, hem ince psikologlar bir araya toplanmıştır, doğrusu bilmiyorum. Saymayı şöyle bir deneyelim, -çünkü sayıları hiç de az değil: Paul Borguet, Pierre Loti, Gyp, Meilhac, Jules Lemaître ve -özellikle sevdiğim gerçek bir Latin’i, güçlü soydan birini anmış olmak için -Guy de Maupassant. Söz aramızda, bu kuşağı, hepsi de Alman felsefesiyle baştan çıkmış olan büyük öğretmenlerinden bile üstün tutuyorum (örneğin Bay Taine büyük insanları, büyük insanları , büyük çağları yanlış anlayışını Hegel’e borçludur). Almanya nereye girse, ekini berbad eder. Ancak savaş “kurtardı” Fransız düşüncesini...

Stendhal yaşamımın en güzel rastlantılarından biridir, -yaşamımda çağ açan ne varsa, hepsi de rastlantıyla önüme çıktı, başkasının salık vermesiyle değil.- Paha biçilmez erdemleri vardır onun: Saklı olanı gören o psikolog gözü, en büyük gerçekçinin yakında olduğunu anımsatan -ex ungue Napoleonem -olguları kavrama yetisi ve sonunda -ki az erdem değil bu da- dürüst bir tanrısız oluşu: Fransa’da kırk yılda bir rastlanan, nerdeyse hiç bulunmayan bir tür,- Prosper Mérimée’yi saygıyla analım... Belki de Stendhal’i kıskanıyorumdur? Tam benim yapacağım en güzel tanrısız nüktesini aldı elimden: “Tanrının tek özürü var olmayışıdır”... Bende bir yerde şöyle demiştim: “Bugüne dek varlığa karşı en büyük itiraz neydi?
Tanrı...”

IV

Lirik ozan üstüne en yüksek kavramı Heinrich Heine verdi bana. Öylesine tatlı, öylesine tutkulu bir musikiyi bin yıllar arasında boşuna arıyorum. O tanrısal hayınlık vardı onda; yetkinliği bunsuz düşünemem ben, insanlara, ırklara değer biçmek için, tanrıyla satir’i zorunlu olarak bir arada düşünüyorlar mı, ona bakarım. -Ya Heine’nin Almanca’yı kullanışı! Birgün Heine’yle benim Alman dilinin rakipsiz ilk sanatçıları olduğumuzu, öbür Almancıkların yaptıklarını fersah fersah aştığımızı söyleyecekler. -Byron’un Manfred’iyle derin derin bir yakınlığım olmalı: O uçurumların hepsini buldum içimde; on üç yaşımda olgundum bu yapıt için. Manfred’in yanında Faust adını anmaya cesaret edenlere söylenecek sözüm yok, şöyle bir bakarım, o kadar. Hepten yoksundur. Almanlar büyüklük kavramından: Kanıt Schumann.

O iç bulandırıcı Saksonyalıya öfkemden bir Manfred açılışı (ouverture) da ben yazdım; Hans von Bülow nota kâğıdı üstünde hiç böyle bir şey görmediğini söylemişti: Euterpe’nin ırzına geçmekmiş bu. Shakespeare’i anlatacak en yüksek düşüncemi aradığımda, hep Caesar tipini tasarlamış olması gelir aklıma. İnsan böyle birşeyi düşünmekle çıkaramaz; ya öyledir, ya da değildir. Büyük ozan, yalnız öz gerçeğinden beslenir, öyle ki sonunda yapıtına dayanamaz olur üstelik... Zerdüşt’üme şöyle bir göz atayım yeter, dayanılmaz bir hıçkırık nöbeti içinde kendimi tutamaksızın, odamda yarım saat bir aşağı bir yukarı gezinirim. -Hiç kimseyi okurken Shakespeare’de olduğu gibi paralanmaz yüreğim: Soytarılığı böyle gerekli bulmak için nasıl acı çekmiş olmalıdır insan! -Hamlet’i anlıyor musunuz? Şüphe değil, kesinliktir insanı deli eden... Ama bunu duymak için derin olmalı, uçurum, feylosof olmalı...

Doğrudan korkarız hepimiz... Hem açıkça söyleyeyim, sezgimle yüzde yüz inanıyorum ki, bu en tüyler ürpertici yazın türünün yaratıcısı, burada kendi kendine eziyet eden Lord Bacon’dır; ne düşündüklerini bilmeyen, kuş beyinli Amerikalıların acınacak gevezeliklerinden bana ne? Görüm’leri (vision) en yaman gerçeklikle verme yetisi, en yaman eylem gücüyle, en canavarca eylem ve cürüm gücüyle yan yana bulunmakla kalmaz yalnız, üstelik onları gerektirir de...

Sözcüğün en yüksek anlamında ilk gerçekçi olan Lord Bacon’ın neler yaptığını, net istediğini, kendi kendisiyle ne yaşadığını bilebilmek için, onu yeterince tanımaktan çok uzağız daha... Hepinizin canı cehenneme, bay eleştirmenler! Tutun ki Zerdüştümü bir başka adla, örneğin Richard Wagner adıyla vaftiz ettim; İnsanca Pek İnsanca yazarının Zerdüşt’ün bilicisi olduğunu çıkarmaya iki bin yıllık uzgörü yetmezdi...

V

Yaşamımın dinlenmelerinden söz açılmışken, hepsinin ötesinde beni en derinden, en içten dinlendiren şeye karşı minnet borcumu birkaç sözle söylemem gerekiyor. Bu da hiç şüphesiz Richard Wagner’le yakından düşüp kalkmam olmuştur. İnsanlarla kurduğum öbür ilişkilere metelik vermiyorum; ama Tribschen’de geçirdiğim günleri, o karşılıklı güven, sevinç, yüce rastlantılar ve derin anlarla dolu günleri her ne pahasına olursa olsun yaşamımdan silmek istemem...

Başkaları Wagner’le neler yaşamıştır; bilmem; bizim göğümüzden bir tek bulut bile geçmedi. -Burada bir kez daha Fransa konusuna dönüyorum. Wagner’i kendilerine benzer bulmakla onu saydıklarını sanan Wagner’cilar ulusuna karşı ağzımı bile açmam, dudak bükerim yalnız... Ben ki Alman olan herşeye en derin içgüdülerimle yabancıyım, öyle ki bir Alman’ın yakınımda olması bile sindirim gecikmesi yapar, ben Wagner’le ilk karşılaştığım zaman yaşamımda ilk kez derin bir nefes aldım: Wagner’i dış ülke olarak, “Alman” erdemlerine bir karşıt, bir canlı karşı koyma olarak duyup saydım. -Bizler, çocuklukları 1850 yıllarında geçenler “Alman” kavramına karşı çaresiz kötümseriz; bizler ancak devrimci olabiliriz, -düzmece softaların başta olduğu bir düzene göz yumamayız. Ama şimdi renkleri değişmiş, artık kızıllara bürünüyorlar, binici üniforması kuşanıyorlarmış, benim için hepsi bir...

Uzun sözün kısası, Wagner devrimciydi, Almanlardan kaçmıştı... Sanatçı olarak insanın Avrupa’da Paris’den başka yeri yurdu olamaz: Wagner sanatını anlamının koşulu, o beş sanat duyusunun délicatesse’i, o ayrımları sezen parmaklar, psikolojik sayrıllık, hepsi Paris’te bulunur. Biçim sorunlarında bu tutku, mise en scéne’i böylesine önemseme Paris’ten başka hiçbir yerde yoktur, -tam Parisli önemseyişidir işte bu. Parisli bir sanatçının ne düşler beslediğini, gözü nasıl yükseklerde olduğunu Almanya’dakiler düşünmezler bile. Alman kuzu gibidir. -Wagner’se hiç öyle değildi... Neyse, Wagner’in asıl yerini, yakın akrabalarının kimler olduğunu daha önce uzun uzadıya anlattım (“İyi ve Kötünün Ötesinde”, 256. Bölüm).

Geç Fransız romantikleri, Delacroix’ların, Berlioz’ların o yücelerde uçan ve coşturan soyu, kökten hastalar, doğuştan onmazlar, hepsi de anlatım bağnazları, tepeden tırnağa virtüozlar... Kimdi zaten Wagner’in ilk zeki savunucusu? Charles Baudelaire, Delacroix’yı da ilk kez anlayan, koskoca bir sanatçı kuşağının babası, o örnek décadent, -belki en son savunucusu da oydu... Nedir Wagner’de hiç bağışlamadığım? Almanlara dek inmiş olması, Alman yurttaşı olması... Almanya nereye girse, ekini berbadeder.

VI

İyice bir düşünürsem, Wagner, musikisi olmadan çekilmezdi gençliğim, Almanların arasına düşmüştüm bir kez. Dayanılmaz bir baskıdan kurtulmak için afyon ister. İşte böyle, bana da Wagner gerekti. Wagner Alman olan herşeye karşı en iyi panzehirdir, -zehir olmasına da zehirdir, o başka... Tristan’ın bir piyano partisyonu olduğu andan beri-saygılar, Bay von Bülow!- Wagnerciyim. Wagner’in daha önceki yapıtlarını kendimden aşağı, pek beylik, pek “Alman” buluyordum... Ama bugün bile Tristan gibi yaman büyüleyen, o tüyler ürpertici, o tatlı sonsuzlukla dolu başka bir yapıtı tüm sanat dallarında boşuna arıyorum.

Leonardo da Vinci’nin tüm gizemleri Tristan’ın ilk notasıyla büyülerini yitiriverirler. Bu yapıt Wagner’in non plus ultrasıdır; onun yorgunluğu bu ise “Usta Şarkıcılar” ve “Yüzük”le çıkarmıştı. İyileşmek, -Wagner gibilerinde bir gerilemedir bu. O yapıtı anlayacak olgunlukta olmam için tam çağında, hem de Almanlar arasında yaşamamı en büyük mutluluk sayıyorum: Psikolog olarak bilme isteği bende bakın nerelere varıyor. O “cehennem tatları”nı duymak için yeterince hasta olmayan kişiye dünya nasıl yoksuldur: Bu gizemci deyimini kullanabilirim, nerdeyse kullanmak zorundayım burada. -Wagner’in elinden gelen korkunç işleri, yalnız kendine vergi kanatlarla girdiği o bilinmez esrimeler dolu elli dünyayı benden iyi kimse duyup tanıyamaz; bense en tehlikeli, en sorunsal şeyleri bile kendi yararıma çevirmek için yeterince güçlü olduğumdan, Wagner’i yaşamımın en büyük velinimeti sayıyorum.

Onunla akraba olduğumuz yan, bu çağ insanlarının çekebileceğinden çok daha derin -bu arada birbirimizden de- çekmiş olmamızdır: bu da kıyamete dek birbirine bağlayacaktır adlarımızı. Almanlar arasında Wagner’in bir yanlış anlaşılma olduğu nasıl kesinse, benimki de öyledir, öyle kalacaktır hep. -adlarımızı. Almanlar arasında Wagner’in bir yanlış anlaşılma olduğu nasıl kesinse, benimki de öyledir, öyle kalacaktır hep. -Önce psikoloji ve sanatta kendinizi iki yüzyıl sıkıya sokmanız gerekiyor, Bay Cermenler!... Ama giderilir mi hiç böyle şeyin yokluğu.

VII

Bir sözüm daha var en seçilmiş kulaklar için: Asıl istediğim nedir musikiden. Ekim ayında bir öğle sonu gibi duru ve derin olsun. Kendine özgü, taşkın ve nazlı olsun; çıtı pıtı, tatlı bir kadın, iyemli, dönek bir kadın olsun... Bir Almanın musiki nedir bileceğini hiçbir zaman kabul edemem. Alman musikicisi dediklerimiz, başta en büyükleri, hep yabancıydılar; İslav, Hırvat, İtalyan, Felemenkli ya da... Yahudi; böyle olmayanlar da, Schütz, Bach ve Handel gibi, artık soyu tükenmiş güçlü Almanlardandı.

Ben kendi payıma yeterince Polonyalıyım daha: Bana Chopin’i verin, sizin olsun musikinin gerisi. Bunun dışında tuttuklarım, Wagner’in Siegfried-İdyll’i -ki üç nedeni var-, belki Lizst’in de birkaç parçası -orkestralayışındaki soyluluğun bir eşi daha yoktur- ve son olarak Alplerin ötesinde yapılan herşey, daha doğrusu berisinde... Rossini’den geçemem; hele musikideki güneyimden, Venedikli maestro’m Pietro Gastit’den hiç mi hiç. Alplerin ötesi derken, aslında Venedik demek istiyorum. Biliyorum., hiç mi hiç. Alplerin ötesi derken, aslında Venedik demek istiyorum. Biliyorum, güneyi korkuyla ürpermeksizin düşünememek nasıl bir mutluluktur.

Köprünün üzerinde duruyordum geçende,
karanlık geceye bürünmüş.
Uzaklardan bir ezgi duyuluyor
ve altın damlalar yağıyordu
titreyen aynası üstüne suyun.
Gondollar, ışıklar, musiki, hepsi
Esrimiş, yüzüp gittiler alacakaranlığa...

Benim ruhum, görünmez parmakların
dokunduğu o çalgı,
bir barkarol mırıldandı gizlice,
binbir renkli mutluluk içinde titreyerek.
-Duyan oldu mu onu?

VIII

Bunların hepsinde -besin, yer ve iklim, dinlenme seçimi- bir kendini sürdürme içgüdüsüdür buyuran, en açık olarak savunma içgüdüsünde ortaya çıkar bu. Çok şeyi görmemek, işitmemek, yanına yaklaştırmamak, -işte ilk akıllılık, insanın bir rastlantı değil de zorunluluk olduğunun ilk kanıtı. Bu kendini savunma içgüdüsünün yaygın adı beğeni’dir. Onun buyruğu yalnız “evet” demenin bir “çıkar gözetmezlik” olacağı durumlarda “hayır” dememizi değil, bir de elden geldiğince az “hayır” dememizi ister. Hiç durmadan “hayır” demek zorunda olduğumuz yerden kendimizi çekip almamızı, sıyırmamızı ister. İşte bundaki sağduyu: Savunma harcamaları, çok küçük de olsalar, bir kez kural, alışkanlık durumuna geldiler mi, olağanüstü büyük ve hepten gereksiz bir yoksullaşma doğururlar.

Büyük harcamalarımız çok sık yaptığımız küçük harcamalardır. Savmak da, yanına yaklaştırmamak da bir harcamadır, -bunda yanılmamalı insan-, olumsuz amaçlara harcanmış güçtür. İnsan sürekli savunma zorunluluğu içinde, kendini artık savunamaz oluncaya dek güçsüz düşebilir. -Diyelim ki şu anda dışarı çıkıyorum ve karşımda sessiz, soylu Torino yerine bir Alman kasabası buluyorum: O yavan ve korkak dünya içime dolmasın diye, içgüdümle kabuğuma çekiliverirdim hemen. Ya da o taş üstüne kurulmuş ayıp, hiçbir şeyin kendinden büyümediği, iyi, kötü herşeyin sürüklenip getirildiği büyük Alman kenti çıktı karşıma. Bu durumda kirpi olmaz mıydım? -Ama dikenleri olmak savunganlıktır; hele ellerimiz açık durmak varken hal böyle ise, o zaman iki kat lükstür...

Başka bir akıllılık ve kendini savunma yolu da, insanın elden geldiğince seyrek tepki göstermesi, “özgürlüğünü”, insiyatifini rafa koyup salt bir tepkin olmak zorunda kaldığı durumlardan ve ilişkilerden kaşınmasıdır. Karşılaştırma yapmak için, kitaplarla alışverişimizi alalım. Aslında yalnız kitap açıp kapayan bilgin -orta yetenekte bir filolog için günde yaklaşık olarak iki yüz tane- sonunda kendiliğinden düşünme yetisini iyiden iyiye yitirir. Kitap karıştırmıyorsa düşünmez de. Düşünürken bir uyarıma (okunmuş bir düşünceye) yanıt verir. -yalnızca tepki gösterir artık. Bilgin bütün gücünü evet ve hayır demeye, çoktan düşünülmüş olanları eleştirmeye harcar, -kendisi düşünmez olur... Kendini savunma içgüdüsü bozulmuştur onda; başka türlü olsa, kitaplara karşı kendini savunurdu. Bilgin demek décadent demek. Gözümle gördüm bunu: Yetenekli, verimli, özgür yaradılışlar, daha otuz yaşlarında “okumaktan çökmüşler”, kibrit gibiler artık; kıvılcım, “düşünce” verebilmeleri için sürtmek gerek. -Daha sabahın köründe, insan dinçken, gücünün kuvvetinin şafağındayken, bir kitap açmak, -ayıp derim buna!

IX

Burada artık kişi nasıl kendisi olur sorusuna asıl yanıtı vermeden geçemem. Kendini saklama ve bencillik sanatının başyapıtına değiniyorum böylelikle... Varsayılan ki ödev, ödevin amacı, yazgısı ortalamanın hayli üzerindedir; bu durumda kendini de ödeviyle aynı zamanda farketmek en büyüğü olur tehlikelerin. İnsanın kendisi olmasının koşulu, kim olduğunu hiç mi hiç bilmemesidir. Bu açıdan bakınca, yaşamdaki yanlış adımların, arasıra sapılan yan yolların, yanlış yolların, gecikmelerin, “alçakgönüllülük”lerin asıl ödevden uzak başka ödevlere verilen emeğin, hepsinin de kendilerine göre bir anlamları, değerleri vardır.

Bunlarda büyük bir akıllılık, belki de en üstün akılılık kendini gösterir: Yokolmaya götüren bir yoldur burada nosce te ipsum; oysa kendini unutmak, yanlış anlamak, küçültmek, daraltmak, orta değerde yapmak sağduyunun ta kendisidir. Törel deyişle: İyilikseverlik, başkası için yaşama ve benzerleri, en sert bencilliğin sürdürülmesinde koruyucu önlem olabilirler. İşte budur kendi kurallarıma, kanışlarıma karşı o “çıkar gözetmeyen” dürtülerden yana olduğum ayrık durum; Bencilliğin, kendini sıkıya koymanın hizmetindedirler burada.

Bilincinin bütün yüzeyini -ki bilinç bir yüzeydir- herhangi bir büyük buyruktan uzak tutmalı insan. Büyük sözlerden, büyük davranışlardan bile sakınmalı! Hepsi de içgüdünün kendini çok erken “bilmesinden” doğacak tehlikeler. -Bu arada o örgenleştiri, o egemen olacak “düşün” derinlerde büyür serpilir; buyurmağa başlar, ağır ağır yan yollardan, yanlış yollardan çekip çıkarır: Günün birinde bütünün gerçekleşmesi için vazgeçilmez araçlar oldukları görülecek o nitelikleri, uzlukları birer birer hazırlar; hepsini yönetecek olan ödevden, “hedef”, “amaç” ve anlamdan hiçbir şey sezdirmeksizin, hizmet edecek tüm yetkileri sırasıyla oluşturur. -Bu yandan bakınca yaşamın düpedüz mucizeliktir.

Değerleri yenileyiş ödevi için, belki de tek kimsede bir arada hiç bulunmamış yetilerin, herşeyden önce de karşıt yetilerin, birbirlerini yıkıp yoketmeksizin bende olması gerekiyordu. Yetiler arasında bir aşama sırası, aralıklar, düşman etmeksizin ayrı ayrı tutma sanatı, hiçbir şeyi karıştırmamak, “barıştırmamak”; gene de kaosun karşıtı olan korkunç bir çokluk, -bu işin önkoşulu, içgüdümün uzun, gizli çalışması ve sanatçılığı buydu işte. Koruyuculuğu öyle akıllıca, öyle güçlüydü ki, içimde ne büyüdüğünün hiçbir zaman farkına varmadım bile; tüm yetilerim günün birinde olgunlaşmış olarak en son yetkinlikleriyle açıverdiler birden. Çabalamış olduğumu hiç anımsamıyorum, yaşamımda bir tek boğuşma izi gösterilemez; yiğitçe bir yaradılışın karşıtıyım ben.

Bir şey “istemek”, birşeye “göz dikip uğraşmak”, bir “amacın”, bir “dileğin” ardından koşmak -başımdan geçmiş şeyler değil hiçbiri. Şu anda bile geleceğime -engin bir gelecek- dalgasız bir denize bakar gibi bakıyorum: Bir tek istek kırıştırmıyor onu. Birşeyin olduğundan başka türlü... Ama hep böyle yaşadım ben. Bir tek şey dilemedim. Kırk dördüncü yaşını doldurmuş bir kimse, ünmüş, kadınmış, paraymış, hiçbir zaman umursamadığını sayleyebilsin! -İstesem bunları elde edemez miydim... Örneğin profesör oldum günün birinde; aklımın kıyısından geçirmemiştim bunu, çünkü 24 yaşımda ya var ya da yoktum. Ondan iki yıl önce de bir gün filolog oluvermiştim: Şöyle ki, öğretmenim Ritschl benim için her anlamda başlangıç olan ilk filoloji çalışmamı “Rheinisches Museum”undan bastırmak üzere istemişti benden. (Ritschl, saygıyla söylüyorum- şimdiye dek gördüğüm biricik dâhi bilgindi. Biz Thüringen’lileri başkalarından ayıran, bir Almanı bile sevimli yapan o cana yakın baştan çıkmışlık vardı onda. Bizler, doğruya varmak için de olsa, dolambaçlı yolları seçeriz gene. Bu sözlerim, daha yakın hemşerimi, bilgiç Leopold von Ranke’yı aşaladığım anlamına alınmamalı...)

X

Bu küçük şeyleri, yerleşmiş kanlara göre önemsiz şeyleri neden anlattığımı soracaklar bana; hele büyük ödevler de yükleyecekler. Yanıtım: Bu küçük şeyler -beslenme, yer, iklim, dinlenme, bunlarla bencilliğin kılı kırka yarması- şimdiye dek önemli sayılan şeylerden son derece daha önemlidir. Tam burada başlamalıyız yeniden öğrenmeye. İnsanlığın bugüne dek önemle düşünüp durduğu şeyler gerçek bile değildir, kuruntudur yalnızca; daha sert deyimiyle, o sapına dek zararlı, hasta yaratıkların bozulmuş içgüdülerinden doğan yalanlardır; -o kavramların topu, “tanrı”, “ruh”, “erdem”, “günah”, “öte dünya”, “doğru”, “bengi yaşam”... Ama insanoğlunun büyüklüğünü, “tanrısallığını” hep bunlarda aradılar... “Küçük şeyleri”, yani yaşamın temel konularını küçümsemeyi öğretmekle, en zararlı insanları büyük inan saymakla yurt yönetiminin, toplum düzeninin, eğitiminin tüm sorunlarını ta köklerine dek bozdular...

Bugüne dek en birinci insanlar diye saygı görenleri kendimle karşılaştırdığımda, aramızda elle tutulurcasına bir ayrım görüyorum. Bu sözde “birinci”leri insandan saymıyorum bile, -onlar benim gözümde insanlığın döküntüleri, hastalığın, önce susamış içgüdülerin doğurtmalarıdır; yıkım getiren, aslında onulmaz canavarlardır hepsi; yaşamdan öç alırlar... Bunun karşıtı olmak istiyorum ben: Sağlam içgüdünün tüm belirtilerine karşı büyük bir duyarlıktır benim ayrıcalığım. Bende sayrıllığın hiçbir izi bulunmaz; en ağır hasta olduğum zamanlar bile sayrıl değildim; boşuna arasınız herhangi bir bağnazlık belirtisini bende. Yaşamımın hiçbir anında kurumlandığımı, etkileyici bir tavır takındığımı gösteremezsiniz. Tavırlarda etkililik büyüklük demek değildir; genellikle tavır takınmadan edemeyen kimse düzmecinin biridir... Göz alıcı insanlardan sakının! -Yaşam benim için kolaydı, özellikle benden en ağır şeyleri istediği zamanlar. Bu güz, benden sonraki bin yılların sorumluluğunu duyarak, ne örneği olan, ne benzeri yapılacak en yüksek işleri hiç ara vermeden çıkardığım o yetmiş gün içinde beni görenler, en küçük bir gerginlik sezmezlerdir bende; tam tersine dipdiri olduğumu, sevinçten kabıma sığamadığımı görürlerdi. Hiç böyle seve seve yememiş, böyle iyi uyumamıştım, -Büyük ödevlerle düşüp kalkmanın bir tek yolu vardır bence, o da oyundur; büyüklüğün belirtisidir bu, ana koşullarından biridir.

En küçük zorlama, asık bir yüz, ses tonunda en ufak bir sertleşme, hepsi birer itirazdır bir kimsenin kişiliğine; yapıtı içinse haydi haydi öyledir!... Sinir diye bir şey olmamalı adamda... Yalnızlıktan acı çekmek de bir itirazdır, -ben kendim hep “çokluk”dan acı çektim... Akıl almaz derecede erkenden, daha yedi yaşımda, hiçbir insanca sözün bana ulaşmayacağını biliyordum; bu yüzden üzüldüğümü gören var mı hiç? Bugün bile herkese her zamanki gönül alıcı davranıyorum, en aşağı olanlara bile değer veriyorum; bunda bir damla olsun kendini beğenmişlik, gizli bir küçümseme yok. Küçümsediğim kimse farkeder bunu: Yalnızca orada oluşum bile, damarlarında kötü kan akanları öfkelendirir... Bir insanın büyüklüğünü belli eden bence amor fati’dir; insanın hiçbir şeyi geçmişte, gelecekte, sonsuza dek başka türlü istememesidir. Zorunluluğu yalnızca katlanmak, hele onu gizlemek yetmez -her türlü ülkücülük zorunluluğa karşı bir aldatmacadır-, iş onu sevmekte...

 

1      2      3      4      5