I
Birisi ben, öbürü de yazılarım. -Burada onların
kendilerinden söz açmadan önce, anlaşılıp
anlaşılmamaları sorusuna değineyim. Bu işi,
konunun elverdiği ölçüde, üstünkörü yapıyorum.
Çünkü zamanı gelmedi daha bu sorunun. benim
zamanın da gelmedi daha; kimi insan öldükten
sonra doğar.
Günün birinde, insanların benim anladığım gibi
yaşayacakları, öğretecekleri öğretim kurumları
gerekecek: Belki de Zerdüşt'ün yorumlanması için
ayrıca kürsüler bile kurulacak. Ama daha şimdiden,
getirdiğim doğruları duyacak kulaklar, alacak eller
beklemem, kendi verdiklerimi almak istememelerini
anlaşılır bulduğum gibi, ayrıca işin doğrusu da
budur sanıyorum. Beni başkasıyla karıştırmalarını
istemem; önce kendi kendimi karıştırmamalıyım bunun
için de. Bir kez daha söyleyeyim, "kötü niyetle" pek
karşılaşmadım yaşamımda; yazın alanında da hemen
hemen bir tek "kötü niyet" örneği gösteremem. Buna
karşılık sürüyle arık derilik... Bana öyle geliyor
ki, bir kimsenin kitaplarımdan birini eline alması,
kendine verebileceği en yüksek pâyedir; bunu
yaparken umarım ayakkabılarını -çizmeleriniyse haydi
haydi- çıkarıyordur...
Doktor Heinrich von Stein bir kez Zerdüşt'ümün tek
sözcüğünü bile anlayamadığından açık sözlülükle
yakındığında, ona bunun böyle olması gerektiğini
söylemiştim: Onun altı cümleciğini anlamak, yani
yaşamış olmak, "çağdaş" insanların çıkabileceğinden
çok daha yükseklere götürür ölümlüleri. Bende
ayrılığımın bu duygusu varken, tanıdığım
"çağdaşların" beni yalnızca okumuş olmaları bile
isteyebilir miyim hiç? Benim utkum
Schopenhauer'inkinin tam tersindedir, -ben "non
legor, non legar" (Okunmuyorum, okunmayacağım.
Başyapıtı "İstem ve Tasarım Olarak Dünya" neden
sonra satılmaya başladığında, Schopenhauer sevinçle
"legor legar" -okunuyorum, okunacağım- demişti)
diyorum.
Sakın yazılarıma "hayır" deyişlerindeki bönlüğün
bana tattırdığı eğlenceyi küçümsüyorum sanılmasın.
Daha bu yaz, ağır, pek ağır basan yazılarımla belki
de baştanbaşa yazı alanının dengesini sarstığım
sıralar, Berlin Üniversitesi profesörlerinden biri
bütün iyi niyetiyle bana sezdirmeye çalışmıştı:
Başka bir biçimde yazmalıymışım artık; kimse
okumuyormuş böylesini. -Bunun en aşırı iki örneği
sonunda Almanya'da değil de İsviçre'de çıktı. Dr. V.
Widmann'ın (İsviçreli yazar. "Bund" dergisi
yöneticilerinden.) "Bund" dergisinde, "İyi ve
Kötünün Ötesinde" üzerine "Nietzsche'nin Tehlikeli
Kitabı" başlığıyla çıkan yazısı ve gene "Bund"da Bay
Karl Spitteler'in (İsviçreli ozan. Nobel ödülü
-1919-) genel olarak yazılarım üstüne toptan bir
incelemesi: Bunlar benim yaşamımda bir doruktur,
neyin doruklarını olduklarını söylemeyeyim...
Örneğin bu sonuncusu, Zerdüşt'ümü "yüksek deyiş
alıştırması" olarak inceliyor, bundan böyle öze de
gereken önemi vermemi diliyordu; Dr. Widmann'a
gelince, tüm edepli duyguların kökünü kazımakta
gösterdiğim yürekliliği alkışlıyordu o da.
Rastlantının ufak bir cilvesi sonucu, burada her
cümle, hayran olduğum bir tutarlılıkla, baş aşağı
çevrilmiş bir doğruyu söylüyordu: Demek
istediklerimin hem de ilginç bir yoldan, tam üstüne
basmak için bir tek şey gerekliydi, "tüm değerleri
tersine çevirmek". Kendimi açıklamam bir kat daha
önem kazanıyor bu yüzden. -Şu da var ki, hiç kimse
bir şeyden -kitaplar da giriyor bunun içine- zaten
bildiğinden çoğunu çıkarıp alamaz. Birşey bize
yaşantı yoluyla açık değilse onu duyacak kulak da
yoktur bizde. Aşırı bir örnek verelim: Bir kitap
düşünün ki, baştanbaşa yeni yaşantılardan söz
açıyor, sık sık olsun, seyrek olsun, fırsatı
çıkmayacak yaşantılardan, -bir dizi yepyeni yaşantı
için yepyeni bir dildir; bu durumda kimse bir şey
duyamaz; şu işitme yanılgısı da birlikte gelir: Bir
şey duyulmayan yerde, bir şey yoktur da... Benim
karşılaştıklarımın ortalaması, isterseniz özgünlüğü
diyelim, budur işte. Benden bir şey anlamadıklarını
sananlar, kendi boylarına göre kesip biçtiler beni;
tam karşıtımı, örneğin bir "ülkücü" yaptıkları da
oldu benden. Hiçbir şey anlamayanlarsa, iler tutar
yerimi bırakmadılar. -"Çağdaş" insanların, "iyi"
insanların, Hıristiyanların ve öbür "nihilist"lerin
karşıtını, en yüksek yetkinlik örneğini gösteren
"üstinsan" sözcüğü, töreler yıkıcısı Zerdüşt'in
ağzında düşündürücü bir sözcük, hemen her yerde tam
bir bönlükle Zerdüşt'ün kişiliğinde canlandırılan
değerlerin tersine anlaşıldı, daha yüksek bir insan
türünün "ülküsel" örneği olarak, yarı "ermiş", yarı
"deha" olarak anlaşıldı... Bilgiç geçinen kimi büyük
baş hayvan, beni onun yüzünden Darwincilikle
suçladı; o kendi de bilmeden, istemeden olmuş büyük
kalpazanın, Carlyle'ın öylesine hoyratça çürüttüğüm
"yiğitlere tapınma"sını bile seçip tanıyanlar çıktı
Zerdüşt'te. Kimin kulağına, Parsifal yerine Cesare
Borgia aramasını fısıldadımsa, hiç inanamadı
kulaklarına. -Kitaplarım üstüne, özellikle
gazetelerde çıkan yazıları hiç merak etmeyişim hoş
görülmeli. Dostlarım, yayımlayıcılarım bunu
bildiklerinden, o konuda açmazlar ağızlarını. Yalnız
bir sefer, tek bir kitaba karşı -ki "İyi ve Kötünün
Ötesinde" idi- işlenen günahların tümünü birden
görebildim; neler neler söylemezdim bu konuda.
Bilmem inanır mısınız, "Nationalzeitung" -yabancı
okuyucularım bilmezler, bir Prusya gazetesidir; ben
kendi payıma, izin verirseniz, yalnız Journal des
Débats okurum -evet o gazete, bütün ciddiliğiyle,
kitabımı "çağın belirtisi", taşra soylularının
gerçek felsefesi olarak yorumluyordu; göze alabilse,
"Kreuzzeitung"un da yazacağı bu olurdu ancak...
II
Almanlar için söylenmiştir bunlar: Yoksa başka her
yerde okuyucularım var, -hepsi de seçkin kafalar,
yüksek orunlarda ve görevlerde yetişmiş, kendilerini
göstermiş kişiler; gerçek dehalar bile var
okuyucularım arasında. Viyana'da, Petersburg'da,
Stockholm'da, Kopenhag'da, Paris'te, New-York'ta,
her yerde beni buldular; bir o Avrupa'nın basık
ülkesi Almanya dışında. Açıkça söyliyeyim, beni
okumayanlardan, ne adımı, ne de felsefe sözcüğünü
duymuş olanlardan memnunum asıl; ama örneğin burada,
Torino'da nereye gitsem herkesin yüzü gülüyor beni
görünce. Şimdiye dek en çok gururumu okşayan da,
meyve satan yaşlı kadınların bana en tatlı
üzümlerini seçip vermek için çırpınmaları. İnsan
feylosof oldu mu, böyle olmalı işte... Polonyalılar
için boşuna İslav ırkının Fransızları dememişler.
Alımlı bir Rus kadını benim nereli olduğumu
anlamakta bir an bile duraklamazdı. Bir türlü
beceremem kurumlanmayı; uğraştım mı da şaşkına
dönerim olsa olsa... Alman gibi düşünmek, Alman gibi
duymak, -elimden herşey gelir de, bir bu gücümü
aşar... Eski öğretmenim Ritschl söyler dururdu,
filoloji üstüne araştırma yazılarımı bile Parisli
bir romancı gibi tasarlamışım, -yani saçmalık
derecesinde heyecan verici... "Toutes mes audaces et
finesses" (Tüm atılganlıklarım, inceliklerim.)
Paris'te bile herkesi şaşırtmış, -bu deyim Monsieur
Taine'indir-. Korkarım, bende dithyrambos'un en
yüksek biçimlerine varıncaya dek herşeye bir parça o
hiç tatsızlaşmayan, "Almanlaşmayan" tuzdan,
esprit'den katışmıştır... Başka türlü yapamam. Tanrı
yardımcım olsun! Amin. -Hepimiz biliriz bir uzun
kulaklının ne olduğunu, kimisi üstelik denemesini
yapmıştır. Peki öyleyse, hiç çekinmeden ileri
sürerim ki, en kısa kulaklar benimkilerdir. Kadınlar
kayıtsız kalmazlar buna; sanırım onları daha bir iyi
anladığımı da sezerler... Ben en iyi anti-eşeğim;
böylelikle dünya tarihine geçecek bir canavarım;
Yunanca anlamıyla -yalnız Yunanca değil- deccal'ım (antichristos)
ben...
III
Yazar olarak ayrıcalığım nedir, az çok biliyorum;
benim yazılarıma alışmanın beğeniyi nasıl
"bozduğunu" da gözlerimle gördüğüm durumlar oldu.
İnsan başka kitaplara, hele felsefe üstüne iseler,
düpedüz dayanamaz olur. Bu soylu ve ince dünyaya
girebilmek benzersiz bir seçkinliktir, -Almanlıkla
hiç ilgisi olmamalı insanın bunun için; kısacası,
öyle bir seçkinlik ki bu, onu kendi haketmiş olmalı
insan. Ama kim amaçlarının yüksekliğiyle bana
benziyorsa, gerçekten coşkular yaşayacaktır burada
öğrenirken: Çünkü ben daha hiçbir kuşun uçmadığı
yükseklerden, daha hiçbir ayağın yolunu şaşırıp
inmediği uçurumlardan geliyorum. Söylediklerine
göre, benim kitaplarımı elinden bırakamazmış insan,
-uykularını bile kaçırırmışım geceleri... Kitap
denen şeyin daha gururlusu, daha incelmişi
yazılmamıştır, -onlar yeryüzünde erişilecek en
yüksek doruğa, sinizm'e erişirler yer yer; hem en
ince parmaklarla, hem en zorlu yumruklarla elde
edebilmeli onları. Her türlü ruhsal kusur, sindirim
bozuklukları bile, onları anlama yolunu kapatır
insana hepten: Sinir diye bir şey olmamalı insanda,
karnı bile bir keyifli olmalı öyle. Bir kimsede
yalnızca içinin yoksulluğu, köşe bucağının ağır
havası değil, asıl o işkembesinde yer etmiş
korkaklık, pislik, sinsice öç gütmedir ona yolumu
kapayan: Benim bir sözümle tüm kötü içgüdüler yüzüne
vurur insanın. Tanıdıklarım içinde bir sürü denek
hayvanım vardır; yazılarıma karşı gösterilen çeşit
çeşit ve her biri son derece öğretici tepkileri
onlarda incelerim. Yazıların özüyle hiçbir
alışverişi olmak istemeyenler, örneğin o sözde
dostlarım hemen "kişiliksiz" oluverirler: Bir kez
daha bunu başardığım için kutlarlar beni, -hem de
bir gelişme varmış, daha bir keyifliymiş deyişim...
O hep kötüye işleyen kafalar, işi gücü yalan olan
"ince duygulu"lar ise, ne yapacaklarını bilemezler
bu kitaplarla, -dolayısıyla onları kendilerinden
aşağı görürler: İşte ince mantığı "ince
duygulu"ların. Tanıdıklar arasındaki büyük baş
hayvanlar da -yalnız Almanlar bunlar, hoş görün-
demeye getirirler ki, benimle hep aynı kanıda
değillermiş ama, gene de arada bir... Bunu hem de
Zerdüşt üstüne söylediklerini duydum... Bunun gibi,
insanda her türlü "féminisme", isterse erkekte
olsun, benim kapılarımı kapatır ona; hiçbir zaman o
pervasız bilgilerin labirentine giremez. Bu
baştanbaşa sert doğrular arasında güle oynaya
yaşamak için, insan gözünü budaktan esirgememeli,
onun için alışkanlık olmalı sertlik. Tam istediğim
gibi bir okuyucu tasarladığımda, hep ortaya yürekli,
herşeyi bilmek isteyen bir canavar, ayrıca kıvrak,
düzenci, sağgörülü birisi, doğuştan bir serüvenci ve
bulucu çıkıyor. Kısacası, benim sözüm aslında
kimleredir, bunu Zerdüşt'ten daha açık söyleyemem:
Bilmecesini yalnız kimlere anlatmak istiyor o?
Sizlere, gözüpek arayıcılar, sınayıcılar, -ve her
kim kurnazca yelkenleriyle o korkunç denizlere
açılmışsa bir kez, -sizlere, bulmacalar içinde
esrimişler, alacakaranlığı sevenler, ruhları flüt
sesleriyle her tuzağa düşürülebilenler:
-Çünkü siz titreyen ellerinizle bir ipi yoklayarak
inmek istemezsiniz; ardında ne olduğunu
kestirdiğiniz yerde tiksinirsiz kapıyı açmaktan...
IV
Deyiş sanatım üstüne genel olarak birkaç söz
söyleyeyim burada. Bir durumu, bir duygusal gerilimi
imlerle, bu imlerin tempo'suyla başkalarına
bildirmek, -budur deyişin anlamı. İç durumlarının o
olağanüstü çeşitliliği karşısında, bende bir sürü
deyiş olanağı, şimdiye dek bir kişinin eli altında
bulunmuş en çeşitli deyiş sanatı vardır. Bir iç
durumu gerçekten bildiren, imler üstüne, imlerin
tempo'su üstüne yanılmayan, yapmacık tavırlar
takınmayan -bir tavır takınma sanatıdır zincirleme
cümle kurallarının hepsi- her deyiş iyidir. Bu
konuda hiç şaşmaz benim içgüdüm. Kendiliğinde iyi
deyiş, hepten budalalık bu, ülkücülük yalnız,
"kendiliğinde güzel", "kendiliğinde iyi",
"kendiliğinde şey" gibi... Şüphesiz bu iş için
dinleyen kulaklar, aynı tutkuyu duyabilecek güçte ve
değerde kimseler, insanın içini açabileceği kimseler
bulunduğunu varsayıyorum. Zerdüşt'üm şimdilik
bekliyor böyle dinleyicileri; daha uzun süre de
bekleyecek! -Onu inceleyecek değerde olmalı insan...
O güne dek, burada nasıl bir sanat harcandığı
anlaşılmayacak: Hiç kimse böylesine yeni,
işitilmemiş, bir amaç için gerçekten ilk olarak
yaratılmış söyleme yollarını böylesine avuç dolusu
saçmamıştır. Bu türlü şeylerin Alman dilinde
olabileceği şüpheliydi: Önceleri olsa, en başta ben
kesinlikle yadsırdım bunu. Alman diliyle neler
yapılabilir, genel olarak dille neler yapılabilir,
benden önce bilinmiyordu bunlar. Yüce, insanüstü bir
tutkunun korkunç dalgalanışını anlatmak için o büyük
ritimler sanatını, zincirleme cümlelerle büyük
deyişi ben buldum ilk; Zerdüşt'ün üçüncü bölümü
sonundaki o "Yedi Mühür" başlıklı dithyrambos'la,
şimdiye dek şiir denen şeyi binlerce fersah aştım.
V
Eşsiz bir psikolog konuşuyor benim yazılarımda; işte
iyi bir okuyucunun, eski iyi filologlar
Horatius'larının nasıl okurdularsa beni öyle okuyan,
tam bana göre bir okuyucunun ilk edineceği kanı
budur. Üzerinde herkesin anlaştığı cümleler -herkes
derken, bunun içinde orta malı feylosofların,
törebilimcilerin ve öbür mankafalarla mantar
kafaların da bulunduğunu ayrıca söylemek gerekmez-,
benim yazılarımda bönce yanılgılar olarak ortaya
çıkar: Örneğin, "çıkar gözetmez" ve "bencil"
kavramlarının birbirinin karşıtı olduğu inancı; oysa
"ben"in kendisi bir "yüksek aldatmaca"dan, bir
"ülkü"den başka birşey değildir... Ne bencil, ne de
çıkar gözetmez eylemler vardır; her iki kavram da
psikolojik birer mantıksızlıktır. Ya da "insan mutlu
olmak için çabalar" cümlesi... Ya da "mutluluk
erdemin ödülüdür" cümlesi... Ya da "hoşlanma ve acı
duyguları birbirinin karşıtıdır" cümlesi...
İnsanlığın "Kirke"si, (Odysseus'un yoldaşlarını
domuz yapan büyücü kadın.) yani töre, bütün
Psikoloji'yi baştan aşağı yalana boğdu,
törelleştirdi; ta o tüyler ürpertici saçmalığa,
sevginin "çıkar gözetmez" birşey olması gerektiğine
varıncaya dek... İnsan kendi kendine sağlam bir
dayanak olmalı, iki ayağı üstünde korkmadan
durabilmeli; başka türlü sevemez yoksa. Kadınlar da
pek iyi bilirler bunu: O çıkar gözetmeyen, o nesnel
erkekler vızgelir onlara... Sırası gelmişken, şu
kadın ulusunu tanıyorum diyebilirim. Dionysos'ca
payımdan gelmedir bu (Hem erkeklik hem dişilik vardı
Dionysos'da).
Kim bilir, belki de "bengi dişiliğin" ("Das ewig
Weibliche" -Goethe, 2. Faust, son sahne.) ilk
psikologuyum ben. Eski bir öyküdür: O mutsuz
kadıncıklar, "özgürleşmiş" olanlar, çocuk doğurmaya
gücü yetmeyenler dışında hepsi beni severler.
-Bereket versin, kendimi parçalatmaya niyetim yok:
Sevdi mi parçalar gerçek kadın dediğin... Bu sevimli
Bakkha'ları (Eski Yunan'da kendilerini Dionysos'a
adayan, onun gizlerini kutlayan kadınlar.) iyi
tanırım... Ah o ne tehlikeli, o ne sinsi, yeraltında
yaşayan bir yırtıcı hayvancıktır! Nasıl da şirindir
üstelik!... Öç ardından koşan bir kadıncık yazgıyı
bile dinlemez, yıkar geçer. Kadın erkekten ölçülmez
derecede daha kötüdür; daha akıllıdır da. Bir çeşit
yozlaşmadır kadında iyilik... O "ince duygular" var
ya, tümünün mayasında bir fizyolojik bozukluk vardır.
-hepsini söylemeyeyim, hekimce konuşacağım yoksa.
Eşit haklar için açılan savaş, bir hastalık
belirtisidir üstelik; her hekim bilir bunu. Gerçek
kadın dediğin var gücüyle direnir hak denen şeye
karşı; cinsler arasındaki o bitmez savaşta ilk yer
hiç tartışmasız onundur zaten doğal olarak. -Benim
sevgi tanımımı duyup anladınız mı? Gerçek bir
feylosofa yaraşan biricik tanım budur. Sevginin
tuttuğu yol savaş, özü ise cinslerin öldüresiye
kinidir birbirlerine. "Bir kadın nasıl iyileştirilir,
kurtarılır" sorusuna verdiğim yanıtı biliyor musunuz?
İnsan ondan bir çocuk edinmelidir. Kadın çocuksuz
edemez, erkek bir aracıdır yalnız: Zerdüşt böyle
dedi. "Kadının özgürleşmesi", özürlü, doğuramaz
kadınların gerçek kadına karşı içgüdüsel kinidir bu;
"erkek"le kavgaya gelince, bu bir yoldur, bir sözde
nedendir, bir taktirdir yalnızca. Kendilerini "gerçek
kadın", "yüksek kadın", "ülkücü kadın", "ülkücü
kadın" diye yükseltmekte, aşama sırasında kadının
yerini alçaltmaya çalışırlar; bunun için de en
şaşmaz yol, lise öğrenimi yapmak, pantolon giymek ve
sürü olarak oy verebilmektir. Aslına bakılırsa,
özgürleşen kadınlar "bengi dişilik" ülkesinin
anarşistleridir; kuyruk acısı vardır onlarda, öç
isteği vardır derinlerinde yatan... En kötüsünden
bir tür "ülkücülük"vardır ki erkeklerde de rastlanır
ayrıca, o evde kalmış kız örneğinde, Henrik İbsen'de
olduğu gibi, -bunun amacı da cinsel sevgideki gönül
rahatlığını, doğallığı ağulamaktır... Bu konuda
dürüstlüğü ölçüsünde sıkı olan anlayışım üstüne hiç
şüphesiz kalmasın diye, bozulmuşluğa karşı töre
yasalarımdan bir madde okuyayım; bozulmuşluk derken,
her çeşit doğaya aykırılığın, ya da güzel sözleri
seviyorsanız, ülkücülüğün karşısına çıkıyorum, Madde
şu: "Akmanlık üstüne vaaz vermek, açıktan herkesi
doğaya aykırı olmaya kışkırtmaktır. Nasıl olursa
olsun, cinsel yaşamı küçümseme, onu ayıp kavramıyla
lekeleme, yaşamın kendine karşı işlenmiş bir suçtur,
-yaşamın Kutsal Tinine karşı günahın ta kendisidir."
VI
Nasıl bir psikolog olduğumu anlayasınız diye,
İyi ve Kötünün Ötesinde'den üzerinde düşünülmeye
değer bir betimleme aktarıyorum, -şunu da söyleyeyim
ki, burada anlatılmak istenen kimdir, sakın bulup
çıkarmaya çalışmayın: "Yüreğin dehası onda vardır, o
büyük Bilinmeyen'de, bulunçlarıno sınayıcı tanrısı,
doğuştan fare avcısı; sesi her ruhun yeraltı
ülkesine dek inen; her sözünde, her bakışında bir
baştan çıkarma amacı saklı olan; her sözünde, her
bakışında bir baştan çıkarma amacı saklı olan;
ustalığı gereğince, olduğu gibi değil, başka türlü
görünen, öyle ki ardından gelenler ona daha bir
sokulsun, onu daha gönülden, daha tam izlesinler...
Yüreğin dehası her türlü ağız kalabalığını, kendini
beğenmişliği susturan, kulak kabartmasını öğreten;
kaba saba ruhları törpüleyen, onlara yeni bir istek
tattıran, -derin gökyüzünü yansıtabilmek için
dupduru bir ayna gibi olmak isteğini... Yüreğin
dehası, o sakar ve ivecen ellere duraklamayı, daha
bir incelikle kavramayı öğreten; bulanık, kalın
buzun altındaki o saklı, unutulmuş gömünün, o bir
damla iyiliğin, tatlı özün yerini kestiren; uzun
çağlar çamur ve kum içinde gömülü yatan her altın
kırıntısını bulmak için büyülü bir değnek olan...
Onun dokunduğu kimse daha bir zenginleşmiş olarak
uzaklaşır oradan, başkasının malı altında iki büklüm
değil, kendisi daha zengin, yenilenmiş, sanki
üzerinden ılık bir yel esmiş de buzları çözülmüş,
içi açılmış, belki daha güvensiz, daha ince, daha
kolay kırılır, belki daha kırılmış, ama daha adı
bile olmayan umutlarla dolu, yeni istemlerle,
akıntılarla dolu, yeni direnişlerle, ters
akıntılarla dolu..."
TRAGEDYA'NIN DOĞUŞU
I
Tragedya'nın Doğuşu'na (1872) karşı insaflı
olabilmek için birkaç şeyi unutmalı. Bu kitap
başarısız yanıyla, örneğin Wagner'ciliği bir
yükseliş belirtisi sayıp ona yararı dokunmasıyla
yaptı etkisini, giderek büyüledi. Bir dönüm noktası
oldu Wagner'in yaşamında da: Ancak ondan sonradır ki
Wagner adına büyük umutlar bağladılar. Bugün bile,
hem de bazen tam Parsifal'in ortasında, bana
yüklendikleri oluyor: O akımın ekin değeri böylesine
yüksek tutuluyorsa, suç benimmiş. -Bu yazının çok
kez "Musiki Ruhundan Tragedya'nın Yeniden Doğuşu"
adıyla anıldığını duydum; onda yalnız Wagner'in
sanatını, ne yapmak istediğini, ödevini ilk olarak
dile getirişimi gördüler, -yazının asıl değerli
yanını gözden kaçırdılar bu arada. "Yunanlılık ve
Kötümserlik": Daha başka anlama çekilmeyecek bir
başlık olurdu bu: Çünkü aslında Yunanlılar
kötümserliğin nasıl üstesinden geldiler, onu nasıl
yendiler; öğretilen buydu ilk kez olarak...
Tragedya'nın ta kendisi, Yunanlıların kötümser
olmadıklarının kanıtıdır: Schopenhauer her konuda
olduğu gibi bunda da yanılmıştı. -az buçuk
çekimserlikle ele alındığında Tragedya'nın Doğuşu
iyice çağdışı görünür: Wörth savaşının (Prusya'nın
Fransa'ya karşı yengisi -6 Ağustos 1870-) top
sesleri arasında yazılmaya başlandığı, kimsenin
aklının kıyısından geçmezdi. Metz surları dibinde, o
soğuk eylül geceleri, bir yandan hastabakıcılık
görevimi yaparken, bu soruları düşünüyordum; kitabın
50 yıl önce yazılmış olması daha bir akla yakın
gelebilir. Siyasayla ilgisi yoktur -bugünkü
deyimiyle "Almanlık dışı"dır-, tiksindirici bir
Hegel kokusu yayılır ondan; Schopenhauer'in mortocu
kokusu ise tek tük birkaç deyimine sinmiştir ancak.
Bir "düşün" -Dionysosca ve Apollonca karşıtlığı-
metafizik alanına aktarılıyor burada; tarihin
kendisi bu "düşün"ün gelişmesi olarak sayılıyor; bu
karşı savların tragedya'da birleşimi: Şimdiye dek
hiç ilişkileri olmayan şeylerin bu gözle bakılınca,
birdenbire karşı karşıya gelmeleri, birbirleriyle
aydınlanmaları, kavranmaları... Örneğin opera ve
devrim... Bu kitabın başlıca iki yeniliğinden biri,
Yunanlılarda Dionysosca olayının anlaşılması,
psikoloji yönünden ilk olarak çözümlenmesi, bütün
Yunan sanatının köklerinden biri olarak görülmesi.
Öbürü de Sokratesciliğin anlaşılması: Sokrates'i
Yunan çöküşünün aracı, örnek décadent olarak görüp
tanımak ilk kez. "Akılcılık", içgüdüye karşıt.
Herşey pahasına "akılcılık": Tehlikeli, yaşamı
yıkıcı bir güç. Kitapta Hıristiyanlık üstüne derin,
düşmanca bir susku baştanbaşa; çünkü o ne Apollonca,
ne de Dionysoscadır; Tragedya'nın Doğuşu'nda tanınan
biricik değerlerin, estetik değerlerin hepsini
yadsır: En aşırı anlamıyla nihilist'dir.
Hıristiyanlık; oysa Dionysos simgesiyle, olumlamanın
en son sınırına ulaşırız. Kitabın bir yerinde
papazlara "yeraltında yaşayan kötü, düzenci cüceler
soyu" diye dokunduruluyor...
II
Eşine az rastlanır bir başlangıçtır bu. En derin iç
yaşantıma karşılık gelen biricik simgeyi bulmuştum
tarihte, -böylelikle Dionysosca denen mucizelik
olayı ilk kavrayan ben olmuştum. Bunun gibi,
Sokrates'i décadent olarak tanımakla da, psikolojik
kavrayışımdaki şaşmazlığın herhangi bir kişisel töre
kaygısından yana hiç korkusu olmadığını apaçık
kanıtladım; töre'nin kendisini décadence belirtisi
diye almak, pek önemli, benzersiz bir yenilikti
bilgi tarihinde. Bu iki buluşumla, kuş beyinlilerin
iyimserlik-kötümserlik karşıtlığı üstüne zavallıca
gevezeliklerini nasıl da aşıverdim! İlk olarak ben
gördüm gerçek karşıtlığı: Bir yanda, yaşama karşı
alttan alta öç güden o yozlaşmış içgüdü (örnekleri
Hıristiyanlık, Schopenhauer felsefesi, bir anlamda
daha o zamandan Platon Felsefesi, ülkücülüğün
bütünü); öbür yanda doluluktan, dolup taşmaktan
doğmuş en yüksek bir olumlama ilkesi, sınırlama
bilmeyen bir evet deyiş, acının kendisine, suçun
kendisine, varlığın sorunsal ve yabancı nesi varsa
hepsine... Yaşama karşı bu en sonuncu, en sevinçli,
en coşkun ve taşkın "evet" deyiş yalnızca en yükseği
değildir bilgeliklerin, hem de en derini, doğrunun
ve bilimin en sağlamca doğrulayıp destekleridir.
Varolan hiçbir şey düşünülemez toplamdan, hiçbir
şeyden geçilemez. Hıristiyanların ve öbür
nihilist'lerin varlıkta yadsıdıkları yanlar,
décadence içgüdüsünün bağrına bastığı, basabildiği
her şeyden ölçülmez derecede daha yüksek bir yer
tutar değerler sırasında. Yürek ister bunu kavramak
için; bunun da koşulu güç fazlasıdır. Çünkü
yüreklilik nasıl büyüklüğü ölçüsünde ileri atılırsa,
güç de tıpkı onun gibi büyüklüğü ölçüsünde doğruya
yaklaşır. Zayıflar için, zayıflıklarının verdiği
esinle, gerçekten korkup kaçmak, yani "ülkü" nasıl
bir zorunluluksa, güçlüler için de böyledir bilmek,
gerçeğe "evet" demek... Bilip bilmemek elinde
değildir zayıfların: Yalansız edemez décadent
dediğin, onun yaşamda kalma koşullarından biridir
bu. -"Dionysosca" sözcüğünün kavramakla kalmayıp, o
sözcükte kendini de bulan kimse, artık Platon'u,
Hıristiyanlığı, Schopenhauer'i çürütmek istemez,
kokusunu alır ordaki çürümenin...
III
"Tragik" kavramını, tragedya'nın psikolojisi üstüne
bilinebilecek en son şeyleri ne ölçüde bulduğumu
Putların Batışı'nda bir kez daha dile getirdim. "En
yabancı, en amansız sorunlarıyla bile yaşama evet
deyiş; en yüksek örneklerini kurban ederken kendi
bereketinin mutluluğuna varan o yaşama istemi,
-buydu adlandırdığım Dionysosca diye, buydu tragik
ozanın psikolojisine varmak için benim bulduğum
köprü. Ürküden, acımadan kurtulmak için değil, zorlu
bir boşalmayla tehlikeli tutkulardan arınmak için
değil, -Aristotales bunu yanlış anlamıştı böyle,-
tersine, ürkü ve acımanın ötesinde, oluşun bengi
sevincine varmak, onun ta kendisi olmak için, o
sevinç ki yoketmenin sevinci de girer içine..." Bu
anlamda kendimi ilk tragik feylosof, yani kötümser
feylosofun taban tabana karşıtı saymaya hakkım var.
Dionysos olgusunun benden önce böyle feylosofca bir
tutkuyla duyulması görülmemiştir: Tragik bilgelik
eksiktir; bunun izlerini, hem de Sokrates'ten iki
yüzyıl önceki o büyük Yunan felsefesinden bile
boşuna aradım. Bir tek Herakleitos üzerinde kuşkum
var; zaten onun yakınında kendimi her yerden daha
sıcak, daha rahat duymuşumdur hep. Yokuluşun,
yokedişin olumlanması -ki Dionysosca bir felsefenin
can alıcı noktasıdır-, karşıtlıklara, savaşa ve
"varlık" kavramını kökünden yadsıyarak oluşa evet
deyiş: Şimdiye dek düşünülenler içinde ban en yakın
olarak bunları buluyorum şüphesiz. "Bengi dönüş"
öğretisi, yani sınır tanımadan, sonsuza dek herşeyin
durmadan yokolup yeniden doğması, Zerdüşt'ün bu
öğretisi daha o zamandan Herakleitosca da öğretilmiş
olabilirdi. Hiç değilse, Herakleitos'un ana
düşüncelerinden hemen hepsine konmuş olan Stoa'da
bunun izlerine rastlanır.
IV
Uçsuz bucaksız bir umut sesleniyor bu yazıdan.
Aslında, musikinin Dionysosca bir geleceğinden umudu
kesmem için hiçbir neden yok. Yüzyıl sonrasına bir
göz atalım, varsayalım ki doğanın, insanın iki bin
yıldan beri kirletilmesine karşı yağınmam başarıyla
sonuçlanmıştır. O zaman yaşamdan yana olacak
yeniler, görevlerin en büyüğünü, daha yüksek bir
insanlık yetiştirilmesini, bunun bir parçası olarak
da, soysuzlaşmış, salaklaşmış her şeyin acımadan
yokedilmesi işini ele alacaklar ve Dionysosca
durumun yeniden doğacağı o yaşam bolluğunu
yeryüzünde olanaklı kılacaklardır. Tragik bir çağ
muştuluyorum: İnsanlık en amansız, ama en zorunlu
savaşları bir kez ardında bırakıp, acı çekmeksizin
unuttuğu an, yaşama evet deyişin en yüksek sanatı,
tragedya yeni baştan doğacaktır. Bir psikolog ayrıca
şunları da ekleyebilirdi: Genç yaşımda Wagner
musikisinden duyduklarımın, aslında Wagner'le hiç mi
hiç ilgisi yoktur; Dionysosca musikiyi betimlerken,
kendimde duyduğum bir şeyi betimliyordum; her şeyi o
içimde taşıdığım yeni soluğun diline çeviriyor,
başka bir kılığa sokuyordum içgüdümle. Bunun kanıtı
ise -bir kanıt ne denli güçlü olabilirse öyle güçlü
bir kanıt- "Wagner Bayreuth'da" adlı yazımdır.
Psikoloji yönünden can alıcı noktalarda hep
kendimden söz açmışımdır; Wagner adının geçtiği her
yerde, hiç çekinmeden benim adımı ya da Zerdüşt
adını koyabilirsiniz. Dithyrambos sanatçının
betimlemesidir; uçurum gibi derincesine ve Wagner
gerçeğine bir an bile olsun değinmeksizin
çizilmiştir. Wagner de sezinlemişti bunu; o yazıda
kendini tanıyamamıştı. Bunun gibi, "Bayreuth
düşüncesi" de, okuyucularım için hiç de bilmece
sayılmayacak bir şeye dönüşmüştü: En seçkin
insanların en büyük ödevlere kendilerini adadıkları
o büyük öğle'ye, -belki de günün birinde
yaşayabileceğim bir şenliğin görüm'üne... İlk
sayfalardaki tutku dünya tarihine geçecektir:
Yedinci sayfada sözü edilen bakış, gerçek Zerdüşt
bakışıdır; Wagner, Bayreuth, o Alman küçüklüğü,
bayalığı, hepsi bir buluttur; üzerinde geleceğin
sonsuz bir ılgımı parıldamaktadır. Psikolojik
bakımdan da, kendi yaradılışımın ana çizgileri hep
bir arada bulunuşu, hiç kimsede görülmemiş bir güç
istemi, düşünce alanında gözünü budaktan sakınmayan,
etkinlik istemine hiç zarar vermeyen o sınırsız
öğrenme gücü. Bu kitapta herşey geleceği, Yunan
ekinin kördüğümü bir kez çözüldükten sonra, onu gene
bağlayacak karşı İskender'lerin zorunluluğu...
Tragik duyuş" kavramına geçişteki o tonu bir
dinleyin hele; evrensel, tarihsel bir tondur bu;
yazı baştanbaşa dunlarla doludur. Olup olabilecek en
alışılmamış "nesnellik"ti benimkisi: Kim olduğumu
olanca kesinlikle biliyor, ama bunu herhangi bir
rastlantılık gerçeğe yansıtıyordum; beni anlatan
doğruların sesi ürkünç bir uçurumdan geliyordu.
Zerdüşt'ün deyiş'ini daha o zamandan bilmişçesine,
bir kez olsun yanılıp şaşmadan betimliyorum; Zerdüşt
denen olay'a, insanlığın o korkunç arınması,
kutsanması edimine gelince, hiç bir zaman s. 41-44
arasındakinden daha ulu bir deyişle dile getirilemez
bu. |